Türkçeye verdiği önem ve emekle bilinen yazar Feyza Hepçilingirler, 44 yıllık edebiyat yaşamında Kültür Bakanlığı’nın açtığı Çocuk Yapıtları Yarışması Başarı Ödülü, Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Öykü İkincilik Ödülü, Sedat Simavi Edebiyat Ödülü başta olmak üzere pek çok kültür sanat ödülüne değer görüldü. 2014’te TÜYAP İzmir Kitap Fuarı Onur Yazarı seçildi. Son olarak Çukurova Sanat Girişimi’nce düzenlenen “2023 Çukurova Ödülü”nün sahibi oldu. Öykü, roman, çocuk ve genç kitapları, deneme, inceleme, eleştiri, Türkçe günlükleri olmak üzere edebiyatımıza çok sayıda ürün veren yazarın öyküleri Fransızca, Almanca, İngilizce, Sırp-Hırvatça ve Slovenceye çevrildi.

Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Kasım 2022’de “Öyküyü Yazmak” adıyla okurla buluşturulan denemeleri, on üç yazardan on üç öykünün seçildiği“Öyküyü Okumak” adlı ilk cildin devamı niteliğindedir. “Öyküyü Yazmak”ta kaleme aldığı metinlerin bir “deneyim paylaşımı” olduğunu belirten Hepçilingirler’e göre yazarlık, sürekli bir öğrenme deneyimidir. Öyle ki öykü yazmak isteyenlere el uzattığı bu kitabına “Öykü nasıl yazılır, diye değil, ben nasıl yazdım, diye anlatacağım,” düşüncesiyle başlamış ve kendi öykücülüğüne odaklanmış.

2002’den 2013’e kadar Cumhuriyet Kitap ekinde yazdığı “Türkçe Günlükleri”ni hâlen Varlık dergisinde sürdüren Sevgili Feyza Hepçilingirler ile son kitabı “Öyküyü Yazmak”tan yola çıkarak öykü ve edebiyat anlayışını konuştuk.

Esme Aras

Feyza Hepçilingirler (Fotoğraf: Kadir İncesu, İstanbul Kitap Fuarı, 2022)

Kitabınızın önsözünde, “Edebiyatın amacı ebedi olmak,” diyorsunuz. Bu noktada sizi yazmaya götüren nedenleri ve öykü türüne yönelmenizin ardındaki temel meseleleri sorarak başlamak istiyorum.

Ölümlü olduğunu bilerek yaşayan tek canlı insan. Ölümlü olduğunu biliyor; yok olacağını, dünyadan silinip gideceğini, hiç yaşamamış gibi olacağını; hepsini biliyor ve ölüme karşı gelmek gibi bir şansı yok. Öldükten sonra da yaşamak istiyorsa bunu gerçek kılabileceği bir olanak olarak sanat var elinde. Yalnız edebiyat değil, bütünüyle sanat. “Onun yaşadığı çağda kim bilir ne zeki ne duygulu ne akıllı insanlar vardı; ama hiçbirinin izi kalmadı,” gibi bir cümlede, adını vermediğim “o” kişisinin yerine ister Dante’nin, ister Yunus Emre’nin, isterseniz Rodin’in ya da Mimar Sinan’ın, Virginia Woolf’un ya da Halide Edip’in adını koyun, yargı tümü için doğru olur. Bir yanda bilim var elbette ama öbür yanda bütün dallarıyla sanat… Sanatın içinde edebiyat, edebiyatın içinde şiir, öykü, roman… Ölümü yenmenin kalıcı (ebedi) olmanın yolları bunlar… Peki ya ben? Ben de ebedi olmak isteğiyle mi başladım yazmaya? Adımı “Gözlerin” adlı bir şiirin altında basılı olarak ilk gördüğümde on beş yaşımdaydım. O yaşta ve hemen sonrasında öyküye yönelirken herhangi bir “temel mesele” aramış olamam. Bir türlü sanatsal içgüdüydü belli ki. Kendimi yazarak var etmeye çalışıyordum, belki bunun bile bilincinde değildim. Edebiyatın amacını, hedefini düşünmem, edebiyat fakültesinde hocalarımızın durmaksızın yinelemeleriyle başlayan, çok daha sonraki bir süreçtir. “Neden yazıyorsunuz? Neden yazıyorum?” sorularıyla karşılaştıkça üstünde düşünmek zorunda kalınan bir süreç. Bulabildiğim yanıt da bu: Ölüme karşı direnmek için yazıyoruz. Başka bir yolunu bulsak belki başka türlü direneceğiz ama elimizdeki tek araç, sanat. Derinlerimizi kazırken verdiği acıya karşın o acının hazzını yaşatan… Başka aracımız da yok.

