
Muş-Tatvan yolunda güneş, ayaklarını gökten yere uzatarak mahşeri kızıllığını düzlüğün orta yerine sermiş, bakışları hasretle sulandırmış. Son sürat dinlenme tesisine yol alan otobüs, çekilmiş perdelerle dışarıdan karanlık bir kutuya bürünmüş. Sadece senin perden açık; kel tepeleri, yalnız ağaçları, yalnız kayaları, yalnız evleri seyrediyorsun. Yalnız olan her şeyi kendine bir parça gibi ekleyerek güçlü duruyorsun.
Seni başka gözlere gelin ettiler, ta Kilis’ten Van’a kuş bildi, dağ bildi, nehir bildi, fısıltıyla başka diyarlara konuk eden ağaçlar bildi. Sen ise dillere destan yüzünle kaçtın o gözlerden. Başka diyarlara suskuyla vardın. Kendi gözünle gelin oldun. Kaçışın da ta Kilis’ten Van’a kadar duyuldu. Ellerin, el olan ele varmak istemediği gün, külüstür bir otobüsün cam kenarına yasladığın başınla uçup ya gitmeye ya da yitmeye dünyayı adımlıyordun.
Annenin öldüğü gün, herkes başına nelerin geleceğini biliyordu.
Şimdi yine bir otobüs camına yaslı başınla yitmeye gidiyorsun. Uzaklarda elinde lüküsle bentlerin arasında sallana sallana dolaşan rençbere gözlerini dikmişsin. Birazdan gözden kaybolacak o ışık. Bakışların karartılara dolanacak. Burnunda tüten, ardında bıraktığın yirmi beş yıl var, az da değil. O karanlığa döneceğin aklına gelmezdi, ama hayat seni alıp oraya götürüyor. Yoğuruyor geçmiş seni gecede dönen bu zifiride, geri sarıyor zihnin önce bir gülümsemeye konuk ediyor, sonra da hıçkırıkların her şeyi dağıtıyor. Sen o değilsin zaten, çoktan geçti gitti.
Bademlerden ve fıstıklardan, kadınlardan ve erkeklerden öbek olmuş berekete ve kine yaklaşıyorsun. Kamışlı’yı saran rüzgâr, evlerin damını süpüre süpüre yüzüne vuruyor, kaçakçılar katırları yürütüyor, birazdan mayın ve yanmış katır kokusu etrafı saracak, çocukluk ve gençlik yılları bir esintiyle dağılıyor ruhunda. Damda baban Bağdat Radyosu’nu dinliyor. Evinizin avlusundaki yuvarlak su havuzu tepeden bakıldığında kusursuz bir ayna gibi göğü üstüne çul ediyor. İki ev arasında gidip geliyordun. Sen Seniha olarak mırıldandın:
Kelimeler öcünü alıyor benden. Hiç olmadıkları kadar düşüyorlar peşime. Ne dünün ne de yarının sesi var, gün böbürleniyor önümde. Söylediklerim ağrıyor başkalarının kulaklarında ve gelip bir düzmeceyle beni buluyorlar. Delikler, boşluklar kadar ihtişamlı değil. Gölgeler taşır insanı, bir gövdeden önce. Şimdi bir ölüyüm. Böyle bir isme bile yakışmıyorum.
Gündüz yavaş yavaş yeryüzüne iniyor. Tepelerin ardında kararan bulutlar birazdan beyazına kavuşacak, ağaçlar aydınlanacak. İki duvara açılmış pencere gibi bir parça ferahlık kendini gösterecek. Antep’in sarısı, Urfa’nın uzak buğusunda kırılacak. Eski otobüs garajına yanaşan otobüsten anılar taşacak. Sen ise kimseye yükleyemediğin suçu ruhunda taşıra taşıra o gidiş gününe yaklaştırıp yuvalarını yırtarak uçan kuşların gürültüsüne benzer bir gürültüyle yirmi yıl öncesini gözlerinin önüne getirerek camdan garajda bekleyenleri gözlüyorsun. Gündüzde karanlığı bekliyorsun. Belki de burada bıraktığın bakışlarını, her bir bakışına takılan korku gözelerini arıyorsun. Ama ilk gün arayıp bulamadığın, yıllardır ardında bıraktığın bakışları bulsan, neye yarar? Bulduğun tek şey, şu çaprazında duran dutun sabrı. Anlamalıydın her şey bir aradalığından kopunca arar birbirini. Ama tek başınalığa duran bu ağaç gibisin. Bir yaz sabahına gölgesin. Mutluluğuna ev arayan yoksulun halisin. Lakin yetinebilmekle kavuşmaya, kavuşabilmekle yetinmeye göçüyorsun şimdi:
Zaman, kırıyor bizleri. Dağılan evlere, bağlara bakıyorum. Ev ile bağdan yana dağılmışım. Ne evim var ne bağım. Bağlarımı kopardılar. Üzüm bağlarının dallarına takılan günlerime dönüyorum.
