–I–
Bazı yazarlar vardır ki, onların talihsizliği yazdıklarından daha çok yaşantılarıyla ya da yaşamdaki kimi tutumlarıyla ön plana çıkmalarıdır. Kısmen magazin bile sayılabilecek şeyleri konuşmaktan sıra bir türlü asıl konuya, yazarın yazın dünyasına gelmez. Örneğin Aslı Erdoğan hakkında –ki kendisi benim en sevdiğim kadın yazarlar listesinin başında gelir– Hasan Öztoprak konusunu konuşmaktan, 90’lı yıllarda İstanbul’da Afrikalı bir grupla yaşadıkları, onlardan birine âşık olduğu için lanetlenmesi konusunu konuşmaktan, ülkemizin CERN’de çalışan ilk kadın bilim insanı olmasını ve şimdilerde büyük bir haksızlık sonucu hapse girip çıkmasını, hastalığını, sürgünlüğünü konuşmaktan sıra bir türlü Kabuk Adam’a, Kırmızı Pelerinli Kent’e, Taş Bina ve Diğerleri’ne gelememiştir. Bir yazara yapılacak en büyük haksızlıktır bu.

Aynı makûs kaderi Şule Gürbüz’ün de –ki kendisi benim en sevdiğim kadın yazarlar listesinin ikinci sırasındadır– yaşadığını düşünüyorum. Şule Gürbüz konusu açılır açılmaz kısmen münzevi tutumuyla medyadan uzak duruşunu, Dolmabahçe Sarayında mekanik saat ustalığı gibi son derece sıra dışı ve fantastik bir iş yapmasını, viyolonsel ve kilise orgu çalabilmesini, elektronik eşyalardan ve bilgisayardan hoşlanmayışını, cep telefonu kullanmayışını konuşmaktan sıra bir türlü eserlerine gelemez. En sonunda tekrar söyleyeceğimi baştan söyleyeyim, hâlbuki Şule Gürbüz, yerli edebiyatta yıllardır beklediğimiz Godot’dur, doğmasını beklediğimiz çoban yıldızıdır.
–II–
Görebildiğim kadarıyla Şule Gürbüz hakkında edebiyat dünyasında ortası olmayan iki kutup var. Birinci kutup Ahmet Ergenç’in düşüncelerinin temsil ettiği, onu edebiyat dünyasından bile saymayan, onu klasik bir edebiyatçıdan daha çok bir düşünce-edebiyatçısı, modern bir vaiz sayan bir kutup. Onlara göre Şule Gürbüz’ün kitapları, düşünceler silsilesinden ibaret olan, yazarın iç sesinden başka bir edebiyat alanı ya da kurgusu olmayan, dolayısıyla edebiyat bile sayılamayacak kitaplardır. Temel iddiaları da şudur; Şule Gürbüz okur için bir anlatı alanı kurmak yerine, okuru kendi düşüncelerinin doğrudan tanığı kılmaya çalışıyor, diyalojik bir anlatı yapmıyor, vaaz veriyordur. Bu grup suçlamayı bir el daha yükselterek, Şule Gürbüz’ün kendine, gerektiğinde yazarla kavga da eden üyelerden oluşan bir çete değil, sessiz bir tarikat yarattığını iddia etmektedir. Ve daha da ötesi Şule Gürbüz’ün eserlerindeki büyük cümleleri ve derin tefekkürüyle okurlarından bir sessizlik ve saygı hali, yazdıklarına mutlak bir itaat istediğini söylemektedirler. Şule Gürbüz hakkında oluşan ikinci kutuptakiler de onu Ahmet Nezihi Turan’ın ve Seval Şahin’in sevdiği biçimde sevmektedir. Bu kutuptakiler Şule Gürbüz edebiyatının klasik kurguya dayanmadığını, çok katmanlı özelliklere sahip olduğunu, müzikten, felsefeden, tasavvuftan beslenen söylem özellikleri ve düşüncenin merkeze alındığı bir kurgudan oluştuğunu ve bütün bu özellikleriyle de üst düzey bir edebiyat olduğunu söylemektedirler. Gürbüz’ün vaaz vermediğini, anlatılarında birçok başka şey gibi “vaaz”ın da parodisini yaptığını, kör cehaletin, vasatın hicvi olduğunu, onun anlatısına “vaaz” demenin ancak mahsus dile bigâne olmaktan kaynaklandığını da ilave etmektedirler. Bense her iki grubun da tam olarak Şule Gürbüz yazınına odaklanmayarak özden uzaklaştıklarını, Şule Gürbüz’ün bir vaiz olup olmadığı, kendine okurlarından bir tarikat kurup kurmadığı üzerinden yapılan tartışmaların Şule Gürbüz’ün yazdıklarından uzaklaşmaya, yine bir çeşit magazine kayışa yol açtığını düşünüyorum. Sadece edebiyat dünyasında değil, akademi dünyasında da Şule Gürbüz yazınına bir kayıtsızlık söz konusu bence. Dergipark’ta yapılacak küçük bir araştırmayla akademi dünyasında Şule Gürbüz hakkında iki-üç makale olduğu görülecektir. Bu makaleler de yeterli derinlikte değildir kanaatimce.