Peki, “Edebiyat ne işe yarar?” diye düşünmeye başladığımızda, daha iyi bir dünya kurma yolunda edebi eserlerin misyonu sizce nedir ya da bir kurgusal metnin böyle bir misyonu olmalı mı?

On yıl kadar önce “Edebiyat Hayata Ne Katar?” başlığını koyduğum bir yazıyla bu sorunun yanıtını aramıştım ben de. (Bu Dağların Karı Erimez, Everest Yay. s. 204) Yazıya başlarken soruyu, “Edebiyatsız hayat nasıl akar?” diye bir de tersten sormuşum. On yıl önce sorduğum soruyu, o zaman pek görmediğim ama şimdi istesek istemesek gözümüzün önünde olan kimi kişilere bakarak, ”Edebiyatsız hayat işte onlarınki gibi olur,” deyip kısa yoldan yanıtlamak mümkün. Şatafatlı bir zenginlik içinde ama kof, kıskanç, hırslı, kavgacı; yönünü neredeyse hayvani içgüdülerle belirleyen, yaşamını kendisinden başka kimseye hak tanımayan bir acımasızlık içinde sürdüren ve o yaşamın öyle sürüp gitmesinden başka hiçbir amaç gütmeyen ilkel bir insan tipi… Nasıl görgüsüzce, nasıl bencilce yaşadıklarını, ağızlarını açtıklarında çevreye nasıl zifos boşalttıklarını görmüyor muyuz böyle kişilerin?

Edebiyat olmasa ne kadar yalnız, ne kadar zavallı olacağımızı anlamak için kendisini edebiyatsızlığa mahkûm etmiş kişilere bakmaya gerek yok. Yaşamımıza Montaigne girmeseydi düşünmeyi, Don Kişot’la tanışmasaydık düşlemeyi, Orwell’le karşılaşmasaydık gözlendiğimizi nasıl bilebilirdik? Empati duygusundan yoksun kalırdık; konuşmalarımız kaba, düşünmelerimiz basit, haz duygularımız hayvani, zevklerimiz ilkel, ilişkilerimiz sıradan, yaşamımız tekdüze olurdu.

Edebiyat, bizden önce yaşamış, hayaller kurmuş, serüvenlere atılmış, başarılar ve yenilgiler yaşamış pek çok kişinin düşündüklerini, düşlediklerini bizim yaşamımıza katarak gelmiş geçmiş kültürel mirasla buluşmamızı sağlar. O mirasla bütünlenmiş olarak evrensel yalnızlıktan kurtulmamızı, hayatı daha iyi anlamamızı, daha dolu yaşamamızı, zevk almanın inceliklerini keşfetmemizi, hüznün ortak mirasına dahil olmamızı sağlar. Dünyanın daha yaşanır duruma gelmesi için insanın değişmesi gerekir. Edebiyat da bunu yapar. İnsanı yırtıcı bencilliğinden kurtarır, yaşanmış ya da düşlenmiş pek çok yaşantının tanıklığında zenginleştirir.

Önceki soruyla bağlantılı olarak, nefes alabileceğimiz bir sığınak mıdır, edebiyat? Yaşamın zorluklarına kafa tutabileceğimiz bir mevzi mi? Hassas ruhlar için bir sağaltım aracı mı yoksa kendi kurduğumuz bir cumhuriyetin adası mı? Sizde yarattığı duygu ve düşünceyi öğrenebilir miyiz?

