
Vali konağının önünde zınk diye istop ettik. Peder, arabadan inip haytalık yaparız diye korktuğundan kapıları kilitledi. Bergen’in cızırtılı sesi teybin içerisinde kayboldu. Yerini kendi kart sesi aldı. Her protokol yemeği öncesi bizim yeşil Anadol’un içi ufak bir mektebe döner, Selva’yla adabımuaşereti sil baştan öğrenirdik.
“Bizi utandırmak yok, ecnebi müzik gruplarından bahsetmek yok, soru sormadan konuşmak yok, öflemek yok, nefes almak yok, halıya ya da ayağınızın ucuna bakacaksınız, size yer gösterilmeden oturmayacaksınız, Vali Bey ne derse ‘tabi efendim,’ diyeceksiniz, ukalalık yapan, sözümün dışına çıkan eve gidince copu kafasına yer, ona göre!”
Selva’yla kafamızı salladık. Onun kafa sallaması daha içten bir sallamayken ben biraz abarttım, uzun saçlarım dalga geçti pederin kanunlarıyla. Gözünden kaçmamış olacak ki arabadan iner inmez silleyi yapıştırdı suratıma.
Annem bir tilki gibi pederin koluna girdi; onlar önde, Selva’yla biz arkada, tıpış tıpış yürüyerek kapıya geldik. Bizi kapıda bir uşak karşıladı. Yanağımın kızarıklığı geçmemişti, başımı öne eğdim. Hızlı hızlı avluyu geçtik. Uşak ceketlerimizi aldı. “Vali Beyler birazdan teşrif edecekler,” dedi, yüzüne mandalla tutturulmuş gibi duran, garip gülümsemesiyle. Bizi kocaman bir salonun ortasına bıraktı. Olay mahalline müdahale etmeye hazırlanan frukolar gibi beklemeye başladık Vali Bey hazretlerinin teşrifini.
Her yerde parlak, mavi beyaz, porselen vazolar vardı. Her şey cilalıydı. Tavanlar bile cilalıydı. Ayağım kayıp yere düşsem hiç durmadan kaymaya devam ederim, diye düşündüm. Biz Selva’yla gözlerimizi pörtleterek kristal avizelere bakarken peder nasihatlerini tekrarlıyordu. Annem serinkanlılıkla makyajını tazeliyordu. Daha önce çok defa makam sahiplerinin evlerine davet edilmiştik ama böylesini ilk kez görüyorduk. Avizenin taşlarına baka baka şaşı olacakken içeri vali bey girdi. Vali bey tam bir hayal kırıklığıydı. Pederin hikayelerindeki o çizgi romanlardan fırlama karizmatik adam gitmiş, yerine iki tane kürdana batırılmış, ayakta zor duran bir patates gelmişti. Göbeği o kadar büyüktü ki şaşırmamak elde değildi. Vali otuz bir çekecek olsa çekemezdi bir kere. Göbeğinden uzanıp da şeyini tutamazdı. Sonra kesin dengesi bozulur, yataktan düşer, bir yerlerini sakatlardı. Yazık adamcağıza, diye düşündüm. Az kalsın gülüyordum, zor tuttum kendimi. Böyle ayıplı şeyler düşünürken tanışma sırasının bana geldiğini fark edemedim. Peder enseme bir tane koydu, gözlerim açıldı. Baktım önümde kocaman, şişko ve kıllı bir el duruyor:
“Öp evladım, öpsene vali amcanın elini!”
Midem bulana bulana öptüm, öperken biraz tükürükledim. Cebinden ekoseli bir mendil çıkardı, elinin tersini mendile silerken kocaman kahverengi bıyığının altından bana, “Piç,” dedi sessizce.
“Sensin piç,” diyecektim, diyemedim. Kıpkırmızı oldum sinirden. O sırada kırıta kırıta vali beyin karısı geldi:
“Ay hoş geldiniz efendim, sefalar getirdiniz.”
Annem söylemişti, eskiden şarkıcıymış. Gazinolarda sahne alırmış. Peder utanmasa kadını yiyecekti. Uzun uzun tokalaştılar. Annem ifrit oldu ama çaktırmamaya çalıştı. Kafamda kadının sesini değiştirip değiştirip dalga geçmeye başladım. Kafamın içinde sesleri eğip büküp insanlarla dalga geçebiliyorum. Bazen teneffüslerde sevdiğim grupları dinliyorum ama sadece kafamın içinde. Walkman istedim, onu da almadı it herif.