–III–
Benim Şule Gürbüz yazınıyla ilk tanışmam –cezaevi şartlarında kitaba ulaşma zorluğundan dolayı– iki yıl öncesine gider. Okuduğum ilk kitabı “Coşkuyla Ölmek” içindeki öykülerle beni çok etkilemişti. Doğma büyüme İstanbul kızı olan, seküler bir yaşamdan gelen, İstanbul Üniversitesinde sanat tarihi ve Cambridge’de felsefe okuyan Şule Gürbüz’ün yaşam biçimi ve aldığı eğitim göze alındığında kendisine uzak dünyaları, tasavvufu böyle güzel anlatması, tasavvuf kültürüne, saray musikisine ve terminolojisine hâkimiyeti başımı döndürmüştü. Uzun zamandır böylesi tat aldığım edebi bir metin okumadığımı fark etmiştim. Şule Gürbüz’ün kendisine ait olmayan bu dünyaları anlatmadaki başarısı üzerinde düşündüm. Seküler bir oryantalist olarak içselleştirmediği dünyaları mı anlatıyordu, yoksa bizim bilmediğimiz bir şekilde aşina olduğu belki de kısmen yaşadığı bir dünyayı mı anlatıyordu? Bu sorunun cevabını halen bilemiyorum ama Şule Gürbüz’ün bir oryantalist gibi başka bir dünyayı yaşarken başka bir dünyayı anlatmadığını, bunların bir kısmını tecrübe ettiğini hissediyorum. Belki de bu his nedeniyle yazdıkları beni bu kadar etkiliyor.
–IV–
Doğrudur, Şule Gürbüz kadar edebiyatımıza felsefeyi ve psikolojiyi dahil eden çok az sayıda yazar vardır, belki de Gürbüz bunların en önde gelenidir. Ama Şule Gürbüz’ün kitapları felsefe ya da psikoloji kitapları değil, edebiyattır. İnsan olma hallerinin nerdeyse her biçimini öyle ustalıkla, hicivle, zarafetle ve sertlikle, en ince kılcallarına kadar yazar ki, bence Şule Gürbüz’ün en büyüleyici tarafı budur. Kibir, kıskançlık, haset, olamama, erken olma, erkeklik-kadınlık halleri, kendine güvenme, yetersizlik, inanma, inanır gibi olma, dedikodu, imansızlık, şüphe, emniyet, tevazu gibi yüzlerce insanlık durumunu öyle ustalıkla, büyük bir edebi incelikle anlatır ki, okurken etkilenmemek elde değildir. Proust’un bir kapının kolunu, bir yaprağın düşüşünü sayfalarca anlatışı gibi, Şule Gürbüz de insanlık hallerini uzun uzadıya, ama sıkmadan bunaltmadan, okuyucuyu mest ederek anlatır. İşte Kıyamet Emeklisi’nden söylediklerimle ilgili küçücük bir örnek:
“Her kadın ister acuzecik olsun ister dünün namlı vardakostası, başka bir kadına iffet telkini verirken kendini Rabia Hatun gibi, Meryem anamız gibi duyar, oh der, verdim gitti telkini, zayi etmedim, gaip etmedim. Ben de ilettim, esaslı karıyım, arkam da benim gibi gelsin. Kendim kendi ismetimi gaip etsem de, öğüt halini muhafaza eyledim, elhamdülillah der.”
