Sessizliğe İsim Verme Masrafları, Mahmut Aksoy’un ikinci kitabı. Fihrist Kitap etiketiyle, anlatı türünde yayımlanan ve Mart 2022’de ikinci baskısını yapan kitap, şairin ilk şiir kitabı Gazellertesi’nde kurduğu o özgün imge dünyasını bu kez daha yoğun ve daha güçlü bir formda okura sunuyor. Şöyle açılıyor metin: “Zamanı kulaklarımla duymuyorum, ölümden dönüyorum az önce gibi.”
Bu cümle, metnin şiirsellikten kopmadan ilerleyeceğine dair ilk ipucu. Düz yazının olanaklarını ve anlamı şiirsel dille çoğaltan metin, kimi başlıklandırılmış kimi tarihlerle ayrılmış parçalarıyla, bütüne ilerleyen bir yapıda. Rilke’nin şu sözü anımsanarak, parçaların her birinin kendi içinde katmanlandığı ve metne ayrı bir çatışmayla hizmet ettiği söylenebilir: “Paramparça olmuş hayatın hikâyesi ancak ufak tefek parçalar halinde anlatılabilir.”

Anlatı, taşra ve sıkışmışlık denklemi üzerinden yola çıksa da, şu cümleler dışarısı ve içerisi kavramlarının sürekli birbirinin yerini almak zorunda olduğu, dinamikleriyle belirsizliğe ve kaygıya açık olan toplumların birey üzerindeki yansımasına da vurgu yapmakta: “Çarenin sokakta olduğunu çok geç anlamadım ama evin sokağa bakan hiçbir tarafı olmadığını şimdi anlıyorum. Dışarıyı içeri taşıdım bu yüzden, içeriyi dışarıya taşıracağım onca şey varken hem de.” (s. 22)
Burada bir es verip öznel bir okuma düşüncesi oluşturduğumda çağın insanı ile bir özdeşleştirme yapmanın gerekliliğini fark ettim. Yuva dediği yerde, en yakınlarının arasında dahi kuşatılmışlık duygusuyla ezilerek yaşayan insana dış dünyayla bağını yeniden kurmak yerine yaşadığı küçücük alanda yeni bir dış dünya kurduran şey nedir? Yoksa dışarısı dediğimiz şey de içimizde kalmaya mahkum bir yer mi? Yazar, okuruna sorular sordurup kâh onu yanıtsız bırakıyor kâh onlarca yanıtı bir demet gibi sunup içinden bize en uygununu seçmemizi istiyor. Yer yer gerçeklikten kopan anlatı, imgelerin desteğiyle zihnimizde bir illüzyon yaratırken aynı zamanda gerçeğe dayanabilme yetisinin hayalden geçtiğini de belirtir nitelikte. Zihnin parçalı düşünme biçimine atıfta bulunan, uykusuz geçen bir gecenin içinde doğarak geçmiş anlara, oradan bugünün geçmişle olan bağıntısına sıçrayan anlatı, ev-aile-ilçe konumlandırmasından hareketle uyuduğumuz ya da uyuyamadığımız yatağın içinden taşan halimizi, bulunduğumuz noktadan hayata geliştirdiğimiz perspektifi, sıradan insanı, sıradanlığı, gerçekliği, hiçi, hayatın beklenmedikliğini ve hayata dair daha nice olguyu sorguluyor, sorgulatıyor. Sonuç olarak siyahta beyazın beyazda siyahın hikâyesi çıkıyor ortaya.
“İnsanlar dünyayı kurtaracak gibi konuşuyorlar kahvehanede akşam yemeği saatine kadar, sonrası rivayete dönüşüyor. Bu benim hem susup daha çok yazmam için hem de eylemlerimle konuştuklarımın paralel hale gelmesi için ve bağımsızlık savaşı vermeme baş sebep. Onlara benzediğimi hissedecek kıvama geldiysem, yerimden kalkamıyorsam, koca bir Oblomov isem söz açmakta gözümün olmamasını tercih ediyorum; ortaya çıkarsa da o gözümü oyuyor, konuşmuyor, yazmıyorum.” (s. 63)

Bu alıntıya dayanarak, Sessizliğe İsim Verme Masrafları’nın bireysel ve dolayısıyla toplumsal olanı, hiçbir somut eyleme dökmeden, hiçbir noktayı işaretlemeden sunduğu ama bununla birlikte olaylar zincirine karşı ortak bir tavır geliştirdiği sonucuna varılabilir. Zira mekân ve insan ilişkisini, Sartre’ın bulantı olarak adlandırdığı aşamayı odağına alarak veren anlatı, bireyin kendini yaratma çabasının artışıyla gelen eylemciliği de şu sözlerle aktarmakta: “Tahlilden çok çözüm parçası olma niyeti aklımıza küpe olmalı.” (s. 45)
Sessizliğe İsim Verme Masrafları, tüm alışkanlıkları gibi okuma alışkanlıkları da değişen modern insana ayna tutarken şiirsel üslubu elden bırakmadan, doğurduğu yeni dil ve anlatım derinliğiyle tüm edebi türleri homojen bir şekilde karıştırıp türlerden bağımsız bir metin ortaya koyuyor. Bununla birlikte yazarın estetik yapıyı kurmada gösterdiği özen, metnin zeminine serpilmiş imgelerde kendini belli ediyor. Kendisi de bir söyleşisinde şöyle bir cümle kuruyor bu konuda: “İmgenin hevesine kapılmamış bir tür mü var?”
Öyküde de romanda da imgesel anlatımın gücü ve gerekliliğinin yadsınamaz olduğunu düşünen biri olarak ona katılmamam mümkün değil. Dil hususunda mutlaka üzerinde durulması gereken konulardan biri de bir yeni dünya dilinin yakalanmış olması. Zira yazar bu dili içinde yetiştiği doğunun oryantalizmini alternatif bir dile dönüştürerek oluşturmuş. Bu, Sessizliğe İsim Verme Masrafları’na doğuyla batı arasındaki perdeleri kaldırıp toplumsal algıya dönüşmüş farklılıkları muğlak zeminlerde eriten ve metni evrensel boyuta taşıyan bir biçim veriyor. “İlçe” olarak adlandırılan yerleşim yerinin metinde adının geçmeyişi ve zamanın belirsizliği, evrensellik boyutunda diğer destekleyici öğeler. Bir günlük ya da postmodern öykü toplamı olarak da nitelendirebileceğim bu kitap, tüm zamanlara, tüm insanlığa uyarlanabilecek bir buhranı, kendi felsefesinin süzgecinden geçirerek okutuyor bize.
“Hiç’in yerlisiyim.” (s. 42)
Bu cümle, kitabın oluşturduğu “gerçek-acı-anlamsızca varlık” üçgenine ve bu üçgeni eyleme çevirme zorunluluğumuza vurgu yapıyor. Aynı çağrışımla okuduğum bir cümleyi daha alıntılamak istiyorum: “Annemi karnımda taşımanın, bir süre sonra babamı penisimden akıtamamanın ikiziyim.” (s. 41)
Söz konusu ifadenin, Sartre’a göre “zorunlu olarak özgür” olan insanın, bu zorunluluğun yüküyle varlığının saçmalığını bilmenin tedirginliği arasında yaşadığı kaosu onu dünyaya getirenlerden akıtarak geri alma ve kontrol etme isteğini yansıttığını düşünmeden edemiyorum. Ve bu düşünce beni şöyle bir çıkarıma götürüyor: Sessizliğe İsim Verme Masrafları bir radyonun frekansıyla oynar gibi insanı ve hayatı netleştirmeye çabalıyor.
Ayşegül Bayar