“Deniz Feneri etrafında olanlar bir masal edasıyla birkaç gün içinde olup bitmiş gibi hissedilir. Oysa roman büyük yıkımları, savaşları ve on yıl gibi uzun bir süreyi içinde barındırır. Woolf hızlı olmak için atının fazla yüklerini atmış, öyle ki daha hafif olabilmek adına atına eğersiz binmektedir. Ardından yetişmeye çalışan güneş ona bir türlü karanlığın ağırlığını tattırma fırsatı bulamaz.”

Virginia Woolf

Yazın tarihi boyunca birçok isim indirgemeci bir tavırla dar kalıplara sokulmuştur. Bu şekilde derinlemesine yapılmayan her okuma bir tren vagonunda ilerleyen sıradan vatandaş Ali Bey’in, üzerinde yaşadığı Doğu Roma’nın, sultanların, zenginliğin ve dünya tarihinin başkentini fark edememesine benzer. Yani mağaranın önünde durulur ve hep bir ağızdan açıl susam açıl deyince kurmacanın büyülü kapısından içeri girip haramilerin servetine ulaşırsınız. Biline ki kurmacanın dünyası büyülü göstergeler dünyasıdır, eğer bu büyülü göstergelere takılıp kalırsanız çıkış için gerekli sözleri yan yana getiremez ve eğer biraz şanslıysanız daha ilk anda zırhlarını giyinmiş ihtiyar bir Senyor Keseda olup yel değirmenlerine doğru kendinizi koşar bulursunuz. Yok, eğer Kasım gibi şansızsanız kelleniz mağaranın kapısında asılı halde gelene geçene bakarsınız.

Virginia Woolf’un yapıtları üzerine ortaya konan birçok yorumda, o ve metinleri feminist teorilerle yan yana getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle “Kendine Ait Bir Oda” eserinden yola çıkarak feminist düşüncelerinin öteki eserlerinde de görüldüğü algısı ona ve metinlerine yapılacak en büyük haksızlıktır. Harold Bloom bu durumu şöyle özetler:

“Ancak günümüzde Woolf, Mrs. Dalloway ve Deniz Feneri’nin yazarı olmaktan çok Kendine Ait Bir Oda’nın yazarı olarak tartışılır.”

Oysa iyi bir okur şunu fark edecektir. Eserlerinde estetik bir oluşum peşinde olan Woolf’un öğreticilikten ziyade estetik kaygıları vardır. Bloom, onun eserlerini politik bulanlara karşı şaşkınlığını gizlemez ve şöyle devam eder:

“Kendine Ait Bir Oda’yı ya da Üç Gine’yi her okuduğumda, bu eserlerin ‘politik kuram’ın örnekleri olarak okunması karşısında hayrete düşüyorum. Bunu Woolf ’un eserlerini neredeyse dini eserler olarak kabul eden edebiyatsever feministler yarattı.”[1]

Bütün bunların ötesinde onun eserlerine kültürel eleştiri ya da politik kuram olarak bakmak okumanın tadına tamamen erişememiş “Görünmez Kentler”in[2] gizemini çözememiş Pazar okurlarına ait bir tavırdır.

Virginia Woolf’u bir öncü ya da bir peygamber ilan etmiş yahut etmeye çalışan, ona ve eserlerine bir öğreticilik yükleyen bu yorumlara karşı Woolf’un savunmasını yazacak bir Platon ya da ölüsünü kaldırıp ona hakkını verecek bir Antonious gelir mi ya da Woolf’un buna ihtiyacı var mı? Bu soruların cevabı onun metinlerinde saklı.