–V–
Şule Gürbüz’ün geçen yıl yayımlanan Kıyamet Emeklisi romanı edebiyat dünyasına bir göktaşı gibi düşmesine rağmen, gündüz vakti edebiyatımızın ana kıtasına değil de gece yarısı Pasifik okyanusuna düşmüş gibi muamele gördü. Hakkında yazılan az sayıda tanıtım yazısı bile kitabın içeriğini anlatmaktan yoksundu. Birçok tanıtım yazısında romandan, ilahi aşka ulaşmaya çalışan Aziz’in çocukluğundan ölümüne kadar olan seyr-i sülukunu anlatan bir roman olarak bahsedildi. Belli ki tanıtım yazısını yazanlar bile kitabı henüz okumamıştı. Gerçi iki cilt olarak toplam 924 sayfalık hacimde yayımlanan bu romanı okumaya başlamak bile cesaret gerektirmekteydi. Romanın başkahramanı Aziz ilahi aşkı aramadığı gibi, böyle bir yolculuğa bile niyetlenmemişti. Aslında yola bile çıkmamış, evden neredeyse kovularak ayrılmış, tamamen tesadüfler zinciri neticesinde önce Sarılık Tekkesi’ne oradan Baba’nın dergahına, oradan da Kemalettin Efendi’nin yanına, Ayçukuru köyüne, askere, İstanbul’a Nuhu’nun yanına ve nihayet Tevhide’ye savrulmuştu. Aziz’in hikâyesi bir yol ve arayış hikâyesi değil, bir savruluş hikâyesiydi. Aziz’in iradesiyle ortaya koyduğu neredeyse hiçbir şey yoktur, son kısımda kendisini ölüme götüren süreci saymazsak. Aziz bence sevilmesi gereken bir karakter de değildir. Çünkü hayatının kritik dönemeçlerinde kendi kararlarını almadığı için, karakolda Hilmi Baba’nın ardından yürüme cesaretini gösteremediği için –ki bütün hayatı bu pişmanlıkla geçer–, ihvanlık, babalık, kocalık görevlerini yapmadığı için sevemedim Aziz’i. Romanının gerçek anlamda sevilecek tek karakteri Hilmi Baba’dır. Hilmi Baba’yı ve çevresini ne de güzel anlatmıştır Şule Gürbüz.


–VI–
Bir hekim olarak değinmeden geçemeyeceğim bir husus da Şule Gürbüz’ün kahramanlarının psikiyatrik durumlarını anlatıştaki ustalıktır. Kıyamet Emeklisi’nin başkahramanı Aziz’in psikiyatrik durumunun anlatılışındaki ustalık eleştirmenlerce göz ardı edilecektir kanaatindeyim. Aziz potansiyel –borderline– bir şizofrendir. Şule Gürbüz bir psikiyatrist ustalığıyla bu kurguyu başarmıştır. Aziz’in alt benliklerini (Kemal’i ve diğerlerini) ustalıkla konuşturmuş, şizofreninin olmazsa olmazı olan sözel halüsinasyonu, şizofreninin babadan çocuklara geçen genetik temellerini (suskunluk orucunu bozmamak için sessizce yanmayı tercih eden hastalıklı babası, akıl hastanesine yatan abisi, Aziz’in kendisi ve deliren oğlu Adil), ustalıkla anlatmıştır.
–VII–
Kıyamet Emeklisi hakkında söylemeden geçemeyeceğim bir konu da editöryal sorunlardır. Elbette ki böyle büyük hacimli ve zor bir kitabın edisyonunu yapmak özel bir beceri ve emek gerektirmektedir. Ancak bazen yarım sayfaya varan uzun cümlelerle yazan Şule Gürbüz’ün gözünden kaçan noktalama işareti hataları, özellikle de virgül kullanımının düzeltilmesi editöryal aşamada da olmayınca zaman zaman metnin anlaşılmasını zorlaştıracak hatta imkânsız kılacak noktaya getirmektedir. Daha önce attığım bir tweette birazcık bunu “Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi romanındaki noktalama yanlışları sanki kusursuzluğun insan için mümkün olmadığını vurgulamak için kasten yapılmış gibi, öylesine güzel” diyerek şirinleştirmeye çalıştıysam da kitabın ikinci baskısında bu hatalar mutlaka düzeltilmelidir. İlk baskıdaki bu hataları, editörlerin Şule Gürbüz’ün bu heyecan verici kitabını okuyucuya bir an evvel buluşturma acelesine ve heyecanına vermek gerekir diye düşünüyorum.