Süs köpeği gibi giyinmiş başka bir kadın girdi içeri. Asık suratını parlatan cilalı tepside kahveler getirdi. Bizimkiler koltuğa dizildi, ben hepsinden uzak, sehpanın yanında durdum. Peder kızdı: “Evladım niye uyuz uyuz dikiliyorsun?” “Yer gösterilmeden oturma dedin ya,” diyecek oldum, demedim. Şu an söyleyeceğim her laf, vereceğim her cevap evde aleyhime delil olarak kullanılacaktı. İsteksizce varaklı koltuğun köşesine iliştim.
Bir süre bizden konuştular. Yok çocuklar Allah’ın lütfuymuş, Selva çok zekiymiş. Beni de ticarete ya da sanayiye verecekmiş, usta olacakmışım. Bık bık bık… “Allah’ın lütfuysak niye her gün copla dayak yiyoruz?” demek istedim, demedim. Sonra konu siyasete geldi. 12 Eylül’de vaziyetimiz nasıldı? Tanıdıklardan kimler ipe gitti? Falanca kaymakam komünistmiş. Erbakan, MÇP ile ittifak kuracakmış… Anlamadığım konular. Erbakan da patatese benziyor. Ama iyi anlamda patatese benziyor. Yüzü yusyuvarlak ve hep güleç. Sadece televizyonda mı öyle acaba? Gerçek hayatta o da vali bey gibi bir adama mı dönüşüyor? Ekoseli mendili var mı cebinde, eli öpülünce çıkarıp siliyor mu?
Pederin tok sesiyle irkildim, “Selvayı da al, bahçeye çıkın, biz büyükler aramızda konuşacağız.” Olur, anlamında salladım başımı. O süslü kadın hemencecik belirdi, bize bahçeye kadar eşlik etti, kapıyı da arkamızdan kilitledi. Selva’yla bahçede enik gibi bekledik bir süre. Bahçenin manzarası körfeze bakıyordu. Ortada devasa bir yüzme havuzu vardı. Her yerde kafam kadar kasımpatılar… Ufak bir cennet gibiydi burası. Selva soluğu havuzun yanında aldı. Tutmasam atlayacaktı deli kız. “Doktor olunca ben de böyle bir ev yaptırcam abi,” dedi. “Olur,” dedim. “Sen de gelir yaşarsın,” dedi. “Babamı eve almazsan gelirim,” dedim. “Olmaz öyle,” dedi, kızdı. Selva’yla peder konusunda aynı siyasi fikirleri paylaşmıyoruz. Selva koalisyon hükümeti kurmak istiyor ailede. Ben darbe yapıp İstanbul’a kaçmak istiyorum. O yüzden böyle konuları pek konuşmuyoruz.
Çimlere uzandık. Selva yine bir taksimin melodisini mırıldanmaya başladı, Sırf peder seviyor diye Müzeyyen Senar’ın o kara plaklarının ortasında çalıp insanın ruhunu emen taksimlerini, hatta neredeyse bütün plaklarını ezberlemişti. Gözlerimi kapattım. Sinirlenmiştim. “Büyükler konuşacak, bahçeye çıkın.” demek de ne demek? On yedi yaşıma geldim artık. Tam on yedi. Dünkü bebe değilim. Dayak atmayı biliyor ama ota boka. Sohbetlerine dahil etmeye gelince hemen tırı vırı.
Hafif bir ıslık sesi duydum. Selva ıslık çalmayı bilmiyor. Gözlerimi açtım. Islık bu sefer daha yüksek çaldı. Konağın camlarına göz gezdirdim. Üst katlardan birinde benim yaşlarımda bir çocuk vardı; kısa, bulut gibi kıvırcık saçları, bembeyaz dişleri… Elimi gözlerime siper edip baktım. El salladı. Valinin oğlu olmalıydı. Babasına hiç de benzemiyor, ne kadar yakışıklı, diye düşündüm. Rahatsız oldum. Bazen okulda da oluyor. Yaşıtım ya da üst sınıflardan bir oğlanla göz göze geliyoruz, işte o an karnımda yumuşak bir ağırlık hissediyorum. Göğsüm sıkışıyor. Kendimi anlayamıyorum.
