Muhammed Kâmil Hüseyin’in geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrilen romanı Ortadoğu’nun En Uzun Günü, İsa’nın çarmıha geriliş sürecini iyi ile kötü, doğru ile yanlış, geçmiş ile bugün, varsıllık ve yoksunluk gibi birçok düalite üzerinden ele alan özel bir kitap. Yunus İnanç tarafından Türkçeye çevrilen kitap, aynı zamanda yazarın bütün bir Ortadoğu coğrafyasını içerisine dâhil etmesiyle de anlam kazanan bir eser.
Kâmil Hüseyin, 1901 Mısır doğumlu bir yazar. Hayatı boyunca Kahire’den Londra’ya kadar birçok farklı şehirde bulunmuş, yaşamış, yazmış bir isim. 1977’de vefat edene kadar oldukça hareketli bir yaşam süren, aldığı tıp eğitimini tatbik etmek ve ardından öğretmek için yoğun bir mücadele gösteren Kâmil Hüseyin, hayatı boyunca tanık olduğu birçok unsuru metinlerine de taşımıştır. Bu anlamda başı çeken eseri Ortadoğu’nun En Uzun Günü (Karyetu’n Zalime) isimli romanıdır.

Ortadoğu’nun En Uzun Günü’nde İsa’nın çarmıha gerilme sürecini işleyen Muhammed Kâmil Hüseyin, romanı kurgularken belirli bir bakış açısıyla hikâyeye yön verir. Yazarın zihni, İsa ile ilgili hemen hemen tüm kaynaklarda dolaşmakla birlikte onun yazınsal serüveninin merkezinde İslami metin ve eserler yer alır. Bu noktada yazarın İsa’nın serüvenini kurgularken daha çok İslami kaynaklar üzerinden hareket ettiği söylenebilir. İsa’nın başına gelenler, yaşadıkları ve yaşamının ardından olanlar (elbette ölümü ile ilgili tevatürler de dâhil olmak üzere) bu tür göndermeler üzerinden değerlendirilir. Kâmil Hüseyin’in bu noktada oldukça belirgin bir tercih yaptığı ve kurgu dünyasını da buna uygun olarak şekillendirdiği ifade edilebilir.
Roman, birçok noktada okura oldukça zorlu bir hikâye sunacağının ipuçlarını verir. Bu kimi yerde insanoğlunun kendi vicdanıyla hesaplaşmasını kimi yerdeyse birbirleriyle olan çatılmasını içeren özel bir durumdur. Sözgelimi anlatıcı, metnin henüz girişinde şöyle bir ifadeye başvurur: “O gün insanlar, vicdanlarını öldürmek istediler. Onların bu isteği insanlığın en büyük musibetine ayna tutmuştur.” (s. 8-9) Bu musibet giderek ağır basarken insanoğlu için daha acı günler ufukta belirmektedir.
Kâmil Hüseyin’in bildiği, bir parçası olduğu coğrafyayı kendi insanını da işin içerisine dâhil ederek hikâyeleştirmesinden söz edilebilir. Bu noktada yazarın kaynağını kendi içerisinden ürettiği ifade edilebilir. Ortadoğu’nun En Uzun Günü, bir Ortadoğu romanıdır. Romanın merkezinde bu coğrafya yer almaktadır, tabii başta Filistin. Dolayısıyla yazar en iyi bildiği coğrafyayı, en iyi bildiği halkı, en iyi bildiği başlık ve sorunsalları hikâyenin merkezine yerleştirir. Bu da tıpkı yazının başında da belirttiğimiz gibi yazarın otobiyografisine paralel bir şekilde ele alınabilir. Nasıl ki Kâmil Hüseyin metinlerine kendi yaşantısına dair anekdotlar ekliyorsa ele aldığı hikâyelerin ona ve bir parçası olduğu topluma dair göndermeler içermesi de oldukça anlamlıdır. Dolayısıyla yazar ile roman birçok noktada birbirine paralel bir gelişim çizgisi gösterir.
Ortadoğu’nun En Uzun Günü, İsa’nın çarmıha gerilmesine doğru giden süreci birçok detayla ele alır. Burada genel olarak üç farklı bakıştan ve alt hikâyeden söz edilebilir. Bunlardan ilki şüphesiz İsa’nın serüvenidir. İsa’nın yaşadıkları, ailesi, yakın çevresi ve halkıyla yaşadıkları, aralarındaki gerilim ve onu çarmıha gerilmeye götüren süreç ana hikâyeyi belirler. Diğer tüm hikâyeler bu ana hikâyenin bir parçası olarak gün yüzüne çıkar ve gelişir. Bu yönüyle de romanın ana çizgisi belirlenmiş olur.