Taşın Ağırlığını Karşıtına Dönüştüren Simyacı

Deniz Feneri, Virginia Woolf’un yüz akı romanlarından biridir. Bu romanda Woolf, hüznü okura sunmak için ona uzun uzadıya bir sonbahar betimlemesi yapmaz ya da ıslak bir duygusallığa, bir ağlaklığa başvurmaz. Eşya, ev ekseninden kesin bir sonuca ulaşır ve bu noktada romanın özü içinden yaşamın çıkıp gittiği bir şey’dir. Yaşam bu evin içinden çekilmiştir, odaları kalabalık, sekiz çocuğun ve dahi misafir gençlerin seslerinin yükseldiği o ev, o zaman Calvino’nun anlattığı gibi bir daha ulaşması imkânsız birer anıdır şimdi.

Görünmez Kentler’de, “Kentler ve Anı 2” bölümünde Calvino şöyle anlatır yitip giden zamanın hüznünü:

“Düşlenen kent gençliğiyle içeriyordu onu; geç yaşta gelir İsidora’ya. Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.”

Deniz Feneri’nde “zaman geçer” bölümü bize adeta Görünmez Kentler’in İsidora’sını tarif eder. Arzulanan ev geçmişte vardı, şenlikliydi ve ölümler satır aralarında yaşanmamıştı, on yıl sürecek savaş ve etkileri iki virgül arasına gizliden gizliye ağırlaştırılmadan yerleştirilmemişti henüz, Mrs. Ramsay’in aklı fikri birilerini baş göz etmekti. Evin içerisinde geleceğe dair planlar kurulabiliyordu.

Bu noktada Deniz Feneri’nden bir cümleyi öne çıkarmak istiyorum, “içinden yaşamın çıkıp gittiği bir şey, bir kalıp; bu, akşamüzeri bir tren penceresinden ta uzaklarda seçilen ıssız bir gölcük gibidir.” Woolf, hüzün motifini gerçekten içinde büyüyen eskiye dair özlemlerini okura duyurmak için mi kullanır yoksa hüzün burada romanın içerisinde onu bir yerden alıp başka bir noktaya taşıyan bir araç mıdır? Hüzün yani tatlı acı, zamanın ağırlığını sırtında taşıyan romanı yerçekimsiz ortama taşımak için bilinçlice kullanılmış bir Perseus figürü müdür?

Bu soruların cevabını yine Calvino, “Amerika Dersleri” kitabında bize sunmuştur. O, hüznü şu şekilde tanımlar:“hüzün, ağırlığını yitirmiş üzüntüdür.”Woolf’un eserlerini kurtaran, bu yoğun duygusallığa rağmen onu ağırlaştırmayan, üzüntünün ağırlığındansa hüznün hafifliğine yaklaşmasıdır. Okura doğrudan Mrs. Ramsay’in öldüğünü söylerken dahi ayağı yere değmeyecek kadar hızlı ve hafiftir. Roman bittiğinde koca bir dünya savaşı da bitmiş, aile annesini ve iki çocuğunu kaybetmiş öyle ki zamanın eli eşyaya sinmiştir; acı büyüktür fakat Woolf, doğrudan anlatmayarak Calvino’nun vurguladığı Gorgo’nun yüzüne değil, yalnızca kalkanından yansıyan imgesine çeviren Perseus’un Medusa karşısındaki gücüne sahip olur birden. Bu güç, yani ağırlık karşısında hafiflik, Woolf’un eserini öğreticiliğin ya da peygambervari bir tutumun kıskacına düşmeden ilerlemesini sağlar.

“Yalnız bir kez merdiven başında bir tahta yerinden fırladı; bir kez, tam gece yarısı nasıl bir kaya, yüzyıllarca durup durup da sonra birden yerinden kopar ve olanca hızıyla oraya buraya çarpa çarpa aşağıya düze yuvarlanırsa, tıpkı öyle bir gümbürtü ve öyle bir kopuşla şalın bir katı kurtulup sarktı, sallanmaya başladı.” Hafiflik kavramı çevresinde esere bakarken Woolf’un buradaki kaya imgesini önemsiyorum. Bir kayanın on beş yaşında bir çocuğun çevikliğiyle dağlardan gürültülü bir biçimde koşarak ovaya gelmesi romanı sek sek oynayan bir çocuk haline getirir, oyun yaşamın bütün ağırlığını buharlaştırır. Woolf bu küçük kısımda kaya ve şal görüntüsünü yan yana kullanır, kayanın ağırlığı şalın hafifliği karşısında mağlup olmuştur. Romanda ışığın arada bir evin içinden geçip eşyaların üzerinde süzülmesi, bu romanın motiflerinden birisidir, ışık romanın hafifliğini perçinler. Eve süzülen ışık eşyanın üzerinde gezinen hüzün gibidir. Hüzün de ışık da aynı amaca hizmet eder: Hafiflik.

