Burcu Ünlü’nün ilk kitabı olan Kapanda Bir Hayal, Aralık 2021’de İthaki Yayınları etiketiyle okurlarının karşısına çıktı. 10 öyküden oluşan bir öykü kitabıydı, kapağında dikenli dallardan bükülmüş bir kuş yuvası vardı, yazarın “çocukluğuna” adanmıştı ve raflara dizildikten dört gün sonra ilk baskısı tükendi. Çok geçmeden 2021 Kayıp Rıhtım Yılın EN’leri oylamasında ipi göğüsleyerek “Yılın En İyi Yerli Öykü Kitabı” seçildi.
Bildiğimiz gibi okuma oranlarının oldukça düşük olduğu ülkemizde en çok tercih edilen kurmaca türü roman. Öykü ise yapısı gereği okurundan daha berrak ve odaklanmış bir dimağ istediğinden, belki de romana göre daha yeni bir tür olarak kaldığından, “bestseller” olmaya yaklaştığı görülmüş şey değil. Bu bakımdan ilk kitap sıfatı taşıyan bir öykü kitabının ilk baskısının dördüncü günde tükenmiş olması oldukça dikkat çekici hatta önemli bir durum. Evet, 20. yy içerisinde Türkiye’de çok önemli öykücüler yetişti, öykü türü belki de 50 kuşağının ustalığı ile günümüz modern öykücülüğünün dahi erişemeyeceği sınırları zorladı fakat öykü türü başlı başına hiçbir zaman “en çok tercih edilen” tür olmadı. Elbette edebiyat türlerini birbirinden bıçakla ayırırcasına tasniflemek özellikle günümüz şartlarında oldukça tuhaf kalır. Disiplinlerarası çalışmanın, deneyselciliğin, postmodernizmin konuşulduğu çağımızda böylesi bir tasnif belki de mümkün bile değil. Nitekim Burcu Ünlü’nün de Radyo Tv Sinema ve Halkla İlişkiler mezunu bir editör ve yazar olduğunu göz önünde bulundurursak Kapanda Bir Hayal’in ipliğinde de bahsettiğim disiplinlerarası etkileşimi bulmayı umabiliriz. Yine de ilk kitap olarak yayımlanan bir öykü kitabının baskısının yalnızca dört gün içinde tükenmesinin üzerinde detaylıca durmamız gerekir. Neticede “tür, okurların metinleri tanımalarına, seçmelerine ve yorumlamalarına yardım eden önemli bir referans çatısı sağlar.”[1] Dahası Kapanda Bir Hayal’in içine doğduğu 2021 Türkiyesi’nin ekonomik, politik ve sosyal koşullarını ve kitaptaki öykülerin kimsenin gözüne bir şey sokmadan olay akışı içinde verdiği mesajları birlikte düşündüğümüzde, Burcu Ünlü’nün ülke okurlarını nereden yakaladığını anlamak da zor olmayacaktır.

2021 yılının ülkemiz için en önemli özelliği 2020 Mart’ında ortaya çıkan, hayatımızı felç eden Covid-19 pandemisi ve akabinde yaşanan karantina sürecine dair bir senelik döngüyü tamamlayıp bu derece olağanüstü bir durumu hayatlarımızda normalleştirmeye başlamamız olabilir. İki dev karantina sonrasında aşının bulunması ile hepimiz “yeni normallerimize” alışmaya başladık. İstanbul Sözleşmesi adıyla anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 20 Mart 2021 günü Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle iptal edildi. Yeni normal içinde işten çıkarmaların, sosyal güvencesiz yaşamanın, sağlık hakkı başta olmak üzere pek çok hak ihlalinin gündeme geldiğini gördük. Yaz boyu ülkenin çeşitli bölgeleri, bilhassa ormanlık alanları kapsayan kıyı şeridi, cayır cayır yandı ve teçhizat eksikliğinden dolayı yerinde ve zamanında müdahale edilemediği için telafisi neredeyse imkânsız kayıplar yaşadık. Türk Lirası görülmemiş şekilde değer kaybetti, küçükten büyüğe herkesin çektiği bir geçim sıkıntısı baş gösterdi. Ekonomik, politik, sosyal ve başka pek çok bakımdan dev bir distopyanın içinde sürdürür olduk hayatlarımızı. Bu distopyanın içinde eskiye nazaran çok daha fazla sayıda öykü kitabının ismini birbiri ardına duymaya başladık, peş peşe gelen felaketler sonucunda biriken duygular bir şeye dönüşmeliydi elbet. Tıpkı 1950 sonrası dilimize çevrilen eserler ile ülke dokusunun etkileşime girerek 50 Kuşağı’nı yaratması gibi belki de bundan 50 yıl sonra 2020 sonrasının dokusunu, bu olayların yarattığı edebi dokuyu daha net göreceğiz. İşte Kapanda Bir Hayal 2020 sonrasını var eden, bu konjonktüre giden yolda yazıldı ve bu olayların göbeğinde okurlara merhaba dedi.
