Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 674. Yıl, 141. Gün:
ÇEVİRİ ŞİİR
Melih Cevdet Anday, Edgar Allan Poe’nun “Annebel Lee” şiirini Türkçeye öyle başarıyla çevirmiştir ki, şiiri tanımayanlar onun Anday tarafından yazıldığını bile düşünebilir. Kabul edelim ki, bu çok nadir bir durumdur. Aslında biraz yakından bakacak olursak, bu gibi “çeviri” şiirlerin başarısı, sanki çevrilen dilde yeniden yazılmış olmalarıdır.

“Annebel Lee” kadar güzel bir çeviri de, Edgar Allan Poe’nun hayranı ve onun şiirlerini ana dilinden okumak uğruna İngilizce öğrenmekle kalmayıp İngilizce öğretmeni olan Sembolist Fransız şairi Stéphane Mallarmé’dendir (1842-1898). Bu onur, “Si tu veux nous nous aimerions” adlı ve adını ilk dizesinden alan şiirine kısmet olmuştur. Salâh Birsel, şiiri adeta yeniden yaratmıştır. Şiir, Fransız şiir kalıbı Rondele göre, ilk ikisi dört, sonuncusu beş dizelik üç kıtadan oluşmuş olup uyak düzeni ABba-abAB- abbaA şeklindedir. Büyük harfler yinelenen dizelerdir.
RONDEL II
Sevişiriz dilersen şayet
Aşkı anmadan dudaklarınla
Bir şeycik yapamaz bize anla
Susmaktan gayri bu gülden demet.O nağmeler ki gülüşün elbet
Veremez pırıltısını asla
Sevişiriz dilersen şayet
Aşkı anmadan dudaklarınlaSessizce sarmaş dolaş nihayet
Sylphe giymiş kıpkızıl urbasını
O hayal kanatların uçlarını
Alev bir öpüş kavrar âkıbet
Sevişiriz dilersen şayet.
145. Gün:
RÜYA DEYİP GEÇME
Bilinçaltı/Gerçeküstü edebiyat rüyasız olmaz.
Mağara dönemimizde atalarımızın gece uykuları derin (ağır) uykunun ve yüzeysel (hafif) uykunun sık tekrarından oluşuyormuş. Uzmanlar, bunun dış tehlikelere karşı bir önlem anlamına geldiğini söylüyorlar: Yüzeysel uyku modunda olası tehlike taşıyan dış uyaranlar nedeniyle kolay uyanılabilmesi için. Ayrıca, dış etkileri biz uykudayken saptayan beynimizin aldatıcı küçük bir kabusla bizi aniden uyandırabildiği deneyimlerle de sabit. En zayıf ânımızda, yani uyurken, varlığımızı korumak için, doğa her türlü önlemi aklımıza danışmadan almış görünüyor. Bilindiği gibi, rüyalar beynimizin korteksinin bir yaramazlığı.
Konuyla ilgili düşüncelerimi, bir süre önce gördüğüm garip bir rüya ve o günlerde rastlantıyla izlediğim bir film tetikledi: Rüyamda lokanta salonu gibi bir mekanda, kısa kollu mavi kareli gömlek giymiş birine rastlıyormuşum. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşımmış. Yaklaşınca kollarını bana doğru uzatıyor. Sarılacak diye düşünüp ben de kollarımı uzatıyorum. Yüz yüze geldiğimizde, benden biraz daha kısa boylu olduğu için, kollarını kollarımın altından geçiriyor, ama arkamdan kavuşturmuyor, ileriye doğru uzatıp beni koltuk altlarımdan kaldırır gibi yapıyor. Kısa bir süre, kavuşan gövdelerimiz tek bir ağaç gövdesine, kollarımız da ağacın dört ana dalına benzer bir görüntü veriyoruz. Sonra ayrılıyoruz (Bu ayrıntı biraz sonra önem taşıyacak).
Rüyamda düşünüyorum: Eski bir arkadaşım olduğu anlaşılan bu adam, acaba karşılaşma sırasında böyle tuhaf bir beden hareketini kendilerinin kimliği haline getiren politik bir grubun veya dinî tarikatın üyesi mi olmuş? Tam yanak yanağa öpüşecek gibi yaklaşırken, birden kafama tos atanları anımsıyorum. Bu da öyle bir şey olmalı, diyorum.

