
Yunus, kadehleri yeniden doldurmaya uzanınca Mustafa reddetti. “Şimdiden oyunbozanlık yapacaksan işimiz var,” dedi Yunus. “Ne alakası var,” dedi Mustafa, “Araç kullanacağım.” “Ben seni bırakacağım.” “Gerek yok, zahmet olur. Aramadı mı daha?” Yunus telefonunu masadan kaldırdı, indirdi. “Hayır.”
Mustafa başını diğer masalara, diğer yüzlere çevirdi. Gülen, somurtan, gürültüden rahatsız öne eğilip karşısındakine kulak kesilmiş ciddi yüzlere. Yunus’tan gelen sigara dumanını savurdu istemsizce. Yunus sigarasını küllüğe bastırdı, bir baktı ona, telefonunu aldı. “Çişe gideyim,” dedi. Hödük. Mustafa uzandı, hödüğün el çantasını çekti, istemsizce etrafına baktı tekrar. Bu gece kendi hareketlerinin kontrolünü eline alabilse iyi olacaktı. Çantanın deri kayışlarını açtı. Böyle bir mekânda böyle bir çantayla, kısa kollu çizgili gömleğiyle, bok rengi kumaş pantolonuyla, uzun ince tel bıyığıyla ne eğreti duruyordu hödük Yunus. Sararmış bir aile fotoğrafından atlamış da gelmiş gibiydi. Doğru, herif Zülfikar dayımın gençliği, diye düşündü Mustafa. İnşallah kaderi de benzer. Dosyalardan istediğini aradı, buldu: Bekir Saray. Makineci. Kız lisede, oğlan ortaokulda. Eşinin mesleği: Ev hanımı. Herhangi bir büyükten referans mektubu yok. Zaten tanıdığın olsa Yunus’a, bana mı gelirsin Bekir Efendi? Islak imzalı sözleşme. Yunus’tan iki seferde toplam dört yüz bin almış. Diğer sayfada Bekir’in el yazısı, titrek. Satırlarda hep aşağı doğru bir kayma. Yunus’a layık bir sözde dilekçe. Son satırları tekrar okudu Mustafa; Bekir, Yunus’la anlaşmadan önceki hayatına dönmek istiyor. Ne yaptın kendine Bekir Efendi, diye düşündü.
“İyice ezberleseydin.” Yunus telefonunu masaya bıraktı, pantolonunu çekiştirip oturdu. “Hafızam tazelensin dedim,” dedi Mustafa çantayı geri verirken. “Utanma, iyi yaptın.” Onun gibi bir hödükten, arsız bir insan artığından mı utanacaktı Mustafa? Yine de kulaklarının ısındığını hissediyordu. “Şunu bir yoklayayım. Alo, hele şükür be Beko. Ağaç olduk. Beş dakikaya kalkacağım, haberin olsun.”
“Ben Bekir, memnun oldum.” Bekir’in tokalaşmasında Mustafa’yı yatıştıran bir şeyler vardı şimdi. Doğru, adam Ahmet dayımın gençliği, diye düşündü. Kaderi benzemesin. Yunus’un çektiği sandalyeye oturdu Bekir. “Kusura bakmayın, mesai işte, erken çıkamadım.” “Canın sağ olsun Beko. Makineci Beko. Böyle dememe alınmıyorsun değil mi lan? Beraber iş gördüğümüz insanlarla belli bir derece samimiyet.”
Mustafa Bir Yunus’a bir Bekir’e bakıyordu. Ne yaptın kendine Bekir Efendi? Tombul yanaklı, ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş, sıkılgan aile babası Bekir. Bir bak etrafına, gecenin bu saatinde olman gereken yerde misin? Mustafa istemsizce etrafına baktı. Gecenin bu saatinde, olması gereken yerde miydi? Rahmetli dayılarını düşündü, olmaması gereken yerlerde ikişer kurşun yemiş iki dayısı. Gözlerinin altı kara, aynı yerde başka hayatların düşünde kazan kaldırmış bazı işçilerin önüne siper olup bayrak sallayan Ahmet dayıyla artık illallah etmiş, başka yerlerde başka hayatların düşünde bazı işçilerin peşine takılıp Yunan sınırına yürüdüğü Zülfikar dayı. İkişer kurşun. Mustafa’nın aklına hemen er geç kendi yumuşak etine saplanacak mermiler düştü, bundan kaçmak mümkün müydü? “Bundan kaçılır mı?”