Kapanda Bir Hayal, ismi, kapak görseli ve 10 öyküsü imgesel bütünlüğü yakalamış; bilinçdışımızda yer eden en sıradan fakat yıkıcı ve sinsi dürtülere zıtlıklarla, duyular arası atıflarla, imgesel bağlamda referanslar veren 60 sayfalık bir kitap. Bir şiir kitabı kadar konsantre olduğunu düşünebiliriz, dosya bütünlüğünün imgelerle sağlanmasının bir sonucu olarak da görebiliriz bunu: Kapaktaki dikenli teller yahut dallarla inşa edilmiş bir kuş yuvası ile Kapanda Bir Hayal ismi çok ilkel duyularımıza dokunuyor. Sıcaklık ve güvenlik teminatı olması gereken yuvanın dikenli olarak inşa edilmiş formu, sınırsızlık ve zamansızlık imkânı sunan hayal olgusunun yine dikenli ve sınırlayıcı bir forma sahip kapan ile kısıtlanması bize duyusal zıtlıkları çağrıştırıyor. Yarım kalmış, tamamlanamamış, kendini gerçekleştirememiş, zedelenmiş bir hayal. Diğer yandan içinde oturma imkânı ve koruma sağlaması karşılığında yine kendi içindeki zedelenme tehdidini barındıran, tekinsiz, huzursuz bir yuva. Bu zıtlıklar ve yarımlıklar esasında direkt olarak ergenlik çağındaki kimlik arayışımıza belki de aile travmalarımıza selam veriyor. Diğer yandan aşağıda da değineceğim üzere öykülerdeki karakterlerin isimleri, karakter niteliklerini anlatır şekilde seçilmiş. Karakterlerin niteliklerine atıfta bulunan ve yer yer Ünlü’nün ofansif mizah damarının beslediği isimler bunlar.
Kitap şu paragrafla açılıyor:
“İnsan huzurlu olmaya korkar mı? Ben korkuyorum. Aklımdan sürekli kötü şeyler geçiyor. Aman düşünmeyeyim de düşündüğüm başıma gelmesin, diyorum ama nafile. Ruhum sürekli titreyen bir el gibi. Yolum yok, kapalı değil, benim yolum yok. Dar ve dikenli değil, yolum yok. Madem yolun yok bir yol çiz kendine değil mi? Yok, parmaklarım da yok. Parmaksız doğmuşum ben. Şaşırmış herkes.”[2]
“Fazla Parmak Göz Çıkarmaz” isimli bu ilk öykünün kahramanı fiziksel bir eksiklikle doğduğu için hayata tutunamıyor. Elleri var fakat parmakları yok. Yazar, bu öykü kapsamında sayısız uzuv eksikliğini konu alabilecekken özellikle parmaksız eli seçmiş. Bunun bir tesadüf olmadığını, ellerin “hayata tutunmaya ve hayat içinde bir yol çizmeye yetmediğini” biliyor, parmaksız bir elin sınırlı mevcudiyetini ve yarattığı sayısız imkânsızlığı “parmaksızlıkla” imgeleştiriyor. Aynı karakterin bir süre sonra kardeşi oluyor. Bu kardeşin ellerinin birinde altı parmak olduğunu görüyor karakter. İlk çocuklarına parmak eksikliğinden dolayı ayrımcılık uygulayan ailenin bu sefer de ikinci çocuklarındaki fazla parmağı mesele ettiğini görüyoruz. Ayrımcı ve yargılayıcı bir toplumun en mikro ölçekteki örneği olan bu aile için toplamda 10 parmak sahibi olmak normlara uymak demek. Öykünün finalinde bu parmak ameliyatla alınıyor, parmaksız karakterimiz tarafından “can bulup yeşersin” diye bir saksıya ekiliyor. Tam da bu noktada eksikliği yahut fazlalığı ile kendini imgeleştiren “parmaklar”, ülkemizin yargılanan, eksikleri suratlarına vurulan, eksiklerini tamamlasalar dahi kendilerini ailelerine ve devlet hiyerarşisine kabul ettiremedikleri için sistemde bir yer bulamayan ülkemiz gençlerini aklıma getiriyor.