İsa’dan roman boyunca söz edilirken metne müdâhil olan bir başka bir sesten/bakıştan söz edilebilir. Bu, çoğunlukla yazar anlatıcı üzerinden tanrının sesidir ve bu ses sürekli çeşitli düaliteler üzerinden insan doğasını ele alır. İnsanın ne yapıp ne yapamayacağı, hayatı boyunca yüzleşmek zorunda olacağı sorunlar, geçmiş ile şimdi, şimdi ile gelecek arasındaki bocalamaları… Tüm bunlar romanın İsa üzerinden geliştirdiği ve kitap boyunca Kâmil Hüseyin’in görünür kıldığı ana problemlerdir. Romana eklediği bakış da bu yönüyle oldukça kıymetlidir; çünkü hem belirli meselelerin tartışmaya açılmasını sağlar hem de kutsal bir hikâye dile getirilirken bunlar o kutsallığı da işin içerisine dâhil ederek yapılır.
Romanın ikinci safhasında İsa’nın havarileri söz konusu olur. Bu bağlamda başta Matta ve Markos İncilleri olmak üzere kendilerinden bahsedilen ve romanda da konu edilen havariler şunlardır: Simon Petrus, Andreas, Yakup (Zebedi’nin oğlu), Yuhanna, Filipus, Bartolomeus, Tomas, Matta, Yakup (Alfeus’un oğlu), Taddeus, Gayyur Simun ve Yahuda İskariyot. Bu noktada Kâmil Hüseyin, havarileri bir bütün olarak ele alır ve onların İsa’ya ihanetlerini, bağlılıklarını, aldatmalarını, birlikte hareket etme dürtülerini işler. İsa’nın Golgota tepesinde sonlanan serüveninde onların payı da oldukça büyüktür. Tüm bunlar başta İncil olmak üzere Kuran’da da tartışmaya açılmış, tanrı da bu hikâyeyi dile getirirken her birine ayrı bir parantez açmıştır. Dolayısıyla kutsal metinler üzerinden hareket eden Kâmil Hüseyin için havarilerden, onların kişiliklerinden ve düşüncelerinden uzak bir anlatı söz konusu olamaz.
Roman boyunca gündeme gelen üçüncü bir bakış ise doğrudan yazar anlatıcı ile ilgilidir ve bu bakış her şeyi kuşatır. İsa, havariler ve tüm yan karakterler bu göz ile anlam bulur. Yazarın dışarıdan bir gözle kurguladığı bu bakışta her şey birleşir. Tanrının varlığı ve anlamından İsa’nın üstlendiği misyona, bu serüvende havarilerin payına ve ihanetlerine kadar her şey gündeme gelir. Oldukça tempolu, yoğun, arzulu ve her şeyi didik didik eden bir bakıştır bu. Kâmil Hüseyin’in bu bütünleyici gözle her şeyi bir araya getirdiği ifade edilebilir.
Muhammed Kâmil Hüseyin, Ortadoğu’nun En Uzun Günü’nde İsa’nın hikâyesini Ortadoğu’ya has bir yaklaşım, dil ve bütünlükle ele alırken bunu bir kurgu metnin gerekliliklerinden uzaklaşmadan yapar. Yazarın bu tercihi hem hikâyeyi didaktik olmaktan kurtarır hem de onu kendi öznelliği içerisinde biricik yapar. Yunus İnanç tarafından çevrilen eser, “doğruyu söyleyebilme cesaretine sahip olmayan, vicdanının ışığı yolunu aydınlatmayan bir toplumda herkesin o büyük suçun ortağı hâline gelmesi”ni merkezine alır. Bu kolektif günah, böylelikle beraberinde ve içerisinde türlü bireysel serüveni de barındırmış olur.
Roman nihayete ererken anlatıcının dile getirdiği şu söz, bütün bir hikâyeyi ve hikâyenin üzerine inşa edildiği temel düşünceyi özetler gibidir: “Tanrı’nın kendilerine nurundan bağışladığı kimseler, sabır ve tahammül hayatından, uzun düşünme ve derin tefekkür sevgisinden faydalanırlar. Böylece hikmetin en yüce mertebelerine ulaşırlar.” (s. 179)
Büşra Tan