Arzu Anlar Saraç

“El kadar kıza nasıl da yükleniyonuz, vicdansızlar. Eti ne budu ne ki şuncağızımın öldürsün o koca herifi?”

Bir yandan şevkle önündeki pirinci ayıklarken öte yandan da o stüdyoda oturuyormuş gibi televizyona laf yetiştiren anneciğe baktı Narin. Kadının yanağındaki pembeden kırmızıya, kırmızıdan mora, sonradan da yeşile dönen lekeye takıldı gözü. Birkaç güne bir şeyciği kalmaz, silinir gider o leke de, diye düşündü. Hep silinmiyor muydu zaten. Kadının ocağın üstünde pişmeye bıraktığı sarma tenceresinin kapağı tıkırdamaya başladı. Baharatla karışık, limonlu, salçalı o alışıldık koku iki kulaç büyüklüğündeki mutfağı çoktan esir almıştı. Narin’in ağzı sulandı, akan salyalarını diliyle toparlayıp bir gulk sesiyle yuttu. Stüdyodakilerin ufacık kıza katil zanlısı yaftası yapıştırmasına öfkelen anneciğin hıncını pirinçlerden çıkarışını sessiz bir huzur içinde izlemeye koyuldu.

“Neler çekmiş yavrucak. Bu sunucu bozuntusu ne anlasın ki halden. Ona göre her şey hoş. Üç gün yaşasa bizim buralarda anlar da… Hiç sevmiyom Narinim ben bu kadını.”

Narin incecik dudaklarını yay gibi gererek gülümsedi, anneannesinden miras yörük gözleri enikonu çekildi. Yaşından yaşlı görünen yüzü hepten kırıştı. Kadın, kızının tıknaz vücuduna emaneten yerleştirilmiş gibi duran kocaman kafasını okşadı. Kızın biçimsiz kollarından sarkan güdük parmakları kadının yüzündeki lekeye uzandı. Kadın utandı, başının üzerine bohça gibi toparladığı yemenisini indirip yüzündeki izi örtüsünün altına gizledi.

“Tezgahtaki yaprağı suya basıver kuzum, ben içini hazırlayana kadar tuzu çıksın,” dedi her zamanki telaşlı sesiyle.

Anneciğin bir şeyleri örtmek yahut kocasının gazabından sakınmak için telaşını kalkan ettiğini bilirdi Narin. Bilmiyormuş gibi yaptı. Hep ‘mış gibi’ yapardı zaten. Anlamıyormuş gibi, görmüyormuş gibi, düşünmüyormuş gibi, bir zaman sonra da konuşamıyormuş gibi. Kızının sessizliğini aklının yarımlığına yorardı babası. Ona göre evlilik çağına gelmiş ama bir boka yaramayan, şekilsiz, fersiz, cılız bacaklarının üzerinde doğrulduğunda bile yarım adam boyundan fazla etmeyen bir insan müsveddesiydi kız. Doğduğunda anlamamıştı tuhaflığını da zaman geçtikçe arızalı olduğuna iyice emin olmuştu. Karısının rahmini lanetleyen de, adamın soyunu kurutan da bu garabet değil miydi? Acıdığından, tiksindiğinden ya da korktuğundan mıdır bilinmez, aklından geçenleri demezdi. Nihayetinde yok saydı Narin’i. Bakmadı, duymadı, konuşmadı. Allah zaten belasını vermiş, bir de ben tebelleş olmayayım, diye düşünüyordu belki, kim bilir. Ama Narin bilirdi. Bilmez gibi durur, bal gibi de bilirdi. Baba geldiği vakit eciş bücüş bedenini gölgelerin ardına gizlerdi. Öyle tembihlemişlerdi, babayı gördükleri gibi dile gelen boşboğaz kulak cinleri, “Baba geldi kaç, baba geldi kaç!”