“Mualla, Oh Ne Âlâ Ne Âlâ” isimli ikinci öykünün anlatıcısı da benzer bir hassasiyete sahip. Evlerine gelen ablası Mualla için, “Uzun, ince parmaklarına sıkıştırdığı kaçak sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi. Alt dudağı üst dudağından ince olanlar zalim olur, derdi annem. Bir de götü yere yakın olandan korkacaksın. Mualla’nın dudaklarını inceledim, orantılıydı. Ayağa kalktığında da götüne bakacaktım.”[3] yorumunu yapıyor. Öykü ilerledikçe bir yazar olduğunu öğrendiğimiz karakterin çocukluğunda annesi tarafından dövüldüğünü ve bu sırada yolunan saçlarından endişe ederek kel kalmaktan korktuğunu hatırladığını görüyoruz. Bu bilgi, bize ablayı gören Marifet isimli kahramanın neden “dudak ve göt kontrolü” ihtiyacı duyduğunu da anlatıyor, ablasını görmesi kendisine şiddet travması kaynayan bir çocukluğu hatırlatıyor ve tıpkı “Fazla Parmak Göz Çıkarmaz”ın parmaksız kahramanı gibi huzursuzluğu kolayca tetikleniyor. Tehdit altında hissetme, yüzleşme, gerginlik ve mutsuzluk gibi duygusal farkındalıklar fiziksel özelliklere atıf ve kontrolle ifade ediliyor. Öyle ki sevilmeyen hatta basbayağı tiksinilen bir karakterin ismi de Haydar Mavikulak olarak seçilmiş. Adamın yazar kibri, tuhaflığı ve narsisizmi Mavikulak soyadı ile yine fiziksel, yine vücuda özgü bir gariplik üzerinden tariflenmiş.
Bu iki öyküyü takip eden “Sansargilleri Semirmek Saadet Getirir mi?” isimli üçüncü öyküde duyulara yahut fiziksel yargılara direkt olarak değinen bir unsura ilk etapta açıkça rastlamıyoruz ancak “el” ve “yuva” imgeleri üzerinden yapılan atıf bu öykünün de kendini ilk iki öyküye üçüncü olarak ilmiklemesine imkân veriyor. “‘Bir erkeğin namusu dilidir,’ diyor işaret parmağıyla alt dudağına vurup. ‘Peki kadının neresidir?’ diyorum sırnaşarak. Kalbimi gösterecek diye beklerken elini bacak arama götürüyor. ‘İşte burasıdır,’ diyor gözlerini kısarak. Yine karnıma bir ağrı giriyor. Mutluluğun formülüne yeni bir ifade daha ekliyorum: Hıdır’ın elleri. Lise bitiyor. Hıdır’la evleniyoruz. Hıdır’ın işi gücü yok ama olsun, erkek adamın yuvası olunca işi de olur. Zaten yuvayı da dişi kuş yapar. Ben dişi kuş olarak yuvayı yapıyorum ama Hıdır bir türlü iş bulamıyor.”[4] diyen karakterin mutluluğun formülü olarak elleri işaret edişi yine “umut” ve “inanç” gibi soyut kavramların bir insanın iradesine bırakılmasını imliyor. Hayallerle başlanan bir evlilik birliğine dair tüm sorumluluğun bu eller aracılığı ile “dişi kuş” olan karakterin omuzlarına bırakılışı sonrasında yuva giderek daha tekinsiz, şiddet, ihmal ve istismar dolu bir hale geliyor. Bu imgesel yolculuk da bizi yine kitabın ismine ve kapaktaki dikenli yuvaya götürüyor.