“Bakma sen Beko,” dedi Yunus, “Çok da içmedi ama kafası gitti herhalde. Genç adam Mustafa, elinden öper Mustafa. Konuşsana lan Mustafa, neyden kaçılır mı?” Mustafa işi ele alma sırasının geldiğini anladı. “Ne içersiniz, sorduk mu?” dedi. “İçmem,” dedi Bekir, “Yarın fabrikada erkenciyim.” “Bir oyunbozan daha. Arkadaş ne keyiften anlarsınız ne hayattan,” Yunus biraz daha konuşacaktı şimdi, onun gerçek besini buydu; etrafındaki herkesi küçümseyecek, kendisininkilerden üstün herhangi bir meziyeti zehirli diliyle kamçılayacak, kamçıyı vurdukça kendisi deniz seviyesinden yukarıda görünecekti, mühim olan görüntüydü, etrafındakilerin hayatlarına on yıllardır ne kattıkları, ne kazandıkları değil, Yunus’un son beş on senedir nasıl göründüğüydü mesele, onun gibilerin mahallelerinden, gitmedikleri okullardan, görmedikleri görgülerden utanıp sıkılacağı, mesela sözünün kesildiği, adam yerine konulmadığı günler geride kalmıştı değil mi, asıl görgü Yunus’un gördüğüydü, asıl meziyet Yunus’un kamçısında, onun gibilerin sırtlarını okşayan ellerde, eğreti deri çantalarında ve kabarık cüzdanlarında. Bunu da şu enik Mustafa da sinik Beko da böyle bilecekti artık. Bir enik gibi titredi Mustafa. “Öyleyse sizi çok tutmayalım Bekir abi, sadede gelelim.”
“Kâğıtta yazdığım gibi.” “Dilekçe diyelim ona,” dedi Yunus, kendini Bekirlerin ve Mustafaların devleti addederdi, dilekçesiz, sözleşmesiz, senetsiz, imzasız çalışmazdı, “Dilekçe olsun,” diye düzeltti Bekir, sırtını dikleştirdi. “Dediğim gibi, pasaportumu geri istiyorum.” Gerisini tahmin etmek kolaydı. Yunus, elbette Bekir’i buraya onun işini çözmeye davet etmemişti, Mustafa’yı ise aksine işi öğretmeye, Bekir’e gözdağı verdirmeye. Mustafa, “Şu durumda üç seçeneğin var Bekir abi,” dedi,” Birincisi, sekiz yüz bin lira getirirsin, sözleşmen de dilekçen de kayıtlarımızdan silinir, pasaportuna tekrar kavuşursun.” Bekir’in istemsiz hareketlenmelerinden bunun olmayacağı zaten belliydi de Mustafa da işini yapmalıydı. “Bu parayı pasaportu sattığın arkadaşı iknaya ve zararımızı gidermeye harcarız.” Yunus bir şişe şarap daha açtırdı. “İkincisi, dilekçeni geri çekersin abi, hayat kaldığı yerden devam eder. Üçüncüsü,” Üçüncüsü, malum, Mustafa’nın ceketini sıyırmasıyla belinde beliren parlaklık.
