4.Nisan.23

Yoksulluk romantize edilecek bir şey değil. Yoksulluk bir suç delili. Bir yerde yoksulluk varsa, yoksul insanlar varsa orada hırsızlık vardır.

Düzenin hukuki ve kolluk aygıtları, küçük hırsızları cezalandırmakta pek mahirdir. Büyük hırsızlara kimse dokunmaz. Büyük hırsızların anlı şanlı şirketleri, holdingleri vardır. Bireysel davranmaz büyük hırsızlar, kurumsallaşırlar; kamu bankalarından düşük faizle kredi çekerler, vergi teşviklerinden ve indirimlerinden yararlanırlar.

Büyük hırsızlar sanatseverdir. Sanatı ve sanatçıyı desteklerler. Kültür etkinliklerine, film festivallerine sponsor olurlar. Yayınevi bile kurarlar.

Büyük hırsızlar sporseverdir. Kendi adlarını verdikleri takımları bulunur. Bu takımların formalarında o büyük hırsızların adları nal gibi harflerle yazılıdır.

Büyük hırsızlar hayırseverdir. Bağış yapıp dururlar.

Büyük hırsızların bazıları dindardır, Ramazan ayını ve dini bayramları katiyen es geçmezler. Büyük hırsızların bazıları ise 10 Kasım’da duygusal Atatürk videoları çektirip yayınlamayı katiyen unutmazlar.

Evet, yoksulluk romantize edilecek bir şey değil. Yoksulluk suç delili olduğu gibi, “suç işleme” ihtimalini de artıran bir olgu. Binbir yüzü var yoksulluğun, binbir kuyruğu var. İranlı yönetmen Saeed Roustayi’nin “Leyla’nın Kardeşleri” filmi de yoksulluğu çok güzel anlatan bir film.

5.Nisan.23

Nuh’un Gemisi’ne hayvanların hangi sırayla girdiğini bilmiyoruz. Ama “bildiklerimiz” var tabii. Yehova’nın pişman olduğunu, söz gelimi, biliyoruz:

RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte. İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı. “Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım” dedi, “Çünkü onları yarattığıma pişman oldum.” (Tekvin, 6: 5-7)

İnsanı yarattığına pişman olup, insanı helak ederken yanına hayvanları da katan bir yaratıcı var karşımızda. Zaten Eski Ahit’in tanrısı çelişkilerle doludur; birkaç istisna haricinde zalim ve kıskançtır, cezalandırırken elini korkak alıştırmaz. Nadiren affeder.

Dino Buzzati’nin aynı başlıklı [Tekvin = Yaradılış] öyküsünde de Tanrı çıkar karşımıza. Tek başına yaratan Yehova yerine, kolektif bir çalışmayla yaratma işini halleden bir Kadir-i Mutlak’tır öyküdeki: Yeni dalga melekleri dünya projesini önüne getirdiklerinde onları ilgiyle dinler; filin, dinozorun, eğrelti otunun, sekoya ağacının, gülün, bitin, tavus kuşunun, köpeğin tasarımlarına onay verir. “Yeryüzü sevimli ve iğrenç, tatlı ve vahşi, korkunç, anlamsız, güzel yaratıklarla” dolmuştur. Nedir, “erkek” ve “kadın” adlı iki kısımdan oluşan insan adlı proje taslağını önüne getiren tasarımcı meleğe şöyle der:

“Başarını kutluyorum. Hatta sana bir madalya vermekten gurur duyacağım ama bu tipi yaratma konusunda temkinli davranmalıyız diye düşünüyorum. Bu tipe biraz yüz versek birkaç gün sonra felaketlere yol açacak gibi görünüyor. Hayır, hayır, bunu dikkate almayalım!” (Colombre, Can Yayınları, 2015, s. 25)

Ve fakat sonunda, insan denen bu çılgın projesini ısrarla kendisine sunan tasarımcıya da onay verir, projenin altına imzasını atar. Olacakları biliyordur elbette. Yine de şöyle düşünür: “Belki de olacak olan olmalıydı; değerdi buna. Kaldı ki yaradılış ânında iyimser olmak uygun düşerdi.”

***

Abdullah Ezik’in “Kuş Grisi” adlı şiir kitabından:

“Gençken ölmek gibi
Bir arzu bu
Kanım buhar oluveriyor
Parmakuçlarım hissiz
Gördüğüm bu şey:
Ölüm-
-Hangi renk,
Ben seçemiyorum.

Gençken ölmek bir arzudur”

***

Salâh Birsel’in 5 Nisan 1982 tarihli “Yaşlılık Günlüğü”nden:

Ben şimdiye değin imzaladığım kitaplara, kitaplarımı armağan ettiğim kişilerin adını yazmış, yanına da sadece “için” sözcüğünü eklemişimdir. “Sevgi”, “saygı” sözcüklerine ise zinhar yüz vermemişimdir. Ne var, son yıllarda ben de her yazar gibi imzamın üstüne birkaç sıcak ve gönül alıcısı söz kondurmaya bakıyorum.

Selçuk Altun da kitaplarını “için” ile imzalayanlardan. Adıma imzalanmış olan birkaç kitabından biliyorum.

Bendeniz ise “sevgi ve dostlukla…” mottosundan pek şaşmıyorum. Altına da tarihi, (bazen) mekanı belirtmeyi ve imzamı karalamayı da ihmal etmiyorum elbette.