Başta bedenimiz olmak üzere birçok sınırın içine hapsedilmiş olarak yaşamaktayız. Düşünme gücümüzün de sınırları var, düşleme yeteneğimizin de. Edebiyat bu sınırları genişletir. Bizi her coğrafyada soluklanma, her zaman diliminde yaşama olanağına kavuşturur; bedensel ve düşünsel sınırlarımızdan kurtulmamızı sağlar. Gerçek yaşamda hem yaşadığımız yerde olmamız, hem de Anna Karenina’nın kendisini önüne attığı trenin yanında bulunmamız olanaksızdır. Her gün evden işe, işten eve gelip giderken Kaptan Ahab’la birlikte Beyaz Balina’nın peşine düşüp vahşi dalgalarla boğuşmamız da öyle. Fakir Baykurt’un Irazcası’yla öfkelenip Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ıyla yeni aşklar peşinde de koşamayız. Edebiyat bunu yapar: Bizi bütün sınırlarımızdan kurtarır, sonsuz bir yaşama ulaşma şansı verir. Kimi zaman sığınırız edebiyata, kimi zaman ondan aldığımız enerjiyle kendimizi zorlukların üstesinden gelme gücüne ulaştırırız. Her zaman mutluluk vadetmez. Bazen yaşama gücü veren, bazen bu gücü emen bir kaynaktır edebiyat. Kimi zaman ruhumuzu tedavi eder, kimi zaman o ruhta onulmaz yaralar açar. Kısacası sığınaktır, mevzidir, sağaltım aracıdır, kişisel cumhuriyetimizin adasıdır; medya diliyle söylersek “hepsi ve daha fazlası”dır.

Öte yandan “Yazmanın en zor yanının başlamak olduğunu biliyorum,” diyor ve yaşamda bizi cezbeden pek çok güzel şeyden “feragat ederek” yazıldığını söylüyorsunuz. Bunu biraz derinleştirelim istiyorum. Bir hayat tarzı olarak edebiyatın içinde yer alarak yazmaya başlamak mı en zoru, bir yazıya/esere başlamak mı?

Edebiyat yapıtları için bedel ödemekten söz edildiğini duyduğumda, neyin bedelini ödüyoruz, diye düşünmüştüm. Sonra John Berger çıktı karşıma. “Biz yazarlar yüreğimizi satarız aslında,” diyordu Berger. “Yüreğimizi, beynimizi, gözümüzü, kulağımızı satarız.” İster istemez düşünüyor insan; bir kitabı bitirmek için kaç günümüzü, kaç gecemizi, kaç ayımızı, kaç yılımızı gözden çıkarıyoruz. Öte yandan, yazdığımız her kitapta o zamana kadarki bütün yaşamımız var. Bir kitabı okuduğumuzda yazarın o zamana kadar biriktirdiği pek çok şeye en kısa yoldan ulaşmış oluyoruz. Yaratıcılığımızı harekete geçirmek için aklımızı, zekâmızı, belleğimizi, düş gücümüzü, düşünme yeteneğimizi dibini kazıyıncaya kadar kullanmamız gerekiyor. Bunu yaparken yaşamın kıyısına çekilmek, kendi kendine kalmak gerekiyor. Yaşamaktan feragat etmek dediğim işte bu. İster yıllardır yazıyor olun, ister yeni başlayın hep aynı zorlu süreç… Yeni bir eser yazmaya başlamak, yazarın kendi kendisiyle yeniden bir savaşa girişmesi demek. Bu ilk eserinde de böyle, son eserinde de…

Şiir hariç öykü, roman, oyun, deneme, eleştiri, inceleme türünde ürünleriniz var. Kurmaca metinler yazmakla deneme yazarı olmak arasında bir fark görüyor musunuz? Yoksa her iki türde de aslolan, yaratıcı çözümler ararken bir yandan da bu yaratı sancısından haz almaya çalışmak mı olmalı? Bu noktada, türler arasındaki katı sınıflandırmalar konusunda ne düşünüyorsunuz?

