Hiç gömü arama hikayeleri dinlemesek, hiç göç etmesek, hiç sevinmek için baharı beklemesek ve bambaşka bir hayata gelen göçmenlerden bir göçmen olmasak da bu öyküden etkilenirdik gibi geliyor bana.

Babam anlatmıştı. Dağda çobanken, bir grup köylü, az buçuk kasaba belki ilçe görmüş birinin gaza getirmesiyle, ellerine kürek alıp Antalya’nın şimdilerde havaalanı olan yerlerine tarla açmaya gitmiş. Sene kaçtır bilmiyorum. Ama bu adamlar Sütleğen isimli köydeki meşhur demircilerin birinden bel küreği ile kürüme küreği yaptırmışlar. Birer tane de nacak. Dört kişilermiş. Bedford’un kasasında, kızışkın keçilerin kokularının arasında Antalya’ya gitmişler. Orada ne kadar çalıştılar, kaç dönüm arazi temizleyip üzerine gecekondu kondurdular hiç bilmiyorum. Ama zengin olduklarını duydum.
Babam sevmez böyle maceraları. Hayatı yürümekle geçen bir adam olarak hiç yer değiştirmediğini düşünüyor. Galiba göçtüğü yerleri aynı yer olarak kabul ediyor. Yayla ile sahili, güz yurdu ile yaz yurdunu, kış yurdunu, maki ile ardıç ağacını bir tutuyor. Anladığım o. Biraz da övünerek, ben gitmedim diyor.
Ve yine galiba, oğlu bir yere gidince herkes gitti zannederek, ben gitmedim lafını yineliyor. Bunu da WhatsApp’tan söylüyor. Babam çarıklarını çıkaralı kaç sene olmuştur bilmiyorum. Ama babamın göçüp durduğunu biliyorum.
Edebiyatla ilgilenmeye başladığımız senelerin en bariz meselesi göçmenlikti. Hâlâ da öyle. Aslında kimliğime hiç yabancı bir kavram değil. Geriye dönüp düşündükçe bunu daha iyi anladım. Yurttan yurda göçen bir ailenin modern zaman çocuğu olarak on sekiz tane evde yaşamış olmam neden ilginç olsun ki diye düşündüm. Cevap aynı. Herkes böyle. Babamın “ben gitmedim” diye övündüğü şey aslında çok az kaldı. Neden göçüyoruz, neden özlüyoruz neden mahallemizde değiliz neden içinde bulunduğumuz yerin tadını çıkartmaya çalışırken iyi bir metin okuyup “aaa bu benim hikayem” deyip ağlıyoruz. Biliyorum ben bunların cevabını. Lakin derdim bu cevaplar değil.
Göçmenlik, yeni yer, yeni toplum, yeni olan her şey, vücudumda tarifsiz reaksiyonlar oluştururken, bu hallerimi sadece dostlarıma anlatabilirken, neden bu yazıyı yazmaya çalışıyorum onu biliyorum.
“Artık iz sürmekten bıkmış, sıla hasretiyle yanan ve muhtemelen ölüme boyun eğmek üzere olan ben, eşeğin beni götürmesine ses etmedim, uyuz yaralarını gözyaşlarımla ıslatarak tökezleye tökezleye yanından yürüdüm.”
Bu tırnak içinde yazdığım cümleler, Claire Vaye Watkins’in Yüz Kitap etiketiyle yayımlanan “Nevada” isimli kitabındaki “Kazı Yerleri” adlı öyküden alındı. Kitap Zeynep Baransel’in çevirisiyle raflarda yer bulmuş.
Koca bir dünya insanı mahallesinden uzakta ölecek. Bu hayatta emin olduğum şeylerden biri de bu. Sebepler değişmiş ama hissiyat asla değişmemiş. Gözlerimin dolması, her şeyden sıkılan biri olarak neredeyse elli sayfalık öyküyü yeniden okumam, aynı şeylere yeniden üzülmem, aynı yerlerden geçerken aynı hatıraları anmam, kendime ağlamama yolluk yapacak şarkılar açmam bundan.

Yazar “Kazı Yerleri” isimli öyküsünde, iki kardeşin altın bulmak üzere göç etmesini, başlarına gelenleri, coğrafyayı, dönemi, büyük abinin sevdiği kızdan mektup beklemesini, ötekini, o yokluğun içinde deliler gibi uyuşma, gevşeme ihtiyacını ama en çok da umut etmeyi, en çok da beklemeyi, yırtmayı biraz olsun yırtabilmeyi lakin yapamamayı, köpek ulumalarını, gelmeyen iki satır yazıyı var etmesi için yalvarılan gözlerle bakılan postacıyı, bir uzvu gibi hakim olduğu hisler ve dille sanki kocaman bir kıtanın ufak bir izahı şeklinde o kadar etkileyici anlatıyor ki, hiç gömü arama hikayeleri dinlemesek, hiç göç etmesek, hiç sevinmek için baharı beklemesek ve bambaşka bir hayata gelen göçmenlerden bir göçmen olmasak da bu öyküden etkilenirdik gibi geliyor bana.
İnsan, severse, her şeyi her şeyle eşleştirebilir. Zaman geçirdiğiniz bir kahveci yanı sizi nerelere götürür. Oralarda tebessüm edip sevdiklerinizle sizi karşılaştırır. Ve hızlıca, hazırda bekleyen hikayelerimizi hemen o an okuduğumuz hikayeyle birleştirip içinde bulunduğumuz hale dair detayları düşünüp kendi zihnimizden neden buradayız neden evimizin yakınındaki bir çay ocağında değiliz gibi soruları cevaplayabilir ve bunları oldukça soğuk, kendi halinde Amerikalı bir kadın yazarın bize hissettirmesinden dolayı edebiyata şükredebiliriz.
Belki de “Karanlık kuvvetlendikçe aklım babama gitti. Ölümünün üstünden neredeyse bir yıl geçmişti ve yanımda ona ait, dokunabileceğim hiçbir şey yoktu. Ömrü hayatında adımını atmadığı bir yabanlıktaydım, ruhu beni bulmaya kalksa nerede arayacağını bile bilmezdi” gibi bir cümleyi, bir sürü göçmen için yazan yazara, onun haberi olmadan sarılabiliriz.
Ya da sarılmadan önce, “Siz Nevada’nın neresindensiniz?” diye sorabiliriz.
Kimin paltosundan çıktık kimin kayığına bindik emin değilim. Ama aynı konuların altında bazen iştahlı bazen de cansız sesimizle dünya insanına bir şeyler söyleyebilmeyi arzu ettiğimizi biliyorum. Böyle olunca da yeniden sormadan edemiyorum.
Sahi siz Nevada’nın neresindensiniz?
Halil Yörükoğlu