Romanda ilahi bir güç kendini gösterir fakat bu güç ilk akla gelen tanrısal inanç değil, Woolf’un tapındığı estetik anlayıştır. Romanın satır aralarında başka şeyler aramak yanlış olur. Mr. Ramsay karakterine rağmen yazar, estetik bir tavır sergiler ve öyle ki ahlakçı Ramsay’le estet Lily Briscoe arasında düzgün bir diyalog dahi kurdurmaz. Briscoe, romanda Woolf’un sözcüsü konumundadır; romanı tamamlama görevi de ona bırakılmıştır. Son bölümde on yıl sonrasına gelir ve tuvalini on yıl öncesindeki aynı yere yerleştirir. İşte romanı tamamlamak James’i Deniz Feneri’ne yollamak için her şey hazırdır ve Briscoe tuvali aracılığıyla bir kameraman gibi kayıt almaya başlar. Unutulmamalıdır ki sahnenin gerisinde kurgu ve yönetim Woolf’a ait olsa da gören göz Lily Briscoe’dur.

Atının Sırtında Karanlığın Önünde Giden Kadın

Virginia Woolf eserinde masallara ait ekonomik anlatımla olayları hızlandırır; o, bir masalın hızlı ve ekonomik anlatıcısıdır. Romandaki hızlılık da onu donukluktan, ağır kalmaktan kurtarır. Olay örgüsü geniş bir döneme yayılsa da ekonomik anlatımla romana müthiş bir hız kazandırılır. Özellikle “zaman geçer” bölümünde, zaman ışık hızında ilerler. Mrs. Ramsay olabildiğince hızlı ölür; öyle hızlı yok olur ki ardında bir mezar dahi kalmaz, aynı durum Edward Ramsay ve Prue Ramsay için de geçerlidir. Daha çok masallarda görülen bu ekonomik anlatım Woolf tarafından okura başka bir biçimde de hissettirmek, aslında gösterilmek istenmiştir. Mrs. Ramsay’in elinde bir Grimm kitabı vardır, bu kitaptan “Balıkçı ve Karısı” masalını okur, balıkçı ve karısı masalında balıkçının yüzsüz karısı kısa bir zamanda imparator ve hatta papa dahi olur ancak gözünü tanrı olmaya dikince tekrardan büyü bozulur ve bu kez başladıkları yere küçük balıkçı kulübesine dönerler. Masalın anlatımında görülen hızlılık dikkate değerdir. Masalda, krallık, papalık, imparatorluk bütün dünyevi iktidarlar birkaç gün içinde yaşanmış ve bitmiştir. Deniz Feneri etrafında olanlar da bir masal edasıyla birkaç gün içinde olup bitmiş gibi hissedilir. Oysa roman büyük yıkımları, savaşları ve on yıl gibi uzun bir süreyi içinde barındırır. Woolf hızlı olmak için atının fazla yüklerini atmış, öyle ki daha hafif olabilmek adına atına eğersiz binmektedir. Ardından yetişmeye çalışan güneş ona bir türlü karanlığın ağırlığını tattırma fırsatı bulamaz.

Ali Yağan


[1] Harold Bloom, Batı Kanonu, İthaki Yayınları, İstanbul, 2014, çev. Çiğdem Pala Mull

[2] Italo Calvino, Görünmez Kentler, YKY, İstanbul, 2016, çev. Işıl Saatçıoğlu