Şiir yazmışlığım da var. Ötekilerden farkı, onları gençlik hatası sayıp gün yüzüne çıkarmamış olmam. Şiir de dahil edebiyat türlerini birbirinden ayıran kesin sınırlar yok. Hatta şiir ile düzyazı arasında bile fark görmeyip, şiirde dizenin nerede biteceğine şair, düzyazıda satırın nerede biteceğine matbaacının karar verdiğini söyleyen Terry Eagleton gibi ben de türler arasında büyük ayrımlar olduğunu düşünmüyorum. Deneme türü yazılar da bir çeşit kurmaca değil mi aslında? Kurmaca dışı metinlerde kanıtlama çabası, hesap verilebilirlik biraz daha ağır basar; kurmacada ise yapıyı yapan da çatıyı çatan da sizsinizdir. Kendi başına ve sağlamca ayakta durabilirliği sağlanmışsa kimseye olayın, sözün, akışın hesabını vermeniz gerekmez. Tümü de aynı kaynaktan besleniyor sonuçta: hayatın kendisinden, yaşayıp biriktirdiklerimizden. Özetle, hep o “yaratı sancısından (alınan) haz”zın peşindeyiz.

“Öykü hâlâ sıradan okura göre değil. Hâlâ meraklısını bekliyor,” derken onu diğer türlerden ayıran özelliklerini mi, okuma isteği duyanların sayısını mı, yazma isteği duyanların artışını mı kastediyorsunuz?

Okur dendiğinde aklımıza ilk gelen okur tipini kastediyorum ve o okurun genellikle roman okuru olduğunu, öykü okumaktan pek hoşlanmadığını söylüyorum. Ama bu, öyküyü öteki türlerden ayıran özelliğinden dolayı böyle. Öykü sık dokulu bir anlatım. Sabırsız okur, olay okumak, merak öğesiyle çekilmek ve merakının canlı tutulmasını ister. Öykü ise sezdirileni anlama çabası gereksinir; okurun salt alımlayıcı olmasını değil, katılımcı da olmasını bekler. Bu özelliklerinden dolayı herkesin okumak için ilk elden seçeceği tür değildir. Öteki türlerden ayrılan bu tür özelliklerinden dolayı öykü okuru azdır. Yazma isteği duyanlardaki artış ise tümüyle başka bir konu…

Kitabınızda öykü ile gençlik kavramını bağdaştırdığınızı görüyorum. Türü gereği ona atfedilen gençliği mi anlamalıyız buradan, yoksa öykü türünde kalemlerini denemeye heves etmiş genç insanları mı? Günümüzde gençlerin öyküye gösterdiği ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