Acaba neden bu öykü karakterleri duygusal ihtiyaçların yokluğunu fiziksel bütünlük ile özdeşleştirerek ifade etmeyi tercih etmiş? Duygusal olarak açıklanamayan eksiklik, yoksunluk, acı ve düş kırıklıkları adeta yokmuşçasına (muhtemelen bastırılıp inkâr edilerek) “künt” tepkiler veren bu karakterlerin en büyük ortaklığının, her bir duygu durumunun tarifi ve tasnifi için insan uzuvlarına yaptıkları göndermeler olduğunu görüyoruz. Bu konuyu açarken psikanaliz alanından faydalanmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Psikanalitiğin öncüsü Sigmund Freud, 1915 yılında yayımladığı “Dürtüler ve Akıbetleri” isimli makalesinde ruh, dürtüler ve beden arasındaki ilişkiyi anlatır. Ona göre “psikanaliz kuramının temel kavramlarından birini oluşturan ‘dürtü’ (Trieb), ruhsallıkla biyolojinin kesiştiği noktalarda ruhsallık alanında kalırken, içgüdü beden alanında kalır. Dolayısıyla insanın doğa ile mücadelesinde bedeni ve ruhsallığı durmadan etkileşirler. Freud bundan dolayı bedenin durumunu inkâr etmeden dürtüleri, içgüdüleri ihmal etmeden de ruhsallığın temellerini ele alarak inceler. İlke olarak dürtülerin boşalması gereken bir enerji içerdiğini vurgular. Boşalmanın aracı ne olursa olsun, asıl sorunun ‘amaç’ olduğunu düşünerek biyolojiden uzaklaşmaz.”[5] Freud’a göre dürtüler beden ve zihin arasındaki sınırda beliren ruhsal bir olgudur. (Freud, 2019a, s. 58) Ona göre bilinçdışında doyum bekleyen her istem ya da arzu bu dürtülerle ifade edilebilir hatta çoğumuzun da bildiği üzere o, bu dürtüleri saldırganlık ve cinsellik olarak ikiye ayırır. Bu bağlamda kitabın ilk üç öyküsü, karakterlerin sosyal ve ekonomik koşullar sebebi ile yaşadıkları travmalar sonucunda tetiklenen temel dürtülerini açıkça yaşayamayan karakterlerin bastırılmış duygularının (sözgelimi biyolojik uzuvlara) nesnelere aktarım yolu ile açığa çıkmasını konu ediniyor. Esasen ailesi tarafından ihmal edilip dışlanan parmaksız genç, annesi tarafından saçları yolunan yazar Marifet ve kocasının türlü şiddetine maruz kalmış Saadet gördükleri şiddet sonucunda uyanan saldırganlık güdülerini eyleme dökemedikleri için duygu durumlarına dair tanımları uzuvlar yoluyla yapıyorlar. Burada biyolojik insan bedeninin her bir parçasının potansiyel bir aktarım nesnesi hâline geldiğini görüyoruz. Bu nesnelerin özellikle eksiklikleri ve farklılıkları/bozuklukları, olumsuz duyguları ifade etmek için imgeleştiriliyor.