Selva’nın kolumu çekiştirmesiyle kendime geldim. “Abi, hadi babalık oynayalım,” diye başımı ütülüyordu. Babalık, Selva’yla bizim uydurduğumuz bir oyundu, ne zaman canımız sıkılsa ve yapacak bir şeyimiz olmasa oynardık. Ben pederi taklit ederdim, karakolda başından geçenleri abartarak anlatırdım. Selva da ya kaymakam ya da emniyet müdürü olur, oyuna ayak uydururdu. Oyundan çok doğaçlama tiyatro gibi bir şeydi bizimkisi. Selva kendi kız çocukluğundan bir bürokrat yaratmaya çalışınca ortaya inanılmaz saçma diyaloglar çıkar, karnımız ağrıyana kadar gülerdik.
Sırtımı dikleştirip boğazımı temizledim, sesimi kartlaştırdım. Bir elime hayali rakı bardağı aldım, diğer elimi olmayan bıyıklarıma götürdüm, sıvazlaya sıvazlaya pederin sallamasyon hikayelerinden birini anlatmaya başladım. Karakoldan girdim, nezaretten çıktım, adliye koridorlarında eşkıyalarla tek tabanca savaştım. Ben böyle şişine şişine pederin uydurma kahramanlıklarını anlatırken Selva bu sefer vali bey oldu, araya girdi;
“O da bi’şey mi Niyazi, ben geçen gün duvara tükürdüm, duvar yıkıldı.”
Biz katıla katıla gülerken oturduğumuz çimenliğin ucunda tertemiz kunduralar belirdi. Bir anda sustum, başımı kaldırıp baktım. Valinin oğlu yanımıza gelmişti. Akşamüstü güneşi esmer yüzünü yalıyordu. İkimize de gülümsedi. Selva anırarak gülmeye devam ederken ben toparlanıp kalktım. Pederin öğrettiği gibi gömleğimin düğmelerini ilikledim. Selva da bana ayak uydurdu, hazır ola geçtik. Memur çocuğuyuz. Hareketlerimize dikkat etmezsek pederin tayini çıkarmış, bizi doğuya sürerlermiş.
Çocuk bize kızdı: “Ben babam değilim, öyle şeyler yapmayın yanımda,” dedi. Geldi aramıza oturdu: “Ne oynuyorsunuz?” dedi. Ben utandım. Yüzüne bakınca içimde yine o his beliriyordu. Selva’ya kaş göz yaptım ama anlamadı. Hemen bizim salak oyunumuzu ballandıra ballandıra anlattı. Çocuğun da hoşuna gitti. Adı Yağız’mış. Yağız da bize ayak uydurdu. Bu sefer de vali beyle dalga geçtik. Katıla katıla güldük, kahkahalarımız konağı inletti. İçerideki siyaset hararetlenmiş olacak ki bizi duymadılar. Sonra üçümüz çimenlere uzandık. Selva’yla ikisi bulutları izlediler. Gözlerim konağın taraçasında güneşlenen leyleklere takıldı. Yağız elini bileğime koydu. İnce bir meltem esti. Leylekler havalandı.
Akşam iyice kızıllaşmıştı. Bizi anca hatırlamış olacaklar ki süslü kadın bir anda bahçede peyda oldu: “Haydi çocuklar sofraya.” Kalktık. Kadının peşine ördek yavruları gibi sırlanıp yemek salonuna geçtik. Burada da her şey parlıyordu. Ama ışıklar kısık olduğu için o kadar gözüm kamaşmadı. Peder, Yağız’a ezile büzüle sorular sordu. İçimden sinirlendim; Babalığa bak hele, bize gelince cop, utanmasa vali oğlunun ayakkabısını öpecek. Vali masadan kalktı, koyu ahşaptan yapılma kütüphaneye ilerledi. Plakların arasından birini seçti. Salonun köşesindeki pikaba koydu. İğnenin taşa değmesiyle bir kanun sesi kapladı salonu. Vali ağzındaki rakıyı masaya tüküre tüküre homurdandı: “Hey gidi sütçünün kızı…”
Selva sadece üçümüzün duyabileceği bir sesle mırıldanmaya başladı melodiyi. Bu tanıdık melodiye Yağız’la ben de katıldık. Vali beyin karısıyla annem dedikoduya daldılar. Selva’yla ben daha önce hiç tam tavuk görmemiştik. Butlara hunharca yumulurken Yağız bıyık altından gülerek bizi izliyordu. Pederle vali bey iştahsızlardı. Rakılarını tokuşturup masanın köşesinde fiskos etmekle yetindiler. Yemekten sonra ahali ellerinde çayla koyu bir sohbete dalmış, Selva da çok yemenin ağırlığıyla berjerin köşesinde pinekliyordu. Yağız kolumdan tuttu, beni salondan çekip çıkardı, merdivenlerden üst kata sürükledi. O önde, ben arkada… İçimi garip bir heyecan bastı.