1997’de Düşler Öyküler dergisine yazdığım bir yazıda “Nedenini bilmem; roman, orta yaşlı, hatta yaşlıca bir türdür de öykü, gençtir,” diyerek yapmışım bu saptamayı ilkin. “Yaşama, anlara, o sıcaklığa daha denk düştüğü için mi, diri ve canlı olmak zorundalığı mı, geleceği içinde taşıyan, ileriye dönük yüzünden ötürü mü?” diye olası nedenleri saymış ama sözümü yine de, “Dedim ya, nedenini bilmem ama öykü hep genç olmuştur,” diye bağlamışım. Daha sonra roman yazacak kişilerin çoğu, genç oldukları zamanda öykü yazmışlar, yazmaya öyküyle başlamışlardır. Öykünün gençlik kavramıyla bağdaştırılmasının bir yanı bu ise öteki yanı da öyküde yoğunlaşanların çoğunun genç olması. Yirmi beş yıl öncesine, elli yıl öncesine dönüp baktığımızda ne görüyorsak bugün de aynısını görüyoruz yine. Günümüz öykücülerinin çoğunluğunu da gençler oluşturmaktalar. Gençlerin öyküye gösterdiği ilgi, öykü adına sevindirici elbette ama 1997’de (yirmi altı yıl önce) gençlerin en çok sevdiklerini söyledikleri yazarların değişmemiş olması da üstünde düşünülmesi gereken bir konu gibi görünmekte. En çok Oğuz Atay, Tezer Özlü, Bilge Karasu ve Sevim Burak’ı seviyormuş gençler o zaman. Bugün olsa olsa o tarihte hayatta olduğu için listede yer almayan Tomris Uyar eklenmiş olabilir o listeye; başkaca bir değişiklik de yoktur. Genç öykücüler yine aynı isimleri sayacaklardır. Bundan hangi sonuçlara ulaşılabilir? Takdir etmek için yazarın ölmesinin beklendiği sonucuna ulaşılabilir, bu kesin. Üzerinde uzlaşılmış isimlerin dışına çıkma ve yeni keşifler yapma heyecanına gençlerin uzak durdukları saptaması yapılabilir. Edebiyat tarihine ilgi duymadıkları; öykü türünü başlangıcından bu yana var eden kişilerin neler yazdığına pek bakmadıkları anlaşılabilir. Bir şey daha, kendi yaşıtlarının yazdıklarıyla da pek ilgilenmedikleri düşünülebilir.

Kendi öykücülüğünüzü odağa alıyor, örnek olarak seçtiğiniz ürünlerinizi didikliyor, bir öykünün kapsamına giren anılarınızdan söz ediyorsunuz. Bunu yapabilmek bir yanıyla kolay ama bir yanıyla da zor olmalı. Arkasına sığınabileceğiniz bir kurgu olmadan okurun karşısına çıkmak konusunda, “Kendini ameliyat etmeye benzer kendini anlatmak,” diyen Necati Tosuner’e katılır mısınız?

Hem de bütün kalbimle… Örnek olarak hep ilk kitaplarımdan, acemilik yıllarımda yazdığım ilk öykülerden seçmem ise gerçek bir cesaret gerektiriyordu. Bunu yaparken –ne gariptir ki– ben de benzer bir cümle kurmuş, “…ilk öykülerimden birini, kırk küsur yıl önce yazdığım bir öyküyü, hiçbir yerine dokunmadan ameliyat masasına yatırıp parçalarına ayıracağız,” diyerek girişmişim didikleme işine. Sevgili Necati Tosuner daha güzelini söylemiş: Öyküyü değil, kendimi ameliyat etmişim aslında.

Edebiyatta gerçek hayat dil aracılığıyla yeniden yaratılırken, bir bilgi, duygu ve deneyim aktarımı da söz konusudur. Bu sayede okur hiç yaşamadığı bir deneyimi yaşamış gibi hissedebilir. Siz öykülerinizi kendi yaşantınızdan ayrıntılarla bezerken, tecrübe etmediğiniz bir olayı anlatmak için hangi yöntemi tercih edersiniz? Örneğin daha önce yaşadığınız başka bir deneyime, duyguya tercüme ederek mi okurun algılayabilmesini sağlarsınız?