Eve gelmesiyle hepi topu iki saat ayık kalabildiğinden babadan saklanması hiç de zor değildi. Rakısı eşliğinde yemeğini yer, odun gibi sesiyle bir türkü tutturur, anneciğe günlük eziyetini ettikten sonra mutfaktaki sekinin üzerinde sızıp kalırdı. Annecik ise o sızana dek deli bir arı olup etrafında pür telaş döner, lafını yer, arada dayağını yer, en çok da kendini yerdi. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi televizyonu açar, kocasının horultusu eşliğinde şu hiç sevmediği kadının gece kuşağında tekrarı verilen programını izlerdi.

Narin sekiden kuş gibi zıplayıp indi. İki karış boyundaki kütüğü lavabonun önüne ıkına sıkına çekti. Üzerine çıkıp çeşmeden leğene su doldurdu. Süzgeçte yatan büzüşmüş üzüm yapraklarını suya bastı. Yapraklar usul usul kendini salmaya, açılıp büyümeye başladı. Ne güzel olurdu beni de suya bassalar, diye düşündü. Çok yıkansa o da böyle enine boyuna büyür müydü? Anneciği her şeyi denemişti de olmamıştı işte. Yaradan herkese verdiğini Narin’e çok görmüştü. Baba’dan gizli doktorlara, çermiklere, hatta hocaya bile götürmüştü annecik onu. Narin azıcık aklını da, iki cümleden ibaret sözünü de o hocaya gittikten sonra yitirmişti. Hoca üfürdüğü dualar, sardığı muskalar, okuduğu sular işe yaramayınca suçu cinlere atmıştı. Narin ona musallat olduğu söylenen müstakbel cinlerini kabullendi. Zamanla kendine dost edindiği huysuz, geveze cinler de o gün gelip oturmuşlardı kulağına. Sonrasında bir daha da açmadı ağzını Narin. Gel gör ki anneciğin çaresi tükenmiş, elleri hepten boş kalmıştı. Acaba bu yüzden mi artık eskisi gibi değildi elleri? Kış geldiğinde yaprakları dökülen dut ağacının ince dalları gibi bükülmüşlerdi. Eklem yerleri ağaç kabuklarından da katıydı. Ama yine de durmazlardı. Her gün tencere tencere sarma sararlardı. Eskiden o sarmalar kadar ince ve düzgündü parmakları. Sarmaları sattığı lokantanın sahibi, “Bunu senden iyi yapan yok,” derdi anneciğe, “müşteriler bayılıyor.”

“Narinim, taştı ya su güzel kızım,” diyerek artık eskisi kadar kıvrak olmayan dizlerinin üzerinde doğruldu kadın.

Güzel miydi Narin? İçi kıpıdandı bir an. Bir dalda bir tomurcuk patladı, yüzüne yayıldı. Annecik ne diyorsa oydu. “Ne gülüyon kız?” dedi kadın keyifle. Kızın boynunu gıdıkladı. Narin kıkırdadı. Yine gözleri çekildi. Kadın, kızının yüzüne baktı, yemenisini yanağının üzerine çekti. Yaprakları sudan çıkarıp bir güzel sıktı. Tekrar büzüşen yaprakları onları icitmeden, özenle açarak yerdeki sininin etrafına dizmeye başladı.

“Bak görüyon mu, nasıl da ağlattılar kızcağızı. Ben yapmadım diyor yavrum, başka da bir şey demiyor. Hiç aklı yok bunların. Nasıl kaldırsın o koca küreği de indirsin izbandut gibi herifin başına? Almışlar bir ceylan yavrusunu ortalarına, eğleniyorlar kurtlar.”

Narin, annecik televizyona kilitlendiğinde çok iyi hissederdi kendini. Telaşının yerini başka bir şey alırdı anneciğin. Sanki sadece o zaman görünür olurdu gerçek hali. Kızgınsa kızgın, mutluysa mutlu, şaşkınsa şaşkın. Her şeyi yerli yerine koymak isteyen, pır pır gezinen bir robottan kanlı canlı bir insana dönüşürdü. Baba gelmeye yakın annecik tekrar robot olurdu. Narin de öyle. Kulak cinlerinin “Baba geldi kaç!” komutuyla anneciğin etrafında kelebek gibi uçuşan, evdeki varlığından emin o kız gider, yerine her şeyi ve annecik de dahil herkesi kapıların ardından izleyen kız gelirdi. Narin’in varlığı yokluk olurdu o vakit. Annecik bile görmezdi onu. “İnsan görmediğine ilişmez,” derdi annecik. Görünmez olursa baba da ilişemezdi Narin’e.