Üst katta ufak bir odaya girdik. Kiler gibi bir yerdi girdiğimiz. Her yer karanlıktı. Odanın köşesinde bir merdiven vardı. “Burada bekle,” dedi, odadan çıktı, elinde iki dal sigarayla döndü. Kocaman, sarı filtreli, aynı bizim pederin sigaralarındandı. Merdivenden tırmandı, çatıya açılan ufak kapağı kaldırdı. Yine o önde, ben arkada çatıya çıktık. Körfezin ılık meltemi yüzümüze çarptı. Bir anda dengem bozuldu, bahçeye yuvarlanacaktım, belimden tuttu. Yine o his… İçime bir kaya oturdu sanki. Aşağıdan plağın sesi geliyordu. “Gel,” dedi. Kiremitlerin kenarlarına basa basa çatının ortasındaki düzlüğe yürüdük. Oturdu, elini yere vurarak oturmamı istedi. Cebinden çıkardığı kibritle sigaralarımızı yaktı. Hiç konuşmadık. Denizi izledik. Ben göz ucuyla arada ona baktım. O nasıl içiyorsa ben de öyle içtim sigarayı. İçime çekmedim, öksürürüm diye. Boğazım kurudu.
Sigaralarımız bitince aşağı inmek zorunda kalırız diye yavaş yavaş içtim. Yine de hemen sonuna geldi sigaram. Tam ona kaçıncı sınıfa gittiğini soracaktım ki bir anda kafamı tutup kendine çekti, dudaklarıma yapıştı. Körfezin uzaklarında bir martı sürüsü havalandı. Ilık meltem sakinledi, durdu. Kalbim küt küt atıyordu. Kıpkırmızı olmuştum. Yüzüne bile bakamadım. Bana bakıp gülmeye başladı. Sinir olmuştum. Kalktım, çatının kapağına doğru yürüdüm. Peşimden gelip tekrar kolumdan tuttu, bir kez daha öptü beni ama bu sefer ben de karşılık verdim. Bu sefer utanmadım o kadar, içime oturan o kaya hafifledi, bir leyleğe dönüştü. Kafasını çekti, bir şey söylemek için ağzını araladı. O sırada pederin narası günahımızı böldü:
“Muraaaat, neredesin lan eşoleşek!”
Altıma sıçıyordum neredeyse, Yağız önden zıpkın gibi fırladı, ben de peşinden. Kilerden çıkıp alt kata indik. Yemek salonunun önüne geldiğimizde peder burnundan soluyordu, tam bana okkalı bir tokat yapıştıracaktı ki Yağız aramıza girdi, “Benimleydi Niyazi Bey Amca, maket koleksiyonuma bakıyorduk,” dedi. Yağız’ın omzunun arkasından pis pis sırıttım, hani noldu, der gibi. Pederin sesi hemen yumuşadı:
“He, ben de bizim hayta bir haltlar karıştırıyor sandıydım. Neyse, hadi toparlan, kalkıyoruz.”
İçimi garip, buruk bir duygu kapladı. Bizimkilerin vedalaşma faslı bittikten sonra vali bey yine kıllı elini öptürdü. Bu sefer tükürmedim. Kapıdan çıkarken Yağız kimseye çaktırmadan bileğime dokundu. Gözlerinin içi parlıyordu. Gülümsedim.
Bahçe kapısı arkamızdan kapandı. Külüstüre bindik. Genzimi oto gaz kokusu kapladı. Biz binince Anadol iyice çöktü. “Götü yere yakın olandan korkacaksın,” dedi peder; arabaya her bindiğimizde derdi bunu. Marşa bastı, araba zıplaya zıplaya uyandı. Radyodan yine Bergen’in sesi yükseldi ama bu sefer her zamanki gibi kederli değildi. Hatta neredeyse neşeli sayılırdı. Körfezin kenarından Foça yoluna kaydık. Selva omzumda uyuyordu. Cama hohladım, kıyı şeridindeki hurmaların yapraklarını çizdim, kenarına da Yağızın kıvırcık saçlarını.
Ahmed Hacıoğlu
Çok güzel hikaye. Ellerinize sağlık 🙂
Çok yalın, su gibi aktı gitti…