“Tayyare Geldi Hanım” ile “Kapanda Bir Hayal” öykülerinde dürtülerin ifade edildiği aracın beden nesnelerinden, öznenin kendisine kaydığını görüyoruz. Karakterler dünya üzerindeki varoluşlarını sorguluyor, varlıklarını yok etmek belki de yeniden inşa etmek için bu yıkımın gerçekleşmesine yönelik dürtülerinden bahsediyorlar. “Sahi keşke dünyaya tekrar gelsem ama Süphan olarak değil…” diyerek kadın çorabı giymeye özlem duyan Süphan ile kendini öldürme senaryoları kuran Sonnur’un yeryüzündeki varlıklarını ortadan kaldırma yönündeki beyanları, içlerindeki yıkıcılığın kendilerine döndüğünü gösteriyor bize. Kitaba ismini veren öykü karakterinin “ölüm” hayalinin aslında dikenli yuvadaki “hayal” olduğunu anlıyoruz diğer yandan.
Bu noktadan sonra gelen öykü başka bir yerde duruyor diyebilirim. Şiddet travmasının yarattığı “eksiklik / yokluk / yoksunluk” duygusunun yerini geniş ölçekli olaylar ve tarihe atıf yapan kahramanlar, eksik uzuvların yerini de ölen/öldürülen insanlar alıyor. Bu bağlamda “Kırmızı Bir İsyandır Bu!” öyküsü adeta bir manifesto gibi, yukarıda ifade ettiğim 2021 Türkiyesi’nde yaşayan amatör yazar Asım Amca’nın karısının ölümüyle oluşan boşluğa kırmızı kalemiyle meydan okuması. “Bugün canım yazacaklarımı kırmızı kalemle yazmak istedi. Bir şeylere dikkat çekmek değil amacım. Bir şeyleri yerden yere vurmak, göğün üstünü altına getirmek, çığlık atmak kargalara, denizlere tükürmek, vurmak rüzgâra… Hiçbirini yapamazsın Asım, demeyin, biliyorum yapamayacağımı. Yine de kırmızıyla yazacağım inat değil mi? Hem bu bir direniş. Yokluğa, diktatöre, alçağa, riyakâra, arsıza, huysuza, gökteki yıldıza bir başkaldırış bu! Vurdumduymaza, onursuza, katile, homofobiğe, renksize, hissize bir isyan! Ben bunları kırmızı kalemle yazmasam başka kim yazar? Kim direnir tüm bunlara? Bir ben direnirim. Çünkü ben bozulmam, çürümem; katıdan sıvıya dönüşsem de bir yolunu bulur geri toparlarım.”[6] diyen Asım Amca, öfkesini ve saldırganlığını bu dürtülerin muhataplarına yöneltmiş durumda. Artık aktarım nesneleri muhatapların kendileri. Böylece “katıdan sıvıya dönüşse de yok olmayacağına inanıyor.” Yani karısının ölümüyle yaşadığı eksiklik, bu eksiklikten duyduğu acı ve öfke dış dünyada bir muhatap bulmuş. Asım Amca bununla yüzleşiyor. İlk beş öyküdeki karakterlerin bastırılmışlığı burada kırılıyor, kırılan bastırılmışlıkla serbest kalan öfke ve saldırganlık, bu öyküdeki karakteri hayata bağlıyor.
Kitabın bu öyküden sonra farklı bir toplumsal pencereye açıldığını söyleyebilirim; “Ben Pembe Panter”, “Kırgındın Değil mi Eleni?”, “Pembe Badanalı Ev” ve “İsrafın Çilekleri”, yaşadığımız coğrafyanın travmatik olaylarına, tarihi arka planına değinen öyküler. “Pembe Panter”de çocuk işçilik ve çocuğun ekonomik istismarı, “Kırgındın Değil mi Eleni?”de bu toprakların en büyük yaralarından biri olan 6-7 Eylül olayları ve azınlık düşmanlığı, “Pembe Badanalı Ev”de direkt atıf ile 2018 yılında meydana gelen Çorlu Tren Kazası ve son olarak da “İsrafın Çilekleri”nde yaşı itibarıyla 1960 dolaylarında doğmuş, çocukluğunu ve gençliğini muhtıralar, darbelerle geçirmiş bir kadında, dönem kapsamında yaşanan ekonomik kriz ve piyasa yoklukları sonucunda –direkt bir atıf olmasa dahi öykü dokusunu dikkatli incelediğimizde çıkarabiliyoruz bunu– kıtlık bilincinin yarattığı travmaları görüyoruz. Bu öykülerde mercek daha büyüyor, karakterlerin yaşadığı dış dünya ve fiziki ortama dair ipuçlarımız daha fazla. İşte tam da bu sebeple Ünlü ile aynı coğrafyayı ve zamanı paylaşan okurlar olarak öykülerle daha derin bir özdeşlik kurma imkânı buluyoruz.