–VIII–
Şule Gürbüz’ün bence üzerinde durulması gereken önemli bir diğer özelliği de mizahı metinlerin içine inceden inceye, alttan alta büyük bir ustalıkla katma becerisidir. Kıyamet Emeklisi’ni okurken her sayfada sizi gülümsetecek bir bölüme rastlanır. Aziz’in sırtında gürbüz çocukla sarılık tekkesine gittiği bölümler, Nuhu’nun gençlik yıllarında abdestsiz namaz kıldığı camide huşu içinde zikir çeker gibi yaptığı bölümler, Baba’nın ihvanıyla sohbetlerinin büyük kısmı oldukça incelikli mizah unsurları barındıran, okurken keyiflendiren bölümlerdir. Nuhu’nun Aziz’in kendisine intisap etmesi için çırpınışı, Aziz’in bunu görmezden gelişi mizahın doruğa çıktığı bölümlerdir. Mizahın zekice ve okurun gülmesi için değil de o hal ancak öyle anlatılırmış gibi doğallıkla yapılması mizah duygusunu daha da güçlendirmektedir.
–IX–
İletişim Yayınlarca yayımlanan romanın her iki ciltteki kapak fotoğraflarının bizzat Şule Gürbüz tarafından Aziz’in halvet için gönderildiği Ayçukuru köyünde çekilmiş olduğunu öğrenmek ayrı bir hoşluk oldu benim için. Birinci cildin kapağında romanda Aziz’in bir kış geçirdiği evin kapısının dışarıdan içeriye doğru çekilmiş bir fotoğrafı varken, içerisi karanlığıyla kasvetiyle Aziz’i karşılarken, ikinci cildin kapağında da aynı evin kapısının bu sefer içerden dışarıya doğru çekilmiş, Aziz’in yeni bir hayata, daha ferah bir hayata başlayacağını hissettiren, yeşilliklerin göründüğü bir fotoğraf bulunmaktadır. Fotoğrafları bizzat Erzurum’un İspir ilçesinin Ayçukuru köyüne giderek çekmesi nedeniyle kapaktaki bu hoş metaforun da Şule Gürbüz tarafından düşünüldüğü kesin gibidir bence.
–X–
Bir edebiyat eleştirmeni olmadığım gibi böyle bir iddiadan da uzağım. Yukarıda yazdıklarım çok rahatlıkla eleştirilebilecek subjektif değerlendirmelerdir. Hasbelkader yazıyla uğraşan bir yazı emekçisi olma dışında bir iddiam da yoktur. Ama gerçek edebiyat eleştirmenlerince ya da akademi çevrelerince Şule Gürbüz gibi neredeyse yirmi beş yıllık bir yazı geçmişi olan bir yazar hakkında dişe dokunur bir yazı okuyamamak –bu yazının dişe dokunur olduğunu söylemek istemiyorum– beni üzüyor gerçekten. Mademki değerlendirmelerimin subjektif olduğunu söyledim, o zaman buna bir ilave daha yapmak istiyorum. Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi’nin daha yedinci sayfasında oğlu Adil’e tavsiyeler veren Aziz’in ağzından aslında hepimize “Adil oğlum, insan sevk-i tabisi ile kitap okumalı. Oku tabii, ne yapacaksın ama iğrene iğrene, utana utana oku, bunlar mihrabın olmasın. Dünyanın gelmişi geçmişi, en iyisi bile ne orta adammış diye oku. Herkesin sonu ne yavanmış diye oku” deyip dünyanın en büyük yazarları bile olsa yüceltmemeyi salık verirken ben onun aksine şunu söylemek istiyorum: Şule Gürbüz özellikle de Kıyamet Emeklisi romanından sonra edebiyatımızda şimdilik görmezlikten gelinse bile, ileriki yıllarda Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu, Kemal Tahir büyüklüğünde bir yazar olarak hak ettiği yeri alacaktır.
Ahmet Karadağ
Elinize sağlık. Bu kitaptan bir an haberdar olup -aa yeni kitabı mı çıkmış?- sonra unutuvermiştim. Şimdi almak için can atıyorum.