Erdal Doğan’ın “Sevgi Soysal – Yaşasaydı Âşık Olurdum” adlı Sevgi Soysal biyografisi Agora Kitaplığı tarafından yayımlandı. Osman Akınhay’ın “Sunuş” yazısını tadımlık olarak yayımlıyoruz.

ÇOĞUL ZAMANLARIN YAZARI – BİZİM SEVGİ
Ankara’nın üstüne kömür bulutları boca edilen kış günlerinden biriydi; havalandırmaya çıkarılıp sıraya sokulurken, gündüz vakti Çankaya sırtlarına çöken karanlığa dikilmişti gözlerimiz.
Orası hasretimiz, fakülte bahçemiz. Mülkiyeliler lokalimiz, bildiri meydanlarımız, afiş duvarlarımız, korsan miting alanlarımız, kıtlama çayla ısındığımız gecekondu nöbetlerimizdi; o ândaysa paletlerin ezdiği caddeleri, devriyelerin göz açtırmadığı sokakları ve her fırsatta asılan devrimcileriyle kesif bir is tabakasının altına gömülen Ankara. Bir de, bulvar tarafındaki ucu Piknik’e çıkan Tuna Caddesi’ni kesen ara sokaklardan birinde oturan bir çift göz…
Daha fazla düşünmeye fırsat yoktu, zaten topu topu kırk dakikaydı havalandırma hakkımız. O da bir göz kapayıp açmalık hayal kurma süresinde sona eriyordu işte; sevinçliydim oysa, bahçeye çıkarken yarım bıraktığım romandaydı aklım. Yakalanmadan önce üniversitede bir arkadaşımdan neredeyse satır satır dinlediğim, kahramanlarına ve Piknik’in yanında devrilen kavak ağacına kendim okumuş kadar aşina olduğum bir romandı bu.
Düşüncelerimi kesen, nöbetçi askerin, “Toplanın laan,” haykırışı olmuştu. Alışkındık böyle şeylere, hem ne kadar bağırıp çağırsa da birazdan koğuşa girecektik işte ve ben de ranzama çıkıp kitabımla baş başa kalacaktım nihayet. Fakat, birden, her günkü rutine uymayan bir hareketlenme yaşanmaya başladı. Koğuşu saran dikenli tellerin önünde bir manga asker daha belirmişti ve bize doğru fırlattıkları dik bakışlardan bunun bir ‘yıkım mangası’ olduğunu tahmin etmek zor değildi.
Gerisi, Mamak’ı ve o yılları bilenler için malum ayrıntılar; bahçeye dalan askerler, inip kalkan coplar, havaya kaldırılan ayaklara çekilen falakalar, koğuşun tarumar edilmesi, sökülüp içindeki çapullarla dağıtılan şilteler, el konulan ‘paha biçilmez’ kitaplar, tekme tokat alıp götürülmeler…
Biz de geri dönememiştik ranzalarımıza; oradan, o halimizle ceza hücrelerine gönderilmiştik. Gece yarısı neden sonra, hücrelere bakan nöbetçi de zulmetmekten yorulup uyuyakaldığında aklıma gelmişti yarım bıraktığım kitap: Yenişehir’de Bir Öğle Vakti.
Ali’nin kaderi gene ters gidiyordu. Dışarıdayken de bitirmek nasip olmamış, nedense gecekondu evlerinden birinde unutulup kalmıştı, ortalarına yakın bir sayfası ucundan kıvrılmış. Şimdi de kurtulamayacaktı ani bir baskına kurban düşmekten.
Sanırım üç-dört ay sonra, kadınlar koğuşunda kalan dava arkadaşlarımızdan görüşümüze gelen aileler vasıtasıyla takas ettiğimiz kitaplar arasında çıktı tekrar. Yalnızca o değil; Sevgi Soysal’ın diğer kitapları da.
Canımızdan bir parça gibi yazmıyordu gerçi, öyle yalayıp yutarcasına da okumamıştım diğer eserlerini, ama bir bir, devirmekten geri kalmamış, yazarın satırlarındaki insan sıcaklığına hayranlık duymadan edememiştim. Nitekim koğuşa gelişinin üstünden çok geçmeden elden ele dolaşmaya başlayacak, üzerinde fazla konuşulmasa da arkadaşlar arasında okumayan pek kalmayacaktı onun kitaplarını.