İnsanlığın bütün hallerinin tüm insanlarda bulunduğuna inanırım. İçimizde bir katil de var, bir maktul de. Anlatacağımız kişiyi içimizde bir yerlerde buluruz. Gerek duyulduğunda çevresel etkenlerin, yabancı coğrafyaların, ayrıntılarına vakıf olunmayan tarihin vb.nin araştırılarak öykü kişisine fon oluşturması sağlanabilir. Ben de kendimle bu tür iddialaşmaları severim. İlk kitaplarımdan birinde, içinde yer almamın söz konusu olamayacağı bir çevrede, topçu kışlasında geçen “Er Mektubu, Görülmüştür” adlı bir asker öyküsü yazmıştım. Anımsadığıma göre pek de zorlanmamıştım. Yaşanmış ile yaşanmamış arasında önemli bir fark olduğunu sanmıyorum. Bütün yaşadıklarımız bir süre sonra hayale dönüşmüyor mu zaten; kimi hayallerimizi de gerçekten yaşamış gibi olmuyor muyuz? Hayallerle gerçekler arasındaki sınırlar bazen çok şeffaftır. Rüyaların gerçek, gerçeklerin hayal sanıldığı zamanlar hiç de az değildir. Hayalimizde yaşattıklarımızı da bir anlamda yaşamış sayılmaz mıyız? Her ne kadar eskiler öykü tanımını öyküde anlatılacak olayın, “Güzeran etmemişse bile güzeranı imkân dahilinde olan” diye yapıyorlarsa da bugün asla yaşanmayacağını söyleyebileceğimiz kaç tane olay sayabiliriz ki? Anlatacağımız olayın kendimiz ya da başka birileri tarafından yaşanmış olması önemli değil. Yeterli düş gücü varsa gerekli hazırlığı yapmak koşuluyla herkes her şeyi anlatabilir.

“Yaptığımız işin uydurmak olduğunu biliyoruz,” cümlesini dile getirmenize rağmen “yazdıklarınızın ne kadarı gerçek” ya da “yaşadıklarınızı mı yazıyorsunuz” sorularıyla çokça karşılaştığınızı düşünüyorum. Okurken bunu sorgulamaktan kendimizi neden alamıyor, her kurguda bir gerçeklik payı aramaktan niye vaz geçemiyoruz? Bu merakın altında, yazarın hayatından kesitleri obur bir iştahla öğrenme isteği mi yatıyor?

Aslında yazdığımız her şeyi kendimizden çıkarıyoruz. Yaşanmış olanla düşünülmüş/düşlenmiş olan arasında yazar açısından çok büyük fark yok. Yaşadıklarımızı yazmaya kalktığımızda da onları yeni baştan düşlemek zorunda değil miyiz zaten? Ama haklısınız, hele “şaibeli” bir konuya el atmışsanız “Yaşamasa nereden bilecek? Mutlaka yaşamıştır,” diyenler çok olur. Trende tecavüze uğrayan bir kadını anlattığım öykü için, üstelik beni tanıdığına güvendiğim biri, “Yaşanmış olduğu belli,” gibi bir laf etmişti de “Yok artık, tecavüze uğradığımı mı sanıyorsunuz?” diye sormak ayıp gelmişti bana. Ama elbette yaşanmıştır; birileri, bir yerlerde kesinlikle öyle bir olay yaşamıştır. Belki şu anda yaşamaktadır, belki de daha sonra yaşayacaktır.

Evli ve iki çocuklu bir öğretmenken yazmaya, aynı zamanda öykülerinizi yarışmalara göndermeye başlamışsınız. Bir kadının meslek sahibi olması, mesleğini yapabilme imkânı bulması, üstelik yazan bir kadın olarak hayatını sürdürmesi bizim gibi toplumlarda neleri göze almayı gerektiriyor?

Kıskanılmayı, çekiştirilmeyi göze alması gerekiyor. Mesleğinizde iyi olmak yetmez; iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir ev kadını olduğunuz konusunda kendinizi kanıtlamanız gerekiyor. Yazma isteğiniz genellikle ikinci plana itiliyor. Başlangıçta yakın çevreniz tarafından hobiniz gözüyle bakılıp sevecenlikle karşılansa da işler ciddiye binince yavaş yavaş tablo değişiyor. Kıskançlıklar baş göstermeye başlıyor. Yakın çevreniz geri çekilip uzaklaşırken edebiyat çevresi size karşı genellikle temkinli davranmayı seçiyor. Orada da kendinizi kanıtlamanız ve onaylatmanız gerekiyor.