“Narinim nasıl unuttuk?” diye tiz bir çığlık attı kadın. “Hendeğe göz kulak olun dediydi baban, köpek möpek kapatmasın.”

Narin’in tüyleri dikenlendi. Baba iki gündür asmaların altına bir çukur kazıyordu. İşe koyulduğu ilk gün bahçeden gelen sesleri duyan Narin merakla cama koşmuştu. O an hayatında belki de ilk defa babayla göz göze geldi. Hemen perdenin ardına gizlendi ama babanın kurda dönen yüzünü görmesine o bir an yetmişti. Baba kürekle toprağı kaldırdıkça onun da yüreği kalkmıştı. Arada dönüp pencereye bakıyordu baba, “Az kaldı az,” diyordu durup durup. İşi bittiğinde anneciğe, “Hendeğe göz kulak ol, yoksa gömerim seni buraya,” diye hırladı. Narin yaprak gibi titremişti. Şimdi yine yaprak gibiydi. Kızının betinin benzinin neden attığını anlamadı kadın.

“Rakı yapıp, toprakta dinlendirecekmiş. Bir bu eksikti başımıza. Çok pahalıymış artık, ondan sebep evde yapacakmış. Hadi kuşum bir koşu bak da gel. Baban gelmeden ben de şunları halledeyim,” dedi kadın.

Narin yamuk belini becerebildiği kadar doğrultup kısa bacaklarını sürüye sürüye bahçeye çıktı. Babanın kazdığı çukura baktı. Eni boyu Narin’i alacak kadardı. Sanki çamurdan bir canavarın koca ağzıydı çukur. Nefesinin tıkandığını hissediyordu. Canavarsa karanlık ağzını açmış onu bekliyordu. Arkasından biri çukura doğru ittiriyordu Narin’i. Yerde duran küreğe ilişti gözü. Tutup kaldırabilse canavarın ağzına ağzına vuracaktı da gücü mü yeterdi sanki.

“Baba Narin’i gömecek, baba Narin’i gömecek…”

Kulaklarında uğuldayan sinekleri kovalar gibi savurdu ellerini başının etrafında. Sussunlar istedi. Kulak cinleri daha da hızlandırdı şarkının ritmini, “Baba Narin’i gömecek, baba Narin’i gömecek…”

Aksayan ayağıyla çukurun etrafına yığılmış toprağı hırsla içine iteledi Narin. Buna bile gücü zor yetti. Ama babanın gücü her şeye yeterdi. Anneciği duvardan duvara çarptığını görmüştü bir keresinde. Sofrayı kaldırıp yere çaldığını da… Ama Allah var, en çok da annecik yediği dayaktan sonra yerde ölü gibi yatarken babanın kuduz bir köpek gibi hırlayarak anneciğin üstünde gidip geldiğini gördüğünde korkmuştu. Babaya kimsenin gücü yetmezdi. Bunları düşünürken bir yandan da canavarın ağzını toprakla doldurmaya devam etti. Canavarın ağzı kapanınca durdu, eve döndü.

Annecik sarmaları bitirmiş, babaya yemek yapıyordu.

“Narinim bu ne hal, toza toprağa bulanmışsın. Hadi git bir su dökünüver. Ben yemeğini odana getiririm,” dedi.