Ünlü’nün öykülerinde gözle görülür biçimde kullandığı anlatıcı birinci tekil kişi. Tüm öyküler “ben” üzerinden örülüyor. Bu tercihin en belirgin sonucu, anlatımın, kahramanların dünyalarına ve onların tercihlerine kaynak olan psikolojik dinamikleri çözümlemek için kullanılan bir araç haline gelmesi. İkincisi de tarihi referansların öykünün önüne geçmemesini sağlaması. Zira karakter ve olay örgüsünün önüne geçen bir tarihi arka planın çoğu zaman didaktizmi köpürterek öykünün oturduğu zemini çatlattığını düşünüyorum. Burada kullanılan birinci tekil kişinin işlevi tam da bu yönden oldukça önemli. Karakterler kendilerini merkeze koyabiliyor. Öyküler, karakter merkezinden büyüyen bir anlam üstüne örülüyor. Psikolojik rahatsızlıkları olan çok sayıda karakter var hatta yalnızca “İsrafın Çilekleri”ndeki karakterler dahi başlı başına bir incelemeye konu olabilir. Bu noktada sosyal, siyasal, ekonomik ve tarihi konjonktürün karakterin hayatını nasıl etkilediğini ve hatta ele geçirdiğini “ben” kişisi üzerinden dinlemek karakterle de duygudaşlık kurmamızı sağlıyor. Karakterlerden yola çıkarak, onları izleyerek, onları odakta tutarak tarihi arka planı çözümlemeye başlıyoruz. Ünlü’nün yalnızca “ben” kişisi üzerinden ördüğü anlatım, kitabı tarihi ve psikolojik bir çizgide bütünlemeye yaramış. Çağımızı yazmanın inceliği tam olarak bu diye düşünüyorum. Her geçen gün sağlık, hukuk, teknik, eğitim, siyaset, ekonomi alanlarında kitlesel felaketler yaşanırken tüm bu yaşananların edebi eserlerde direkt olarak işlenmesi durumunda eserin doğallığının sarsılması, öykünün anekdotlaşması sözkonusu olabiliyor. Oysaki araya bir süre için koyulan mesafe, bu mesafeyle birlikte yaşananların sindirilmesi ve bu mesafenin “ben” kişisinin hayatına nasıl sirayet ettiğini görmemiz, bunu deyim yerindeyse günlük pratikler ve iç monologlar üzerinden çözümlememiz öyküyü zenginleştiren, gerçekliğe daha sıkı bağlarla tutunduran bir unsur.
Virgina Woolf, çağdaşların eserlerini incelemenin ve eleştirmenin zorluklarından biri olarak yeni yazarların eserleri birbiri ardına çıkarken takdirimiz yanında merakımızın da yoğun olmasını bir zorluk olarak, “yavaş yavaş açığa çıkan bir tasarının parçaları gibi” benzetmesi ile ortaya koyar. “Yeni kısım, daha önce geçtiğimizin üstüne bir şey ekler mi?”[7] sorusunu da iliştirir. Sahiden de yazılan yeni metinler her çağ için bu yaklaşımla elekten geçmez mi? Kitlesel olarak maruz kaldığımız, aynı anda farklı şekillerde yaşadığımız binlerce ortak değişkene açılan binlerce pencere olan öykülerin kaç tanesi diğerlerinden ayrışarak bildiğimizin üstüne bir şeyler ekleyecektir? Yalnızca öykü dokusuna karıştırılan tarihi arka plan değil aynı zamanda üslup da bildiklerimizin üstüne yeni pencereler açmalıdır ki türdeşlerinden başka bir yerde dursun ve üzerinde düşünülecek bir örnek olsun. Sözgelimi Sevim Burak, Leyla Erbil, Nursel Duruel, Vüs’at O. Bener ve Ferit Edgü’nün yalnızca anlattıkları değil, anlatış biçimleri de üzerinde ömürlerini geçirdikleri toprakların, arasında dolaştıkları insanların hikâyelerini Türkçe edebiyat tarihinde asla unutulmayacak bir yerde konumlandırmıştır. 50 kuşağı öykücülerinin dünyaya ve kitlesel olaylara bakışları bugünün insanından, bugünün yazarlarından başkadır. Bu sebeple genç yazarlarımızdan olan Burcu Ünlü’nün anlattıklarını, aktardığı “ben” dili yanında bir unsur daha çağdaşlarımız arasında dikkate değer bir yerde konumlandırıyor; öykülerini dokurken bolca kullandığı ofansif mizah.