Özellikle Akademi Kitabevi’nin 1980’deki yarışmasına, daktilo edilmiş beş nüsha dosya gönderebildiğinizi ve ertesi yıl hakkınızın nasıl gözetildiğini anlatıyorsunuz. Bu tutum size öykü birincilik ödülünü getirmiş. Bugüne baktığımızda edebiyat ödüllerinin etrafındaki yoğun tartışmaları nasıl değerlendiriyor, yarışmalar ve verilen ödüllerin inandırıcılığı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Baskın karakterli, ağzı laf yapan bir seçici kurul üyesi adaylardan birini kazandırmayı aklına koymuşsa bunu kolaylıkla yapabilir. Kaldı ki beş kişilik bir jüride sözünün geçeceği iki kişiyi daha yanına çekmek de istenen adayı kazandırmaya yeter. En adil seçici kurulda bile üyelerin değerlendirme ölçütleri kadar en yüksek ve en düşük puan aralıkları da farklıdır. Biri en beğendiği dosyaya 60 puan verirken bir başkası en vasat bulduğuna o puanı veriyorsa sonuç adil olmayacaktır. Hele rumuzlu dosyalarla değil de basılmış eserlerle katılınan yarışmalarda tanıdık kişilere ilişkin duyguların rol oynamaması düşünülemez. Bir üyenin en çok beğendiği, ötekinin ilk elde elediği ürün olabilir. Gerçekten adaletli değerlendirme yapılması çok zor.

Öykünün üç kaynağını yaşam, insan, dil olarak düşünürsek, bir anlatımda dili oluşturan sözcük seçiminin doğru, yerli yerinde, tasarruflu kullanılması kaçınılmaz. Öykünün bu noktada yazarından hesap sorabileceğini belirtiyor ayrıca dil konusunda ne kadar katı olduğunuzun altını kuvvetle çiziyorsunuz. Peki, dilciliğinizin yazarlığınıza müdahalesi konusunda neler söyleyebilirsiniz?

O çok fena işte. Dilci olan taraf inanılmaz müdahalecidir. Yazılan her paragrafta, kurulan her cümlede yazan eli durdurma becerisine sahiptir. Aklınıza iğne ucu gibi saplanır; döndürür dil açısından inceletir yazdıklarınızı. Bunu yaptığı anda da akış kesilir, esin uçar, sözcükler savrulup dağılır. Yazarken dilci olan yanınızı sürekli bastırmak zorunda kalırsınız. Bu müdahaleciliği anlatan bir Dağıstan fıkrası dinlemiştim: Edebiyat bir eşeğin üstünde yol almaktaymış. Yolun kıyısında dilbilgisinin beklediğini görünce onu da almış eşeğin terkisine. Ama az sonra dilbilgisi yerini dar bulup edebiyatı iteklemeye başlamış. Biraz daha, biraz daha derken sonunda edebiyatı eşekten aşağı atmış. Gerçekten yazarken bir sözcük, bir sözdizimi, bir deyim, ilginizi kendi üzerine çektiği anda yazmakta olduğunuz şeyden kopup dilin kendisi üzerinde düşünmeye başlıyorsunuz ve ilhamınız uçup gidiyor.

Sanatın bireyler ve toplumlar üzerindeki dönüştürücü etkisinden hareketle bir olayı, yaşanmışlığı, güzelliği sanata dönüştürmek amaçlı bir edebiyatçıda olması gereken duyarlılıkların başında sizin açınızdan en önce ne geliyor, gelmeli?

Edebiyatın insanları mutlu edeceği yolunda verilmiş bir sözü yoktur, hatta mutsuz etme potansiyeli daha güçlüdür. Edebiyatçı da zaten bir mutluluk aşıcısı değildir ama insanları içinde kıvrandıkları daracık dünyalarından çıkarabilir. Kendisi tarafından düşlenmiş yaşamları okurunun belleğine aktararak onları yeryüzünde yapayalnız oldukları duygusundan kurtarabilir. Bir edebiyatçı, bütün insanlık mirasının paydaşlarından biri olarak yaşamakta olduğunu, küçük de olsa evrensel insan yaşantısının bir parçası olduğunu önce kendisi hissetmeli, sonra da bunu okurlarına sezdirebilmeli. Bence edebiyatçının taşıması gereken en önemli duyarlılık budur.