Kilis’e indin, şimdi kara taş döşeli avlunuzun sulandığını, her sulamadan sonra kokan evi, sokağa bakan ahşap kapının sonuna kadar açıldığını hayal ediyorsun. Annen yok, kim sulamış olabilir avluyu? Bir sabah serinliğinde bir de akşam üstü sulanırdı kara taş döşeli avlu. Taşların kenarlarından fışkırıp dünyaya merhaba diyen otları annen yolardı, “Kim uğraşacak bunlarla, çirkinler işte. Süpürgeyi vurdukça taşlara, ne pislik varsa onlarda birikiyor,” derdi. Yorulduğunda da keseri eline tutuşturur, otları yolma işini sana verirdi. Pusan kediler yok mu, kapıyı açık görür görmez eve dalar, içeriyi talan ederlerdi. Annen çığlığı basar, o sinirli yüzünde kızarıklıklar çoğalır, burnunun ucunda ter damlacıkları toplanırdı. Anneni öyle gördüler mi kimse avluda durmaz ya da gözüne görünmezdi. Neyse bavulu yanında yürütürken sen mi bavulu yürütüyordun, bavul mu seni yürütüyordu belli değildi. Ağırlaşmıştın. Kalbin korkuya tekleyip duruyordu. Yüzünde karışık bir düzen vardı; üzgün, dağınık, ışıltılı, dirençsiz bir umut ve umutsuzluk. Eve yaklaştıkça, umutsuz üzgün yüzün dağlanıyordu. Duvarda ne saat ne de takvim sana işliyor. Evin duvarlarını, tahta zeminini sarsan bir öksürükle her bir parçasını titreştiren baban, sabahın kör saatinde hamamböceklerini dolaştırıyor. Fareler sesle birlikte deliklerini terk ediyor. Ahşap kapıda bunu seyrediyorsun. Ama kapı boyanmış şimdi, üstüne bir numara yapıştırılmış. Avludan fatiha sesleri geliyor. Girip girmemekte donakalmışsın. Fatiha bitince avluyu saran çaydanlığın ıslığı kulaklarına doluyor, kaçakçı Ökkeş annene Halep çarşısından getirmişti. Bir şey daha, annenin sol elinde beş değil altı parmak vardı. Doğuştan serçe parmağının köküne bir parmak daha iliştirmişti rab. Rab mı iliştirmişti? Emin değilim, çaydanlığın kulpunu sofrada ne zaman avcuna yerleştirse, o fazla parmak seni işaret edercesine havaya kalkıyordu. Dünyaya fazlalıkla, eksiklikle gelenlerin kötülüğü de başka oluyordu. Kapıyı sertçe vurdun, avluya girdin. Gözler süzdü seni tanıyamadı. Abin, avludaki üzüm asmasının altında, baban köşedeki sedirde, kız kardeşlerin düdüğü öten çaydanlığın yanında, diğer erkek kardeşin merdiveni çıkar çıkmaz sol tarafta geyik işlemeli halının asıldığı duvarın dibinde. Ölüm bu muydu? Ölen annen miydi, uzuvların çalışırken biraz daha ölen sen miydin, yoksa şu her bir yere dağılmış ailen miydi ölenler? Baban kirli tütün kesesiyle didişiyor. Derken ayaklarının önüne söğüdün dalından bir kırlangıç yavrusunun ölüsü düşüyor. Babana doğru yürümekten alıkoymadı seni, ellerine kavuştun, yüzüne sürdün, sakallarını öptün kim bilir kaç cin cirit atıyordu o sarımsı sakallarda. “Başımız sağ olsun,” dedin. Elleri birer kütük gibi dizlerine düştü. Tanıyamadı seni. Kız kardeşlerine doğrulttun yüzünü, sarıldın, kokladın, ağladın, hıçkırıkların avludaki kara taşların kenarlarına dizildi. Onlar da bilmedi seni. Abine varıp ellerini tuttun, “Dur ablacım, kimsin sen, necisin,” dedi. Yüzünü süzdü, gözlüklerinin arkasındaki gözlerine daldı. Ama bulamadı hiçbir şey. Ağaçlar, dün akşamdan kalma yağmurların terini yüzüne atıyor. Kaldın öylece, kadınların arasına karışıp bir ağıt tutturdun:
Kaynar kazanlar gözlerim oldu anacığım. Görmediğim günlerin ateşim, bakmadığım yüzün vatanım oldu. Susarak ördüm ruhunu içime. Diktiğin ağaç gibi kalaydın. Sularımla köküne dolaydım. Yaprağında saklanan yemiş olaydım. Yıkılırken dallarında rüzgâr, bir düşen yaprak da ben olaydım. Ah ettiğini yurt sanaydım, kül ettiğine can olaydım. İki ağaç olup yan yana duraydık. Sen bana, ben sana bakaydım, gölgene karışıp da sana sahip olaydım anacığım.
Dünya boş ve yoksul senin gözlerinde. Unutulmuşsun. “Anacığım,” nidanı da duymadılar. Ya da duymak istemediler. Ölünce sevilir herkes, anlamadın mı? Sen de ölünce sevileceksin. Kendini görmüyorsun, işin ilginç yanı kimse de seni görmüyor. Elbirliğiyle körlüğü oynuyorlar. Seni öldürmemek için bunu yapıyorlar. Sığırcıklar, çekirgeler bu anlaşmazlığı fırsat bilip avluyu dövdüler. Annen gitmiş, evin kokusunu da götürmüş. Kim geçecek annenin yerine, başkası onun gibi seni sevebilir mi, sen başkasını onun kadar sevebilir misin? Ama annene olan kinin de gelip gitmiyor değil. Ağlamak ruhundaki asıl sesi bulandırıp unutturuyor. Gelin etmeye heves annenin o altıncı parmağıyla kafana vuruşu aklında. Hasırı çektin altına, dizlerini döve döve döndün kalabalığın ardına. Halanın karışmış yüzüyle göz göze geldin. Fırlayıp avlunun bir ucuna, abinle fısır fısır konuştular. Şeytanlığından hiçbir şey kaybetmemişti. Bir süre sonra o da seni görmemeyi öğrendi. Yeni gelen kadınlara çay vermek için ayağa kalktın. Çaydanlığa anıların dolmuştu, tepsideki bardakları doldurdun. Kadınlara götürüyordun ki senin bir küçüğün, kız kardeşin hızla tepsiyi elinden çekip nefretini oracıkta bedenine bıraktı. Üşümüştün. Bu yalnızlık kalbini kırıp öldürüyor. Yutkunamadığın her an, midenin çeperlerini açlık ve üzüntüyle birlikte ağrılar sıkıştırıyordu. Çeşmenin musluğu şırıltıyla açıldı, sonra ağzına hortumu geçirip avluyu baştan sona suladılar. Toprağın kokusu, evin eski kokusunu bastırıyordu. Merdivenleri adımlayıp yirmi beş yıl evvele gittin. Ev, içindekilerle birlikte ezilmişti. Arkandan tuhaf, dalgalı bir ses, “Abla git buradan, öldürecekler seni,” dedi. Bu erkek kardeşindi. İçeri çektin onu, küçüklüğünde her ağladığında göğsüne bastırır, sakinleştirirdin. Yine aynısını yaptın, kokusunu içine çektin, annen gibi kokan tek şey kardeşindi. Pencereden duvara güneş taze kesilmiş bir kavunun içi gibi vuruyordu. Sedirlerin üstündeki bu akşam güneşi, duvardaki ceylan desenli halıları cennetten bir yere çevirmiş, ceylanların yanındaki cerenlerin masumiyetini parlatmıştı. “Beni köye götür,” dedin kardeşine. Başını omzundan alıp yüzünü aralık dudaklarıyla seyretti, “Tamam, biraz sonra sen önden çık. Sokağın sonunda dön, köşedeki çeşmede bekle beni,” dedi.