“Valla Beko, ortalığı iyi soğutuyorsun,” Sırıtıyordu Yunus, “Ne yapacaksın pasaportunu geri alıp? Geçen sene böyle bir derdin yoktu.” “Bakın, geçim zor. Fabrikadan çok kişi ayrıldı, herkes başka bir ülkeye.” Bekir’in dikkati dağıldı, keyiflenmiş gibi görünüyordu. “Her memleketin uzmanlığı, açığı başka. Aydınlatmacılar Fas’a, atıyorum kaynakçılar Belçika’ya, benim gibi kompresörcüler Fransa’ya gider.” Mustafa güldü, stres her bedende farklı bir etki yaratıyordu, Bekir’i sevimli bir boşboğaza çeviriyordu. Hemen ardından bu gece kendi sıkışmışlığının bedeninde nasıl vuku bulduğunu fark etti; geldiklerinden beri müziği duymamış, anlamamıştı, sanki boş bir odada kulakları uğuldayarak oturuyordu. Başını hafifçe salladı; duymaya zorladı kendini, kahkahalar, camların çıngırdaması, hoparlörlerin titreşimi duyargalarından içeri doldu. O burada, Yunus’un yanında, Bekir’in karşısında. Onurlu babasından fersah fersah uzaktaydı. Şişeye uzanıp kadehini doldurdu. İlla içilecekse o da içecekti. Neydi o Yunus’u iğneleyici bakışları? Burada onun gözetiminde, onun koştuğu işte değil miydi? Kendini farklı görme, Yunus’unki gibi yapma değil de doğal yollardan deniz seviyesinin üzerinde olduğunu sanma, hepsi boştu. Ceketi hoş kesimli bir blazer ceketti ya az evvel ceketinin altından silahını göstermemiş miydi adama? Şarabı dikti kafaya. “Cevabını alalım, Bekir abi.”
“Bakın, neler duyuyoruz. Sizinkisi mazluma yardımcı olmak, yanlış anlamayın da başka insanlar ne kötü şeyler yapıyorlar. Hayatımda hiç duymadığım kötülükler. Pasaportumu kullanan kişi suç işliyor diye aklım çıkıyor.” Yuh artık Bekir. Bu kadar naif olmak senin gibilerin kanında mı var, diye düşündü Mustafa. Elbette bir yasaklı, bir suçlu senin kimliğini kullanıyordu, parmak izlerinin Müdürlükte iki saniyede değiştirildiği basit ama pahalı bir işti bu; belki para belki uyuşturucu, belki insan kaçırırken Bekir Saray nice sınırlardan girip çıkıyordu. Temiz bir pasaportun üzerinde görünmez kirli izler. “Aşk olsun be Beko,” Yunus masaya karşı ilgisini yitirmiş, sakız çiğneyerek kapıdan girip çıkanları, diğer masalardakileri kesiyordu. “Hem gerçekten gitmem lazım, arkadaşlar bir fabrikada yerimi ayarlamışlar, müdürleri mektup gönderecekmiş, vize falan sıkıntı olmayacak,” “Bizden aldığın para suyunu mu çekti?” diye sözünü kesti Mustafa. “Oturduğumuz evi satın almak için eksik kalan paraydı o.” “Evet, neyse, Mustafa üç seçeceğin olduğunu söyledi. Kararın nedir?” dedi Yunus, çantasını eline aldı.
“Hiç olmadı,” Başını istemsizce yukarı aşağı hareket ettiriyordu Bekir, “Müdürlüğe gidip pasaportumu kaybettiğimi söyleyeceğim, yenisini ısmarlayacağım.” Yunus sağlam bir bahşişle hesabı masaya bıraktı, çalışanlardan bir kızı yanağından öptü, Mustafa’nın kolunda Bekir’le dışarı çıktılar. Sallanarak şarkı söyleyenleri, midyecileri, tekelleri, çorap satıcılarını geçtiler. Yunus, Bekir’le o geceki işlerini halletmek için kuytu bir sokak arası, çöplük arkası, sokak lambalarının aydınlatmadığı bir köşeyi seçmekle uğraşmadı, bu tarz sakınmalar eskide kalmıştı artık, Mustafa’ya ortalık yerde başıyla işaret etti. Bekir şimdi yerde bacağını tutup ağlarken Mustafa ucu ısınmış silahını beline soktu, istemsizce eğilip ona, “Gözünü seveyim bir daha gelme,” diyecekti, “Ne polis ne mahkeme, sana çare yok.” Onun yerine “Haydi selametle,” dedi, “Yarın erkencisin, sana iyi işler.” Hareketlerinin üzerinde tam kontrol sahibiydi artık. Ne yaptın kendine Mustafa Efendi, diye düşündü. Er geç kendi yumuşak etine saplanacak iki mermiydi onu bekleyen. Neyse, tek erkenci Bekir değildi, Mustafa da sabahleyin ilk iş Yunus’un çantasını dolduran dosyalardan bir diğerinin peşine düşecekti. Rüzgâr esti, “Soğudu,” dediler, Yunus önde Mustafa berisinde, geldikleri istikamete yürüdüler.
Duran Emre Kanacı