6 Şubat 2023 saat 04.16’da başta kadim şehrimiz Antakya olmak üzere Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Adıyaman, Osmaniye, Adana, Kilis, Diyarbakır, Malatya’da yıkımlarla sonuçlanan depremlerin üstünden otuz sekiz gün geçti.

Yakınlarımızdan haber alamadığımız, GSM operatörlerinin işlevsiz kaldığı sabahın ilk saatlerinden itibaren içimize çöreklenen korku, endişe ve çaresizlik bulduğu her boşluktan başını çıkarmaya devam ediyor.

Haber kanallarından yansıyan her yeni görüntü, deprem öncesi alınmayan tedbirler bir yana geç gelen yardımlar, alet edevat eksikliğinden ötürü aksayan arama kurtarma faaliyetleri içimizdeki kemirgenlere bir yenisini daha ekliyor: öfkeyi. Öfke zamana sürtünerek köpürüyor.

Yerin altına gizlenen ve her canı istediğinde sallayarak insanın cehaletini yüzüne vuran, bilimden, akıldan uzak kalmanın bedelini ödeten tabiat en acımasız haline bürünerek bundan böyle hiçbir şeyin aynı olmayacağını ikircikli bir sesle kenetli dişlerinin içinden fısıldıyor gibi. Sabahlar akşama, geceleri kabuslara teslim olurken doğa her zamanki gibi işini yapıyor. Tüm renkleriyle gelen bahar, dünyayı kasıp kavuran salgın hastalığı umursamadığı gibi bu felaketi de görmezden geliyor.

Deprem bölgesinde yaşananları korku filmi gibi anlatanlar, ölülerini sırtında taşıyan, enkazdan gelen çığlıklara cevap veremeyip hayatta kalmış olmaya lanet edenler, molozların arasından uzanabilen bir eli sıkıca tutup bekleyen baba, karanlığın bağrında bilinmezliğe uyanan insanlar…

Yarını planlayan, borçlarını düşünen, sevdiğine kavuşma hayaliyle yemeğini hazırlayan, ödevini yapan, düğünü, ameliyatı, yeni bulduğu işi için saatler sayan… Mişel, Ali, Özlem, Mehmet, Yaser, Rana, Josef artık yok.

“Yılların telaşlarda bu kadar çabuk / Geçeceği aklınıza gelmezdi” demişti Behçet Necatigil. Ölümü unutarak yaşayan, kendini evrenin sahibi sanan bizler, zamanın bu kadar çabuk değişebileceğini hayal edebilir miydik? Romanlardan, filmlerden, geçmişten şimdiki ana sıçrayan, tarih sayfalarına tekrardan yazılmak için yaşanan böyle sabahları da varmış meğer dünyanın.

Belki on yıllık kredinin son taksiti verilecekti, belki yıllardır emek verilen bir kitabın son cümlesi yazılacaktı. Kim bilir adalet terazisi dengeye gelecekti belki, yarınki davayla belki biri özrünü dileyecekti yaptığı hatanın.

Yarım kalan, sonu hiç böyle olmak zorunda olmayan… Ölüsünü bulabilmenin bir şans olduğu, adı yerine kendisine verilen bir numara ile gömülen değil üzeri toprakla örtülen yüzler, binler… Yıkılan binlerce yıllık kiliseler, camiler, avlular.

Okyanusun bağrından kopan kıvrıla kıvrıla büyüyerek gelen dalgalar silsilesi gibi her yanımızı esir alıyor birbirini takip eden sorular. Soruların sonu gelmiyor.

Deprem olacağı bilinen bir gerçekken neden önceden tedbirler alınmadı?

Neden bu kadar geç kalındı?

Buram buram sevgi, dostluk, hoşgörü kokan, dünyanın ilkleri ile anılan ve henüz geride bıraktığı EXPO etkinlikleriyle ziyaret edenleri kendine bağlayan bu eşsiz tarih, medeniyet şehrinin enkaz altında kalmasını idrak etmek nasıl mümkün olacak?

Ailesi göçükten çıkmış bir evlat, akraba, arkadaş, kadın olarak daha fazla ne yapabilirim?

Sorularla oturabilmenin mümkün olamadığı, elin kolun bir yere sığamadığı anlardan birinde sesim telefonun öbür ucundaki sevgili Süreyya Köle’nin sesiyle buluşuyor.