Narin bitkin bedenini ancak çekyata kadar sürükleyebildi. Kafasını yastığa koyduğu anda en sevdiği yerde buldu kendini. Lokantadaki adam kızın önüne üzerinde iki top karadutlu dondurma olan bir tabak keşkül koydu, başını okşadı. Karadutun şekerli ekşi tadı ağzının içine yayıldı. Annecik masaya tabakları dizdi, adam yemekleri tabaklara doldurdu. Narin gününün nasıl geçtiğini uzun uzun anlattı onlara, sanırsın televizyondaki o sarışın sunucu kadın konuşuyor. Annecik kafasını adamın omzuna dayamış huzurla Narin’i dinliyordu. Narin’in gözü duvardaki çerçeveye takıldı. Annecik, babacık ve Narin diş macunu reklamlarındaki mutlu aileler gibi dişlerini göstere göstere gülüyorlardı. İçi tomurcuklandı yine, ılık ılık… Nereden geldiğini anlamadığı keskin anoson kokusu genzini yaktı, içi bulandı. “İkinizi de öldüreceğim!” diyen bir ses rüyanın orta yerine bıçak gibi saplandı. Yırtılan rüya sıvılaştı. Gördüğü her şey eriyip dağılmaya başladı. Annecik, babacık, karadutlu dondurma birbirlerinin üzerine akarak tek bir renk haline geldi; siyah.

Odanın zifiri karanlığına gözlerini açtı Narin. Göz kapaklarını sıkıca yumup lokantaya geri dönmek için çabaladı ancak aynı ses tekrar tırmaladı kulaklarını, “İkinizi yan yana gömerim, şerefsizim, hayatımın içine sıçtınız ulan! Kaz şu toprağı, kaz.”

“Baba anneciği gömecek, baba anneciği gömecek!”

Narin kulağında oturan cinleri savura savura bahçeye koştu. Annecik elinde koca kürek, yemenisi yerde, saçı başı tiftik, ağzı burnu kan içinde; annecik titrek, yaprak gibi. Baba başında dikilmiş, elinde koca şişe, “Kaz ulan, daha derin kaz. İki gün uğraştım ben burayı açmak için,” diye böğürüyor anneciğe. Canavarın ağzı kocaman açılmış yine, anneciği yutacak. Canavar aç. Annecik güçsüz, Narin güçsüz. Annecik ölürse Narin de ölür. Narini annecikten başka seven yok.

“Gel lan buraya hilkat garibesi! Senin bok yemen mi bu?”

Baba asmalardan sarkan lambanın cılız ışığıyla gittikçe büyüyen gölgesini arkasına alıp Narin’in üstüne yürümeye başladı. Lamba sallandıkça babanın gölgesi dev bir gulyabaniye döndü. Kadın, ta ki o son yumruk yüzündeki eski lekeye tekrar inip de olduğu yere yığılana dek sesi yettiğince yalvardı, “Yapma, kurban olayım, yapma!” Aynı anda lamba büyük bir gürültüyle patladı.

Narinin kulakları çınladı, “Baba anneyi gömecek, baba anneyi…”

Kadın uzunca bir zaman sonra gözünü açtığında Narin’i yanına çömelmiş buldu. Hava aydınlığa dönmüştü. Horoz üç kere öttü. Kızcağız çamurdan yapılma bir çocuk heykeli gibiydi. Yüzünde kurumuş kan damlaları, ileri geri sallanarak ağlıyordu. Kadın sonunda korktuğu şeyin başına geldiğini düşündü. Narin’i mi dövmüştü adı batasıca herif? Allah’ın garibine de mi acımamıştı? Kırılan kemiklerini hiçe sayıp doğruldu, kızın elini yüzünü temizledi. Narin’in ağlamadığını, aksine tuhaf tuhaf gülüyor olduğunu o an fark etti. Bir avuç aklını da yediği dayakla yitirmiş miydi zavallı? Örselenen kızına sıkıca sarıldı. Aynı anda kızın ardında yükselen tümseğe kaydı gözü. Saatlerdir açmaya çalıştığı hendek koca kurdu tek lokmada yutmuş bir canavarın şiş göbeği gibiydi. Tazecik nemli toprağın üzerindeyse kızın iki katı boyunda bir kürek dimdik duruyordu.

Arzu Anlar Saraç