
Kahvenin son yudumunu telvesine kadar höpürdeterek içtikten sonra fincanı ters çevirip beklemeye başladı. Her sabah saat on civarı bu kafeye gelir, hiç sektirmez. Aynı masaya oturur, aynı şeyi yer. Rafadan pişmiş yumurta, bir dilim karabuğday ekmeği, İzmir tulumu, maydanoz. Bu kahvaltı bittikten tam sekiz dakika sonra, kahvesini sipariş eder. Orta şekerli bir Türk kahvesi. Kahve fincanını mutlaka ters çevirir, üzerine yüzük koyar. Bir süre sonra dibini kontrol eder ve mırıltı gibi çıkardığı sesle, soğumuş, der. Sonra da tuhaf şekillerden anlamlar çıkartmak üzere fincana dalar gider.
Onun aşkına her gün buraya gelen manav Hidayet’i hiç görmez. Hidayet, öyle kafe mafe adamı değildir. Ama sırf bu erimsiz aşkın uğruna, mütemadiyen uğrar. Tereyağlı, dereotlu poğaçasını alır, bir de çay söyler. Sonra çaktırmadan kadının her hareketini izler. Yüzünde yeni bir ben çıksa onu bile seçer. Gönül işte, yakmış abayı bir kere. Aşığa neden sorulur mu? Hidayet aşkını dile koyacak cesareti ne zaman içinde bulsa, bizimki sözleşmiş gibi kaderle, nerde bir hırto nerde bir serseri, koluna girer, kaldırımlara şıkır şıkır akar. Gerçi Salih onu dolandırdığından beri eski şenliği kalmadı. Şimdi umutlar kahve telvesine saklandı.
Hidayet’in büyülenmiş bakışlarından bihaber, hızlı bir el hareketiyle fincanı çevirdi. Bunu yapmasıyla birlikte kırmızı ekose masa örtüsüne iki üç damla kahve sıçradı. Peçeteyi ikiye katlayıp sildiyse de yaptığı şey lekeyi büyütmekten başka bir işe yaramadı. Masada duran vazoyu kirlenen yerin tam üstüne koydu. Diğer müşterilerin ona bakıp bakmadığını gözlüğünün üzerinden şöyle bir kontrol edip fincanı incelemeye başladı.
Koca bir kuş. Kanatlarını açmış. Kuşun ağzında bir şey var. Mektup! Kuşun ağzında mektup var. Mektup haber demek. Koca bir kuş olduğuna göre müjdeli bir haber bu. Kuş alçalmış alçalmış. İki kişinin tam ortasına yaklaşmış. Hımm… Demek ki bu haber iki kişiyi sevindirecek. Bu ikinci kişi kim? Numuneleri gönderdiğim dükkân tamam dese, siparişi verse? Benim kadar kim sevinir? Münir olmalı bu. Münir tabii ya. Birikmiş kira ödenecek diye en çok o sevinir. Dur bakalım Münir Efendi, sana sıra gelene kadar daha kimler var sevinecek. Daha Salih’ten kalan alacaklılar dizili kapıda. Şurada bir tren. Trenin üstünde koyun gibi deve gibi bir hayvan. Deve, deve… Yükünü yüklenmiş. Hey maşallah. Trenin üstüne binmiş gidiyorum. Sanki çeyizim taşınıyor. Dimdik durmuşum da etrafıma gururla bakıyorum. Yeni bir kısmet mi? Yok ya kısmet istemem, Salih’ten sonra tövbe dedim aşka. Benim sandaletler başka şehirlerde de satılacak galiba. Demiryolu olduğuna göre Ankara olmalı. Üç yol daha var. Yolların bitimi ferahlık. Üç de bulut. Ah Salih, ah itin oğlu Salih. Nasıl kandım ben sana. Dönüyor artık talihim, kendi bokunda kendin boğul sen, deyyus dölü Salih. Üç elma atıyor bulutlar bana. Elma… Üç müjde. Gökten üç elma. Kafama. Arka arkaya. Salih mi arayacak yoksa? Valla arasa da bakmam, o şırfıntısıyla Allah saadet versin, yolu Karşıyaka mezarlığı olsun. Sandalet işi bu elmalar. Arka arkaya üç bayilik kapacağım. Her yer benim sandaletlerle dolacak. Ah Münir, yaşadık! Zam bile yapacağım sana. Uzakta bir baykuş var ama bunu neye yorsak? Kem göz mü desem? Hayra yoralım hayra. Kıskananlar çatlasın.
Gülümsedi ve arkasına yaslandı. Kendisini izleyen biri olup olmadığını merak ederek, kaçamak bakışlarla çevresine baktı. Hidayet’ten başka kimsenin ona baktığı yoktu. Herkes kendi âlemindeydi.
“Ebru, fincanımı alsana! Hemen yıkayıverin.”
Kafenin sahibi gülümseyerek aldı fincanı masadan. Mutfağa doğru giderken:
“Falım Sende’ye gönderdin mi?” diye sordu.
“O ne ki?”
“Falcı bacı işte. Fincanının fotoğrafını atıyorsun, uygulama sana söylüyor.”
“Dur dur!” dedi. “Bir fotoğrafını çekeyim öyle götür madem.”
Telveyi yorumlarken yakaladığı o bir damla huzuru, Falcı bacıya da teyit ettirmek istedi. Üç ayrı açıdan fincanın fotoğrafını çekti. Uygulamanın içindeki çerçeveye, taşmayacak şekilde fotoğrafları yerleştirdi. Ebru daha fincanı musluğun altına sokmadan, fotoğraf varacağı yere varmıştı bile. Heyecanla beklemeye başladı. Bekledi, bekledi. Hidayet de bekledi.
Hadi ama… Sen de söyle, bir de senden duyayım. Şu sandalet işi, borçlar, kısmet, hayır haber…
Bu sefer olacak bu sefer olacak diye ısrarcı bir düşünce Japon yapıştırıcısı gibi yapıştı beynine. O sırada kafede Ferdi Özbeğen başladı: Yok, yok yalan deme, sevgi denen o gerçeğe.
Dıııt! İşte mesaj.
Çevrenizde sizi kandırmak isteyenler var. Harcamalarınıza dikkat etmelisiniz. Para kaybı olabilir. Sizi kötü etkileyecek, arkanızdan kuyunuzu kazmaya çalışacak insanları çevrenizden uzak tutun.
Sevmek acı gerçek acı, inan inan sözlerime.
Gerisini okuyamadı. Hesabı istedi.
Hidayet tam o an diyecekti, hatta ağzını da açtı demek için. Kalktı sandalyesinden, hesabını ödeyecekti, kurdu kafasında bunu. Dur bir dakika, ben ödesem, diye heyecanla içinde bir cesaret. Böyle kuşun ağzında sanki kalbi. “Tuttu bu fal bak!” diyecekti. İçinden böyle prova yapmıştı.
Derken Hidayet’in çırak koşa koşa geldi. “Hâlden mal gelmiş abi, ödeme yapılacakmış.” dedi. Ve hikâye burada bitti.
Öznur Unat
Harikaa 👍❤️