Çok söze gerek kalmadan acıyla dolu yürekler, camdan süzülen yağmur damlacıkları gibi birleşip birlikte akıyor. Antakya Sanat Derneği başkanı sevgili Edip Yeşil’in çağrısına Yazarlar Sendikası’ndan cevap ivedilikle geliyor. Neredeyse dakikalar içinde deprem bölgelerine gitme kararı alınmasının ardından hazırlıklara başlıyoruz. İstanbul’dan, Mersin’den, Ankara’dan Adana’dan…

Bu kez her seferinde övünerek anlattığım Antakya’da yapacağımız bir edebiyat etkinliği için değil, şiir okumaya, avlulu ahşap evleri solumaya değil, bir zamanlar ışıl ışıl olan şehrimin yarasına bakmaya, acısını paylaşmaya gidiyoruz.

16 Mart sabahının erken saatlerinde deprem mağdurlarına verilmek üzere tıka basa doldurduğumuz arabalarla ilk buluşma yerimiz olan Adana tren garından yola koyuluyoruz. Ankara’dan Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara Şube Başkanı Süreyya Köle, İstanbul’dan yazar, oyuncu Gülsün Gül Yıldız, Adana’da bize ev sahipliği yapacak yüzü gibi yüreği de aydınlık sevgili İpek Dönüm ve biz Mersin’den şair, yazar Aydan Yalçın, eğitimci yazar Selma Sayar ve kendi yarasını unutup başkasının derdine düşen Sevgi öğretmenle birlikte.

Güzergahımız Antakya ve Maraş, hava şartlarına göre Adıyaman.

Kalbimizi, soluğumuzu tutuyoruz adeta şehre girerken. Moloz yığınları, yıkılan duvarların ardında görünen koltuklar, yataklar, sandalyeler. Betonların arasından oluk oluk kanıyor yaşam.

Kum gibi ufalanmış moloz yığınları bir canlıya yaşam bırakmayacak düzeyde tepecikler oluşturmuş. Bir sinema filmi için hazırlanmış gibi yol boyunca kümelenmiş. Sağlam kalan duvarlar ise üzerine yazılan yazıların hatırına ayakta duruyor adeta.

Bir savaş yaşanmış sanki. Herkesler uyurken yerle gök kavga etmiş, Hıdırbey köyünde suyu bekleyen ejderha, bir aşk hikayesinden fırlayıp göğsüne saplanan hançerin acısını tüm şehirden çıkarmış gibi.

Gökyüzünden görünebilen ne kadar güzellik varsa yeryüzünün şiddetinden nasibini almış görünüyor. Ne bebeklere acımış yer, ne de kokusuna doyamamış analara. Ne yaşlısına, ne gencine. Ne darına sokakların, ne de genişine. Ne camisine ne kilisesine…

İlk durağımız Serinyol. Edip Yeşil’in annesiyle birlikte yaşadığı ev. Arka tarafı hasarlı evin, ön bahçesine brandalarla çevrili bir yaşam alanı oluşturulmuş. Gözünde düşmeyi bekleyen yaşlarla karşıladı Edip’in annesi. Sevgili Tunay Devrim, Behçet Eşkili ve ismini bilmediğim ama hüzün kardeşliğini hissettiğim diğer güzel insanlar. Bakışlarımın kimseninkiyle çakışmamasına dikkat ediyorum. Bakışlar uçurumun başında. Düşmekten korkuyorum.

Kent merkezine doğru yaklaştıkça boş alanlara kurulan çadır merkezleri dikkat çekiyor. Çadırların üzerindeki farklı ülkelere ait logolar, dünyanın adeta buraya suni solunum yapmak üzere geldiğini düşündürüyor.

Enkaz kaldırma çalışmalarını sürdüren kamyonların ve plakaların peşine düşüyor aklım. Zonguldak, Sinop, İstanbul… Ülkenin her bir yerinden gelmiş, yaşanan insanlık dramını bir an önce şehrin yüzünden silmek için harıl harıl çalışıyorlar.

Daha bir gün öncesine kadar hiç bitmeyecekmiş gibi, daha çok zaman varmış gibi, böyle gelmiş böyle gidermiş gibi yapılan işler, sohbetler, planlar…

Moloz yığınlarını taşıyan kamyonların içinde insan parçalarının olduğunu bilmek, beynin idrak etmekte zorlandığı manzaralardan dayanması en güç olanı belki de.

