“Üst-insan dünyaya âdeta bir çocuk gibi bakabilen insandır, yani dünyayı yerleşik metafizik şablonlar ve geleneksel değerlendirmeler olmadan, bir çocuk masumiyetiyle görebilen bir insan.”

Prof. Dr. Oğuz İnel’in iki filozofun yer aldığı iki oturumluk bir tartışmayı kurguladığı “Nietzsche ve Schopenhauer ile Küçük Bir Söyleşi” kitabı Özgün Düşünce Serisi bünyesinde Fihrist Kitap etiketiyle yayımlandı. İlk oturumda inanç ve özgür iradenin, ikinci oturumda etik ve mutluluğun irdelendiği kitap filozofların anahtar kavramlarını okura açmakta.
Oğuz İnel, 1955 yılında doğdu. Ankara Üniversitesini bitirdikten sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmasının ardından 2002 yılında erken emekli oldu. Bu emeklilik dönemiyle birlikte felsefe üzerine yoğunlaşan yazarın sayısız akademik çalışmasının yanında Sobil, Perseus, Öteki, Metis ve Lejand yayınevlerinden yayımlanan sekiz felsefi kitabı vardır. En son, geçtiğimiz sene “Foucault ve Şeyler” başlıklı kitabı Metis Yayınlarından çıkan yazarın “Nietzsche ve Schopenhauer ile Küçük Bir Söyleşi” adlı kitabı Fihrist Kitap tarafından yayımlandı.
Oğuz İnel’in bu iki filozofu seçmesinin sebebi var: İlkin ikisinin de günümüz sorunlarına ışık tutacak düşünürler olduğuna inanması. Başka bir ifadeyle modern dünyayı anlamlandırmak için ikisinin fikirlerini vazgeçilmez olarak nitelemesi. Nitekim önsöz bölümünde, “Nietzsche, günümüzdeki postmodernist düşüncenin; Schopenhauer ise günümüzdeki pesimist ve nihilist düşüncenin ilk teorisyenleridir” diye belirtmekte. İkinci olarak da iki filozofun da felsefe tarihinde dikkat çekici bir üsluba sahip olmalarına dikkat çekiliyor. Nitekim söyleşi her ne kadar kurgu olsa da metinler filozofların eserlerinden alınarak kaynakça bölümünde belirtilmiş. Üçüncü olarak da Nietzsche’nin Schopenhauer’e verdiği değer söz konusu, öyle ki “Eğitici Olarak Schopenhauer” başlıklı bir kitap kaleme almış. Böylelikle, Schopenhauer öldüğünde Nietzsche 16 yaşında olduğu üzere zamanda oynayarak ikisini aynı dönemde “Elbe’nin Floransa”sında X isimli bir moderatör vasıtasıyla bir araya getirmiş yazar. İnanç ve özgür iradenin irdelendiği, “irade, istenç ve istem” kavramlarının bağlama uygun kullanıldığı not düşülen ilk oturuma değinmek gerekirse ilkin inanç olgusu masaya yatırılmış. İnsanın inanmaya olan eğiliminden yola çıkarak Tanrı ve özgür irade konularına temas edilmiş. Nietzsche’ye göre “doğru olanı bilmekten kaçınma isteği” olan inancın, insanı birtakım varsayımsal kurallara tabi kılarak araç konumuna getirdiği, bu yüzden de özne olarak etkin bir konum yerine kullanılmaya mecbur edilgen bir konuma düşürdüğü vurgulanmakta. Tanrı’nın varlığı veya zorunluluğu konusunda ise iki filozof benzer görüşlere sahip. Zira insan Tanrı’nın varlığını olumlamaya veya olumsuzlamaya muktedir değil. Ancak Tanrı’nın varlığına duyulan inanç Tanrı’nın var olması durumundaki sonuçların aynılarını doğurmakta. Böylece, Schopenhauer “zorunlu kötülük” olarak nitelediği din kavramına odaklanıyor öncelikle. İlki hakikat, ikincisi yalan ve aldatma olmak üzere dinin iki yüzü olduğunun altını çizmiş çünkü ona göre hakikat yalın ve anlaşılır bir formda değil:
“Hakikat daha yalın ve anlaşılabilir bir formda olsaydı, onun vekili olarak bunca zamandır işgal ettiği konumdan dini alaşağı ederdi elbette.” (s.16)
Nietzsche ise “yüz kat daha pozitivist” bulduğu Budizm’i Semavi dinlerden ayrı tutarak metafiziğe ihtiyaç duyan insanın herhangi bir dinde bulduğu mutluluğun o dinin hakiki olduğunun kanıtı sayılamayacağını öne sürüyor. Buradan hareketle şu sorular doğmakta: Ne Tanrı’nın ne de dinin olduğu bir evrende insan eylemleri neye bağlıdır? Başka bir deyişle doğada gözlemlenen nedensellik yasası insan edimlerinde ne derece etkilidir? Yani irade ve istenç hususunda insan özgür müdür? İnsan doğasını vurgulayan Schopenhauer’e göre insan bir şeyi isterken veya bir eylemde bulunurken özgür olduğu yanılsaması içerisindedir çünkü sonuca odaklanır. Oysa istemeyi neden istediğini açıklayamaz çünkü burada ilkin karakter, ikinci olarak saik ve güdüler devreye girer. Nedensellik aldatmacasını özdeş hallerin tekrarıyla açıklayan Nietzsche ise özgürlük yanılsamasını dinlerin bir sonucu olarak görür:
“İnsanların ‘özgür’ oldukları düşünülmüştür ki yargılanabilsinler, cezalandırılabilsinler, suçlu olabilsinler. Bizim gözümüzde oluşun masumiyetine ‘ceza’ ve ‘suç’ bulaştırmaya devam eden teologlardan daha radikal bir rakip yoktur. Hıristiyanlık bir cellat metafiziğidir.” (s.25)
Nietzsche benliği ve iradeyi dile dayalı, dilin avukatlığını yaptığı kurgular olarak görür ki Schopenhauer ile çatıştığı nokta buradadır zira Schopenhauer felsefesinin özü iradeye dayanmaktadır. Nietzsche bu noktada onu felsefesine “metafizik bir leopar kürkü” giydirmekle suçlar. Schopenhauer ise dünyanın devinimini güç istencine bağlayan Nietzsche’nin de aynı kürkü kuşandığını öne sürer.