Tam burada ünlü oyuncu Moritz Bleibtreu’nın yazıp yönettiği ilk filmi Korteks’i (Cortex, 2020) anmam gerekiyor. Yetenekli bir kadronun elinden çıkan bu başarılı filmde gerçekleşen olaylar önce rüya olarak ortaya çıkar; iki erkek karakterin iki ayrı bedende tek kişi olma sürecine sembolik bir ayna sahnesiyle tanık oluruz. Karmaşık kurgusunu da göz önüne alırsak seyretmesi hiç de kolay olmayan filmin ortalarında bir eczacı karakteri belirir ve rüyalar konusundaki derin bilgisiyle, rüya mağduru karakteri tedaviye başlar. Filmin tam burasında gözlerimi açmış, kulaklarımı dikmiş olmalıyım çünkü doğrudan, unutamadığım rüyamla ilişki kurduğum sahne bu.
Eczacının söyledikleri doğruysa; gördüğüm rüyada arkadaşım olan kişi, aslında bir arkadaşım değil, benim farklı kişiliklere bürünerek ortaya çıkabilen benliğimin bir diğer kişisi imiş. Bu aynı zamanda, rüyamda iki bilinçaltı kişiliğimin karşılaşması anlamına geliyor ve de eczacının ağzından bu durumun filmin de püf noktası olduğunu anlıyoruz. Ayrıca, filmde açıklandığına göre, bu tür rüyalar genellikle ortadan bir yerden başlar ve sonuçlanmadan bitermiş ki, benim rüyamda da tam böyle oldu.
Doğrusu, kendimi filme gereğinden fazla kaptırmadığıma sevindim, yoksa karakterlerin başlarına gelenler nedeniyle kendim için endişelenmem işten bile değildi. Bunları yazıya dökerken, Freud yukarıdan bana sesleniyor ve rüyamın “ne çeşit bir bilinçaltı isteğimi doyurduğunu” düşünmemi istiyor. Avucunu yalar. Kütüphanemde Postmodern Rüya Tabirleri kitabını boşuna bulundurmuyorum.
148. Gün:
BİR FOTOĞRAFI OKUMAK
John Berger, Bir Fotoğrafı Anlamak adlı kitabında, fotoğrafı yalın bir ileti olarak tarif ederek, fotoğrafın “Bunu görmekle kaydetmeye değer olduğuna karar verdim” düşüncesine dayandığını belirtir. Bir seçime dayanmayan fotoğraf doğal olarak anlamsız olacaktır.

John Berger’e göre bir fotoğraf ne zaman çekilirse çekilsin, zihinde yarattığı bağlamla ‘şimdi’ye dönüşür. Toplum yaşamının bir anını yansıtan herhangi bir fotoğraf, ki örneğin sokak fotoğraflarının çoğunda bu özellik vardır, insanı, diğer insanlarla ve çevresiyle iletişim içinde ele alır. Böyle bir fotoğraf, o ânın veya bir yerin o andaki fotoğrafı olmaktan çıkar; geçmişte ve şimdide süren ve gelecekte de benzer şekilde süreceği varsayımını taşıyan, insana ait bir şeyleri temsil eden nitelik kazanır. Bu da fotoğrafın toplumsal işlevini işaret eder.
Bir Fotoğrafı Anlamak’ın sunuş yazısında Geoff Dyer, Kitaptaki “Fotoğrafın Kullanımları” başlıklı yazının, Susan Sontag’ın, içinde tek bir görsel olmayan Fotoğraf Üzerine adlı eserinin esiniyle yazıldığını söyler. Günümüzde bile aşılamamış bir fotoğraf kitabının yazarı olarak Sontag’la ilgili diğer bir tuhaflık ise, onun hayatı boyunca eline bir fotoğraf makinesi almamış olmasıdır. O bir yazardır. Bir yazar gibi düşünür (sanırım, öyküleri henüz Türkçeye çevrilmedi). Fotoğraf üzerine yazdıkları kurgudan uzak olduğu gibi, fotoğrafın özelliklerinden biri olan ‘ilginçlik’ten de uzaktır. “Çünkü,” der, “[fotoğraf sanatçılarının aksine] yazarlar ilginç olmasını amaçlayarak eser vermezler.”
153. Gün:
Hayat, kendisi hakkında yanlış fikirde olanları acımasızca cezalandırır; politika da öyle.