6.Nisan.23

Geçenlerde “yeni” bir öykücü, ilk kitabını çıkarmış biri olarak diğer yeni çıkanları takip etmediğini, onun yerine “iyi” olduğundan emin olduğu metinleri, kitapları, yazarları okumayı tercih ettiğini ilan etti sosyal medya hesabında. Bu tercihini de, bir slogan olarak şöyle özetledi: “Onu okuyacağıma, bir Cortazar daha okurum.”

Bunun üzerine çok şey söylenebilir, fakat bu arkadaşımız aslında malumu ilam etmekten başka bir şey yapmadı bana kalırsa. Görünen köy kılavuz istemez: İstisnalar olmakla birlikte günümüz yazarları birbirini okumuyor, çağdaşlarını takip etmiyor. Çağdaşlarını okuyacağına sevdiği yazarları dönüp okuyorsa gene iyi. Hiçbir şey okumuyor olma ihtimali de kuvvetli çünkü.

Yukarıda bahsettiğim tweet’i hatırlamam, Cemal Süreya’nın “Günübirlik”ler kitabı vesilesiyle oldu. Al işte dedim, bu çok eski bir mesele. Tıpkı yeni yazarların aslında yeni olmayışı gibi, bu birbirini okumama, birbirini sevmeme meselesi de yeni değil aslında.

Değerli yazar, çevirmen ve editör Selahattin Özpalabıyıklar’ın yayına hazırladığı “Günübirlik”ler kitabının (1975-76 yıllarında yayımlanmış olan) daha ilk yazısında bakın ne diyor C. Süreya:

“Bugün edebiyatımızda gözlemlenen ilginç yanlardan biri de yazarlarımızın arasındaki sevgi bağının giderek azalmış, yitip gitmiş olmasıdır.”

Yazının devamından birkaç cümle daha:

“Kısaca, hepimiz kötüyüz. Sevmiyoruz birbirimizi. İkiyüzlüyüz. Bu durum günümüz edebiyat ürünlerinin üretici bir ortak devinimin sonucu olmasını engelliyor. Tuhaf bir karmaşa görünümü kazandırıyor onlara. Şairler birbirini sevmiyor, yazarlar birbirini sevmiyor. Kimse kimsenin ne yaptığına dikkat bile etmiyor.”

Cemal Süreya’dan yaptığım bu alıntıları okuyunca içinizden geçeni tahmin edebiliyorum çünkü benim dilimin ucuna gelen cümle sizinkiyle aynı muhtemelen.

Fakat sizlerin ve benim aklımdan geçeni, kimbilir kaç yıl önce, kitabın ilk sahibi düşünmüş. Düşünmekle kalmamış, çıkma yapıp not düşmüş: “Bir de şimdi gör!”

Sayfaların sağına soluna “Bir de şimdi gör!” yazıp duran kitabın ilk sahibi, sağ olsun, yazının son cümlesini de yorumsuz bırakmamış.

“Edebiyat Sevgisi” başlıklı bu yazısını bir soru cümlesiyle (“Anlamıyorum, yoksa burs mu veriyorlar birbirini sevmeyenlere?”) nihayete erdiren Cemal Süreya’yı da yanıtsız bırakmamış kitabımın sevgili ilk sahibi. Yapıştırmış cevabı:

“Birbirini sevmeyenlere burs veriyorlar, evet!”

***

Şahsi Ankara ansiklopedisine devamla…

Ankaralık (8): Üç şair, bir meyhane

Size bilhassa bahar aylarında keyfini çıkarabileceğiniz bir gezi rotası sunayım sevgili okur. Önce Ahmet Haşim Caddesi’ndeki Metin Altıok Parkı’na uğrarsınız. Parkı solunuzda bırakıp Sokullu Caddesi’ne doğru, o kısa ve fakat dik yokuşu tırmanır tırmanmaz sola döndüğünüzde, hemen ikinci apartmanın girişinde bir levhayla karşılaşacaksınız: “Şair Metin Altıok bu evde yaşadı”

Sokullu Caddesine çıkınca camiden sola dönün, iki dakika sonra solunuzda Ekol Pastanesini göreceksiniz. Orada bir limonata [mevsim maalesef kışsa, mecburen salep] ve sigara molası verin, soluklanın. Sonra Çetin Emeç üzerinden aşağı vurun. Yan yana iki benzinliğin bitiminden sağa dönüp Hoşdere Caddesine çıkar gibi yapın, çıkmayın. İşte orada, elbette solunuzda, Pablo Neruda Parkı’nı göreceksiniz.

Orada biraz soluklandıktan sonra Meclis’e doğru yürüyün. Meclis duvarını uzaktan görür görmez bir bakacaksınız ki Cemal Süreya parkı! Burada da bir şiir molası verdikten sonra hakkınız artık… Cemal Süreya heykeliyle sırt sırta verin, işte tam karşınızda Ankara’nın en iyi meyhanelerinden biri duruyor: Yolluk Park 17.

Yoruldunuz, hak ettiniz, keyfini çıkarın!

7.Nisan.23

Sevgili dostum Pelin Buzluk’un senaryosuna katkıda bulunduğu “Bozkır” dizisinin ikinci sezonunu yutarcasına izledim. Polisiyeyi severim zaten, diziyi de beğendim fakat en çok, genç Başkomser Payidar’ın “delirmeleri”ni sevdim. En beğendiğim oyuncu da o oldu; Payidar’a hayat veren Furkan Andıç.

Bölüm sonlarından birinde Tanıl Bora’yı izlemek de işin süpriz kaymağı.

Onur Çalı