Ahlak ve iyi-kötü kavramlarının ele alınmasıyla ikinci oturum başlar. Nietzsche sanrı olarak nitelediği ahlak kavramı yüzünden insanların iyi-kötü olarak nitelenerek aslında özlerinden sorumlu tutulduklarını belirtir ki insan özü sebebiyle nasıl sorumlu tutulabilir? Düşünme karşıtı olan ahlakı insanı itaate mecbur kılan bir sorun olarak görür fakat ahlak bireysel bir sorun olarak düşünülmelidir ona göre. Yani ahlak, bir sınanmaya tabi tutulmalıdır. Nitekim ahlak mutluluğu getirmez, mutluluk erdemlerin bir sonucudur. Bu noktada Schopenhauer ise insanı erdeme götürenin bilgi olduğunu savunur fakat bu bilgi tek bir kişinin kendi içgörüsünden doğan sezgisel bir bilgidir. İnsan davranışının kaynakları ise bencillik, kötü yüreklilik ve merhamet olmak üzere üç saiktir. Yani erdemli davranmanın yolu duygudaşlıktan geçer:
“Kim olursa olsun, her ne zaman bir insan ile münasebet kurarsan, dikkatini sadece onun ihtiyaçları, ıstırapları, endişeleri ve acıları üzerine yoğunlaştır. O vakit her zaman onunla akrabalığını hissedecek, onun duygularını paylaşacak ve nefret yahut aşağılama yerine şefkat ve merhameti tecrübe edeceksin. Nefret ve aşağılamayı bastırmanın tek yolu, insanı bir merhamet konusu olarak görmektir.” (s.39)
Oysa Nietzsche bu hususa itiraz ederek merhametin kendi duyduğumuz acıdan kurtulmaktan ibaret olduğunu söyleyerek onu bir tür bencil edim olarak görür. Üstelik bu dünyanın ıstırabını artırır. Schopenhauer ise insan edimlerini onun doğasına, yani doğuştan gelen karakterine bağlar. Karşı çıkan Nietzsche ise hiç kimsenin kendi edimlerinden sorumlu olmadığını, bu yanılsamanın insan yaşamının kısalığından kaynaklandığını öne sürer. Ahlak söz konusu olduğunda insanın “birey olarak değil bölünmüş olarak” davrandığını, vicdanın ise “çocukluk yıllarımızda saygı duyduğumuz ya da korktuğumuz kişiler tarafından bizden düzenli olarak ve nedensizce istenen her şey” (s.43) olduğunu belirtir. Özetlemek gerekirse, vicdanın kaynağını otoritelere duyulan inanç olarak görerek vicdanı insanda bazı insanların sesi olarak yorumlar ki bunun özünde de özgürlük yanılsaması yatmaktadır.
Neticede tüm bu hiçliğin ortasında kalan insan acıyla nasıl baş etmelidir? Başka bir deyişle mutluluğa giden yol hangisidir? Schopenhauer mutluluk ve haz istemleriyle dünyaya gelen insanın acı çekmek istemiyorsa istemeyi bırakması gerektiğini savunarak Budizm öğretisine yaklaşır. Böylece insan kendini “isteğin kölesi” kılmaktan vazgeçmelidir. Nietzsche ise tüm dış merkezlere karşı çıkarak ahlak, din gibi sahte putların sorgulanışında bulur mutluluğu fakat bunu yapabilen özne de üst-insandır.
“Üst-insan dünyaya âdeta bir çocuk gibi bakabilen insandır, yani dünyayı yerleşik metafizik şablonlar ve geleneksel değerlendirmeler olmadan, bir çocuk masumiyetiyle görebilen bir insan.” (s.54)
İki filozofun söyleşisi tüm bu felsefi sorunsalların irdelendiği bir metin olarak karşımıza çıkar. Böylelikle Oğuz İnel her okur için okunması kolay olan ve günümüzdeki sorunları, bilhassa da pandemi sonrası dünyayı anlamlandırmamıza yardım eden bir metin ortaya koymuş. Küçük hacimli olmasına karşın bu derinlikli katmanlarıyla “Nietzsche ve Schopenhauer ile Küçük Bir Söyleşi” okunması gereken metinlerden.
Metin Yetkin