Duvara yazılı aşağıdaki not bilinen tüm sözleri boşa çıkarıyor:

Yıkılacağı zaman lütfen haber verin. İçeride ölü var… 0 532…

Şehrin yakın zamana kadar en işlek caddesi olan Atatürk Caddesi’nde kaldırılan enkazlar eskiden sokak olan yerleri tanınmaz hale getirmiş. Buradan şehrin diğer yakasını görebilmek dehşet verici. Bir zamanların en hareketli caddeleri kötü kalpli bir büyücünün değneğiyle yok edilmiş gibi.

Tarihi Antakya sokaklarının, kiliseyle caminin aynı karede yer aldığı buhur kokulu, ipek şallar içinde adeta dans ederek gezilen Saray Caddesi’ne geldik. Demir çubukların, ahşap, beton yığınlarının içinden sıyrılan fotoğraflar, antika parçalar, kitaplar… Onca yıkıntının içinde rafta inatla kırılmadan duran ipek kozalarını taşıyan cam fanus… Daha önce hiçbir kitap sayfasında ya da film sahnesinde benzerine rastlamadığımız ruhsal bir yolcuğa eşlik eden sessizlik ve iç acıtan bir koku var etrafta.

Sahibini, evini, yerini bekleyen kediler çaresizlik ve adeta derin bir matem içinde bizi izliyor “bakın ne hale geldik” der gibi yüzümüze bakıyor.

Saray Caddesi’nden içimdeki boşluğa ipler sarkıyor. Acı bu kadar derin olabilir miydi? Her ipin ucunda acının başka bir çeşidi. Uzun çarşıdaki kuyumcu George Amcanın, Dönerci Ali’nin, ayakkabıcı Ahmet Abinin, dar sokakların, Bade Şarap evinin, kaldırım taşlarının, humusun, sürk kokusunun, cam ustasının, resim atölyesinden fırlayan kırık çerçevenin sızısı kaplıyor her yanımı.

Saray Caddesi’nden dünyanın ışıklandırılmış ilk caddesi olan Kurtuluş Caddesi’ne giden ara sokaklar tanınmaz halde.

Sıkışan ruh halimizle, yıkıntıların arasından ses veriyoruz dünyaya: “Dünyanın tüm kalemleri birleşsin. Bu zamanı yazmayacaksak neyi yazacağız?” Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara temsilcisi Süreyya Köle ve Antakya Sanat Derneği başkanı Edip Yeşil tüm dünyaya; bu kadim kente sahip çıkmak, binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan insanlık dramlarına tanıklık etmek, yazarlar olarak tarihi sorumluluğu üstlenerek unutmamak ve unutturmamak için tüm kalemlere çağrıda bulundular.

Sonraki durak Defne ilçesindeki Sevgi Parkı. Türkiye İşçi Partisi koordinesinde oluşturulmuş çadır alanı muazzam düzeniyle dikkat çekiyor. Alınan her malzemenin kaydı yapılıyor. Evsiz, adressiz kalan insanların iyice bozulan duygu durumlarına iyi gelecek küçük ayrıntılara, çadır alanındaki sokak isimlerine takılıyor gözüm. Ali için de süzülüyor yaşlar gözümden.

Acılar karışıp karışıp aynı boşluğa dökülüyor. Tam göğsünün ortasına. İndikçe inilen derinliğini bilmediğim bir kuyu. Ailemin, dostlarımın, sokakların, anıların, şehrinin her birinin yasıyla başka başka iplerle aynı boşlukta buluyorum kendimi. Karşıma çıkan herkese sımsıkı sarılıp kulağına, “Yalnız değilsin o boşlukta, duyuyorum seni” diye fısıldamak istiyorum.

Gözyaşımı Asi’ye, yüreğimi çadır kampın kapısına bıraktıktan sonra Samandağ ve Sutaşı mahallesine doğru yine yollardayız. Mazhar öğretmen karşılıyor bizi Sutaşında. Depremzede bir aileye misafir oluyoruz. Bahçelerine kurdukları çadırın önüne, bembeyaz çiçeklenen erik ağaçlarının altındaki sandalyelere diziliyoruz. Gözleri ıslak yaşlıca bir teyze Arapça anlatıyor yaşadıklarını. Çeviri yapma telaşına giriyorum. Tek kelimeyi atlamamalıyım. Diğerleri de giriyor söze. Arkamda ayakta duran abladan dökülen paramparça sözler başıma isabet ediyor: “Üniversiteye hazırlanan komşu çocuğu iki genç beton yıkıntılarının arasında bağıra çağıra öldü. Kurtaramadık. Hiç kimse yoktu. Hiç bir aletimiz yoktu.”

