
Yayıncılık tarihimizde bir alt çalışma alanı olarak çeviri yayıncılık, günümüze yaklaştıkça ivmelenerek artmış durumda. Öyle ki Jaguar Yayınları ya da Yüz Kitap gibi sadece çeviri eser yayınlayan yayınevleri yaygınlık kazanmaya başladılar.
Günümüzde modern klasik denilen türde yayıncılık yapmak da tercih edilen bir eğilim olmaya başladı. 1900 sonrası doğan ve günümüze yaklaştıkça ülkelerinin sınırlarını aşan, çağdaş dünyanın küresel sorunlarını ele alan ve bu konularda hem politik bir özne olmaya çalışan hem de gündemine aldığı konuları eserlerinde işleyen bir yazar modelinin artışından bahsedebiliriz.
Romanların ve diğer türde kitapların çevrilerek başka ülkelerde yayımlanması, eski dönemlerde de görülüyordu fakat bu kadar hızlı ve yaygın değildi. Bu “küresel yazarların” bazıları, eserlerini inşa ederken bazı “numaralara” başvurmayı deniyor, gündeme gelebileceklerini düşündükleri konuları işliyor, karakterlerini uluslararası yolculuklar yapmaya zorluyor, gündeme “atlıyorlar.” Kendi varoluşlarını sadece yazarak değil hayali bir mikrofonun sürekli kendilerine doğrultulduğunu varsayarak oluşturuyorlar. Bu madalyonun diğer yüzünde ise edebiyatın evrensel bir zeminde yapılmasının kazanımlarını, eserlerinin niteliğini artırmak için kullanmaları var. Arjantin’de yaşayıp Afrika kıtasının su sorununu çözmeye çalışıyorlar ama kuyu kazarak değil, zihniyetleri etkilemeye çalışarak. Bu da romanları renklendiren ve okunur kılan bir unsur oluyor. Sıcak kahvemizi içerken İzlanda’da yaşayan bir balıkçının zihin dünyasına yakından bakabiliyoruz.
Bütün bu varoluş, “kendileri istemeseler dahi” onları küresel edebiyat sisteminin metalaşan ürünlerini oluşturmaktan kurtaramıyor. İster nitelikli ve derin, ister içi boş romanlar yazsınlar, satış başarısı biraz arttığında pazarlanabilir olmaktan kaçamıyorlar. Geçtiğimiz günlerde Lydia Davis, yayımlanacak olan kitabının Amazon’da satışının olmasını istemediğini söylemişti. Bu ve buna benzer protest tavırlar olsa da roman, tür olarak kitlesel düzeyde satışı manipüle edilebilen türler arasında en ön sırada.
***
Küresel romanın evrenselliğe yönelik ticarileşen yönünü, şiirde ve özel olarak çevrilen şiirde göremiyoruz. Edebiyat tarihimizde, çeviriyi başlatan ve çevirmen kuşaklarının da gelenekler halinde oluşmasını sağlayan bir uğraş alanı olarak çeviri şiir, ne Türk şiiri kadar ilgi görüyor ne de onun kadar okunuyor. Yani zaten içinde çırpındığı havuzda boğulmak üzereyken birileri paçasından aşağı çekerek havuzun dibinde ölmesini istiyor. Üzerinde hiç düşünülmemiş bazı klişe sözler yaygınlaşıyor ve efsaneler oluşuyor. “Şiir çeviride kaybolan şeydir” gibi ya da “Çeviri şiir, yağmurlukla duş almaya benzer” gibi yaygın ve sorunlu ifadeler de onun nefes almasını zorlaştırıyor. Nobel bir başarı kriteri ise eğer, Nobel alması da onun için yeterli olmuyor. Türkiye yayın ekosisteminde, kendisini var etmesi ticari olarak getirisine endekslenmiş halde havuzda yüzmeye çalışıyor. Geçtiğimiz dönemlerde Nobel’e layık görülen birçok şairin (Derek Walcott, 1992; Joseph Brodosky, 1987; Wole Soyinka 1986, Vicente Aleixande, 1977) çevrilmemesinin arka planında bu tür bir yayıncılık atmosferi var. Şiir değil roman getir deniliyor yani. Peki sorun tam olarak nerede? Bu makinede işlemeyen parça nedir?
***
Bu parça, küresel olduğu varsayılan romanlara değer veren ve onda bir şeyler bulabileceğini düşünen, “okur” adını verdiğimiz bileşen. İş şiire geldiğinde bu inancını kaybetmesinin bir tarihi var aslında. Bu tarih, şiire değer verilen dönemlerde, yayıncıların da bu değeri desteklemesi ile canlılığını kısmen korumuş 1950-1980 arası dönem. Başbakanların Ezra Pound çevirdikleri, şiir yazdıkları ve şairler hastalandığında onları yurtdışında tedaviye gönderdikleri bir atmosfer. Şairlerin kentten kovulmadığı ve büyükelçilik yapabildiği yıllar.
Kendisine okur dediğimiz hayali kitlenin tercihleri, yayıncılığımızdaki arz talep durumunun büyük oranda belirleyicisi olduğu için, şiir çevirileri de ya bu işten kazanç beklemeyen yayınevlerine kalıyor ya da böyle bir yayıncılık yapmak yıllık kazancınızı bir miktar azaltıyor. Her iki durumda da okurlar; çeviri şiiri, beşinci sınıf bir romancıdan daha az sevmiş oluyorlar. Çevirmen var, yayınevi var, bilgi var ama okur yok.
İsminiz Louise Glück ya da Octavio Paz olsa da sizi kucaklayacak olan mutlu azınlık aslında bunları dert etmiyor. Yorgo Seferis gibi bir yazarı sorsak toplamda 500 kişinin tanıdığı bir ülkede, ilerleyen yıllara doğru büyük ihtimalle Glück de yayınlanır. Sorun Glück’ü arzulayanların daha önce Gabriela Mistral’in ismini dahi duymaması. Doğru düzgün bir çevirisinin olmadığı Sylvia Plath’ı nedensiz yere sevenler derneği bunu beğendi.
Ümit Güçlü