Kamışlı’ya biraz daha yakındın. Köydeydin. Kardeşin kilide anahtarı sokup dilini çevirdiğinde, çocukluğun da seninle birlikte içeri giriverdi. Dayanılmazdı, iki evin anıları fazla geliyordu. Dışarıdaki taşlara oturdunuz. Annenin diktiği kiraz ağacının altına. Nerede bir boşluk bulsa, bir kiraz ağacı dikerdi.
Kardeşin, “Öldürüleceğini bile bile ne diye geldin abla?” dedi.
Eşarbını çenenin hizasından açıp omuzlarına birer ucunu bıraktın, “Ha ölmüşüm ha kalmışım, ne fark eder. Bir pencere kenarında yabancı bir kentte, tanıdık birini aramak nedir, bilir misin?” dedin.
Daha da üstelemedi. Suskuya gömüldü. Taş soğuktu gidip içeriden minder getirdi. Sen ise hayatın her bir yanına düzensiz dikilmiş kiraz ağaçlarını seyrettin. Annen, daha on altı yaşlarındayken Suriye sınırı boyunca kazıklar çakılıp tel örgüler örülüyordu. Hem bu taraftan hem de diğer taraftan işçiler beraber çalışıyordu. Hiçbir zaman uyanamayacağı bir düşün içine tıktırılmıştı. Suriye tarafındaki işçilerden birinin oğluna gönlünü düşürmüştü. İşçiler, öğlen yemeğine oturduklarında azıklarında domates, peynir, karpuz, meyan şerbeti ve kiraz vardı. Oğlan ve annen kiraz çekirdeklerini çukur kazar, içine doldururlardı. Tel örgü işi bitince aşk acısı yerini kiraz çekirdeklerine bırakmıştı. Annen, günleri sektirmeden kiraz çekirdeklerini suladı. Bir sonraki baharda fide oldu kiraz çekirdekleri. Birkaç yıl sonra serpilip ağaca dönüştü, tel örgüleri ağacı ikiye ayırmıştı, bir dalı Suriye tarafına diğer dalı bu tarafa düşmüştü. Meyve verdikçe veriyordu, bu taraftaki kirazları çocuklar yiyip bitirirken Suriye tarafındaki kirazlar dallarında çürüyüp toprağa düşüyordu. Zaman geçtikçe toprağa saplanan çekirdekler birer ağaç oluyordu. İşte annen aşkını süpürüp toprağın altında her gün yeşerttiğinde, dünyaya ve çevresine karşı kinini de büyüttü. Sonunda babanla evlendirdiler. Babanı sevmiyordu, onun sessiz yürüyüşüne bile bahane bulur kavga çıkarırdı. Çocuklarını da hiç sevmedi, dünyayı dayattıkça sizlere bir bir ayrılıp kaderinizi çizdiniz. O kara taşlı avluda, annene itaat ettikçe köle mertebesine gelmiştin. İtaatin ve köleliğin kesinleştikçe seni yok sayıyor, görmezden geliyordu. Ta ki sen onu terk edip kalbinde boşluk, ruhunda kimsesizlik bıraktığında, sana geri dönmeye çalışsa da bulamadı seni.
Kirazlara baktın, arsızca her yerden başını dikip köklerini duvar diplerine sığdırmışlardı. Utandığın, saklamak için her yolu denediğin serçe parmağındaki altıncı parmak göründü. Annenin tek mirasıydı. Çektin elini dizinden. Başını çevirip içeriyi izledin. Köşede üst üste dizilmiş döşekleri ve yorganları gördün. Nakışlı yorgan kenarlarında kırk üç yılını gezdirdin.
Mustafa Orman