Sonlanan konuşmaları her fırsatta teşekkürle bitiren Daviye teyze soyadının hakkını vererek o halde bile latife yapmaktan geri kalmıyor. Yaşını tahmin eden arkadaşı düzeltiyor ve konuşmaya devam ediyor. Yaşanan bu felakete dair zihnimize yerleşen binlerce görüntüye eşlik edecek o cümle, bilge teyze Daviye Latifeci’den geliyor: “Allah başımıza gelenleri idrak edebilme gücü versin.”

Samandağ merkezine giden yollar olmak üzere saptığımız her yol aynı acıya çıkıyor. Enkaz içindeki ayakkabılar, kitaplar, hayaller ve halen çıkarılamadığını düşündüğümüz insanlar. Ortamdaki ağır hüzün kokusunu alevlendiren boşlukta sallanan perdeler. En çok da perdeler dokunuyor yaramıza. Acıyı dindirmek istermiş gibi, bir zamanların yuva kokusunu yaymak istermiş gibi, inatla çıkabildiği her yerden ülkeyi bekleyen bayrak gibi sallanan renk renk tozlu perdeler…

Ayağım boşa geliyor her seferinde. Zaman altımda buz tutmuş gibi. Sokaklar, parklar, çocukluk yılları, anılar, güzel günler… İskenderun’a doğru yol alırken bunları düşünüyorum. Sevgili Tunay, Edip ve Behçet doktorun sayesinde tanıştığımız Nazlı’nın mekanında, soba başında alıyoruz soluğu. Etkinliklerin yapıldığı, camekânlarla çevrili masaldan bir yer burası. Nazlı’nın cafesi. Sıcacık yüreği hepimizi ısıtmaya yetiyor. Gün boyu gördüklerimizle paramparça olmuş yüreğimizi, ıslak gözlerimizi ortada harlı yanan sobaya tutuyoruz. Her birimiz kaybettiği bir yanını puzzle parçalarını arar gibi birbirimizin gözlerinde, sözlerinde arıyoruz.

Acının etrafında buluşmak, çocuklara dokunmuş olmak, felakete tanık olmak hepimizi güçlü bağlarla birbirine kenetliyor. Yıllarca aynı mapusta yatmış, en karanlık gecelerin nöbetini birlikte tutmuş gibi.

Ertesi sabah yine sevgili Nazlı’nın mekanındayız. Kahvaltı sofrasını ayaküstü yaptığımız sohbetler eşliğinde hazırlıyoruz. Domates keserken kalbimden sızan acıyı, güzel yürekli insanlarla birlikte olmanın şükranlığı bastırıyor. Gizleyerek silmeye çalıştığım gözlerimi, masanın üstünde kaydırdığım beze gömüyorum. Kahvaltı sonrasında gözlemlerimize ilişkin değerlendirme toplantısı yapıyoruz.

Kursağımıza bir kirpi kaçmış gibi. Her söz anlamını delip deşerek çıkıyor. Ağlamak istiyoruz ama tüm hissiyatı bir kenara toplayıp şimdi ne yapmalıyız, ne yapabiliriz? Bunu koyuyoruz masaya.

Sevgili edebiyat emekçisi Tunay (Devrim), Edip ile çalıştıkları planlarını anlatıyor. Şu noktalarda birleşiyoruz:

  • Birlikteliğimizin Antakya Sanat Kolektifi olarak yola devam etmesi
  • İki merkezde Sanat Konteynırın kurulması
  • Okur-yazar buluşmaları, tiyatro, film gösterimi vb. etkinliklerin bu alanlarda yapılması
  • Fanzin çıkartılması
  • Ülkedeki diğer dergilerle birlikte “deprem” konulu dosyaların oluşturulmasına katkı sunulması
  • Berlin Senfoni Orkestrası ile yapılan görüşmelerde Expo alanında bir konser düzenlenmesi

Yazarlar Sendikası olarak yapılabilecek işler konularında fikir alışverişinde bulunuyoruz. Bu zamanlara dair öyküleri içerecek kitabın ilk sayfasında yer alacak cümleyi biliyoruz: “Allah başımıza gelen bu olayları idrak edebilme gücü versin.”

Bir parçamızı burada bırakarak depremden etkilenen bir başka yere, Kahramanmaraş’a doğru yol alıyoruz.

Yonca Yaşar