Bir de şöyle düşünmüştüm: Hâlâ yaşıyor olsaydı bu yazar, nasıl bir on yıl önce kaleme aldığı satırlarda cesurca ve sevecen bir dille yansıtmışsa kendi tutukluluk ve sürgün günlerini, bir başka darbeyle gelen o olağanüstü yılları da hiç öyle nane limon kabuğu diye diye geçiştirmeye yeltenmez, tastamam bizim yaşadıklarımızı kaleme alırdı, hem de gözünü kırpmadan, noktasını virgülünü eksik bırakmadan.
Kadın tutuklulara Mamak A Blok’ta dayatılan askeri uygulamaları, barakalarda kaldıkları D Blok’ta acımasızca meydan dayağından geçirilmelerini, sonra götürüldükleri Dil Okulu’nda yaşadıklarını, tekrar A Blok’a döndüklerinde katıldıkları açlık grevlerini, mesela.
Çoğul zamanlardı çünkü; imkânların paylaşılıp acıların bölüşüldüğü, gerektiğinde bir haftalık nikâh yüzüklerinin tereddütsüz bozdurulduğu, bir derdin peşine on kişinin birden koşturduğu, çatkapı gittiğiniz hiçbir evden geri çevrilmediğiniz tuz ekmek günleri…
Zaten tam da bu sebeple, bir kuşak sevmişti Sevgi Soysal’ı. Onu ‘bizim’ kılan ve üstelik bizden başkalarında da ‘bizden’ duygusu uyandıran özelliği, candanlığı, gözüpekliği, acıları istismar etmeyen, hatta en zor günlere nasıl dayanışma ve gülmekle katlanılacağını bilmenin getirdiği dürüstlüğüydü sanırım.
Ateşi gördüğünde irkilip geri kaçacak yazarlardan olmadığı belliydi yani. Bilakis, hayata bakışı en namuslu birkaç kalemden biriydi.
Varoluş sorunlarına ne kadar ciddilikle el atıyorsa, kahramanlarının toyluklarına da aynı derecede sevecenlikle yaklaşan metinlerdi bunlar. Üstelik siyasetin bütün ağırlığıyla topluma abandığı bir dönemde, erkeklere kızgınlığını dile dökmenin yanı sıra ‘kadınca bilmeyişler’e işaret etmekten ve biçimsel arayışlara yönelmekten geri kalmamıştı. Laf arasında, doya doya yaşamaktan da.
Tabii ki politik yanı çok ağır basan biri değildi, ama ‘yalnızca Sevgi’ de değildi. Uçarılığı, aşkları, duyarlılığı ve sıcaklığı da kendine özgüydü. Tüm bunlar bir yana, Sevgi Soysal’ı Sevgi Soysal yapan ve onu ölümsüzleştirip kalıcılaştıran yüzü elbette yazarlığıydı. Hayatına damgasını vuran tariflerin ‘yalnızca…’ diye başlayarak değil, ‘hem … hem de …’ tamlamasıyla yapılması gerektiğini gösteren de aynı edebiyatçı kimliği.
Haliyle burada uzun uzun bu özelliklerine değinmenin bir gereği yok. Erdal Doğan’ın başarıyla kaleme aldığı Sevgi Soysal – Yaşasaydı Âşık Olurdum adlı bu biyografide, sıcacık bir dille okuyacaksınız Sevgi’nin hayatının bu yönlerini nasılsa.
Benim diyeceğim, zamanında nasıl çoğul sevmişsek Sevgi’yi, hâlâ öylesine çoğul kıskanmaktayız onu. Sonra da satır arasında yazdığımız bir cümleyi inkâr ederek, bıkmamaktayız bir gerçeği dile getirmekten: Canımızdan bir parça oldu Sevgi.
Son olarak da, kalbine sığdırdığı her çiçekten bal alan deli gönlü ile emekten yana kararlılıkla saf tutuşunu, o sırada üniversitede okuyan kız kardeşine imzaladığı kitaba yazdığı şu ithafla özetlemek isterim aslında:
“Dev-Genç’in en fıstık oğlanları senin olsun!”
Şimdi söz, bir buçuk yıllık titiz çalışmasıyla çok değerli bir eser ve bir biyografi çalışmasının elverdiği ölçüde gerçeğine en yakın bir ‘kahraman profili’ ortaya koymuş bulunan sevgili Erdal’ın…
Osman Akınhay
Şubat 2003