Twitter, Instagram, Facebook ve şu an hatırlayamadığım pek çok sosyal ağ, iletişimi ve ulaşımı son derece hızlı ve kolay hale getirdi, bunu biliyoruz. Anlatılacaklar sayılı karakterlere sıkıştırıldı, kelime sayısı azaldı fakat kelimeye yüklenen anlamlar çoğaldı. Tabii ki bunun sadece sosyal medyanın hızlı tüketim anlayışına dayalı hemen-oku-kaydır tutumundan kaynaklandığını söyleyemeyiz, hukuki ve siyasi bağlamda üstümüze çöken baskının da payı var. Anlam üzerine yoğunlaşarak çevreden gelecek zehirli oklara değmemenin bir yolunu bulmayı öğrenir olduk. Kitlesel travmalarımız bardağı doldurdukça hayata ofansif mizahla yaklaşma alışkanlığı edindik. Bu durum, 21. yy Türkiyesi’nin bir alışkanlığı haline dönmeye başladı yavaşça. Hatta sosyal pratiklerimize bu derece işlediğine dair ilk belirgin örnekleri 2013 Gezi sürecinde hafızalara kazınan pankartlarla gördük. Yaşadığımız çağın edebiyat tarihine işleyeceği renk ne olabilirdi diye sorduğumuzda ofansif mizahın belirginlik kazanacağı kanaatindeyim. Burcu Ünlü’nün karakterleri yaşadıkları büyüklü küçüklü kıyametlere mizah ile, onları öldürmeyi başaramayan şeylere hicivle direniyorlar. Dili ajitasyon aracı olmaktan son derece uzak tutan, karakterleri boyutlandırarak aramıza karıştıran bir üslup bu. İzah edilemeyen yolsuzluklar, katliamlar, baskılara mizahla direnen bir üslup…
Burcu Ünlü’nün ikinci kitabını, bilhassa günümüzden neleri demlendirerek öykülerine karıştıracağını derin bir merakla bekliyorum.
Çağla Çinili
Bu yazı, 6 Şubat 2023 tarihinden önce yazılmıştır.
Kaynakça:
– Dirlikyapan, J. Ö. (2019), Kabuğunu Kıran Hikâye: Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı, İstanbul: Metis Yayınları
– Freud, S. (2019a). Bilinçdışı. çev. Elif Çalıner, İstanbul: Olimpos Yayınları
[1] Daniel Chandler, “Tür Kuramına Giriş”, monograf, 2016/6, s. 133. (Link)
[2] Burcu Ünlü, Kapanda Bir Hayal, İstanbul: İthaki Yayınları, 2021, s. 11.
[3] a.g.e., s. 16.
[4] a.g.e., s. 25.
[5] Alper Şahin, “En Uzak Sahile Gitmek: Eksiklik ve Ergenin Öznelliği”, Psikanaliz Defterleri 5: Çocuk ve Ergen Çalışmaları, Eksiklik, Ayrılık ve Ötesi içinde, der. Neslihan Zabcı, İstanbul: YKY, 2020, s. 176.
[6] Burcu Ünlü, Kapanda Bir Hayal, İstanbul: İthaki Yayınları, 2021, s. 41.
[7] Virginia Woolf, Yazınsal Ustalık, çev. Zuhal İnal, İstanbul: Kidega Yayınları, 2021, s. 43.