
O, Kilis’te çok zayıf, kemikleri çok sayılan bir kasaptı. Ortalıkta dolaşan et ve sinir parçalarına değil de kemiklere bürünmeye çalışmış gibiydi. Sanılanın aksine hiç gülmez ve neredeyse hiç konuşmazdı. Yanakları gürbüz değil, sarkık değil ve boynu yüz metreden bile görülecek kadar kalın değildi. Gerdanı yoktu. Neredeyse üç kapılı bir giysi dolabı kadar küçük bir dükkânı ve dükkânı tam ortasından ikiye bölen bir sınır çizgisi vardı. Bazen bir adımla yıldızlı bir gecenin içinde bir ete geçiyor bazen de yine bir adımla yıldızsız bir gecenin içinde kemiğe bürünüyordu.
Yıllar önce idam edilmiş bir başbakanın adının verildiği bir bulvarı geçinceydi tavan köşelerini ağların kapladığı örümcekli dükkânı.
Bu dükkâna yüzyıllar önce boğulmuş bir şehzadenin adının verildiği bir caddeden geliniyordu ve çoğu zaman kirli ve çamurlu camları bir örümcek ağının ardından bin yıl önce derisi yüzülerek öldürülmüş bir şairin isminin verildiği penceresiz ve tabakhane gibi kokan bir sokağa bakıyordu. Bilmem kaç torununu sabaha karşı, bilmem kaç oğlunu da gece yarısı boğduran bir padişahın isminin verildiği bir camiden ezan sesi duyuluyordu arada bir.
Küçük, sineklerin uçuştuğu, sineklerin ve örümceklerin ayaklarına kan pıhtılarının yapıştığı ve adının şen ya da şenlikli bir şey olmadığı bu kasap dükkânı hayatındaki en anlamsız varlığıydı. Şuurunu kaybettiğinde, karaciğerini doğrarken bostana girememiş bir dananın, şöyle mırıldanıyordu: Kasap, dükkân, örümcek, sinek, sınır. Şuurunu bulduğu zamanlarda ise bıçak ve satır da dâhil her şeyi çıldırasıya unutuyordu.
Kasap, (bir adının olmayışını kendi de istemezdi çünkü yaklaşık yüz on yıl önce Antep Kalesi’nin arka sokağındaki bir ciğerci dükkânında, ciğercinin değil de sokaktan geçen yüz yaşındaki ihtiyar bir kadının ciğercinin çırağına “Adın, tarihinde açılan ilk gediktir,” dediğini bilirdi. Adının, Antep Kalesi’ndeki bir gediğin içinden, sonra başka bir gediğinden de geçip kıvrıla kıvrıla sokaklara, oradan kaldırım ve kale taşlarına ve oradan da yüz yaşındaki ihtiyar kadının uzamış çene kıllarına çarptığını bilirdi.) eğilip emekleyerek iki gün sonra keseceği iki koyunun peşi sıra meleyerek gittiğini anımsadı: kirli parmaklarıyla (kirli mi?) kirli bir cama çizdiği ve kan damlayan o satırla göz göze gelince. (Hayır, kanlı.)
Dükkânın tam karşısında çocukluk arkadaşına ait kasabın ışıl ışıl ışıldayan camında bir defterden koparılmış ve kenarları süslenmiş kâğıdın üzerindeki yazıyı yirmi ikinci kez okudu:
“Cenazem dolayısıyla kapalıyım.”
Kâğıdın kenarlarındaki süs, mavi tükenmez kalemle çizilmiş ve uzun bir ipi, bir halatı, bir urganı andıran desenlerden oluşmuştu.
Kasap, bu ibarenin ilk olarak yaklaşık seksen yıl önce İstanbul’da bir tuhafiye dükkânının camına asıldığını biliyordu. Yalnız bir tuhafiyeci, seksen yedisine gelip de iyice elden ayaktan düşüp hastalandığında son bir gayretle bu yazıyı yazmış, yine son bir gayretle kirli cama yapıştırmış ve kırmızı yün yumaklarının üzerine kendini yavaşça bırakıp son nefesini vermişti. Bu tuhaf bilgiyi “Kilis’in Sesi” ya da buna benzer bir ismi olan bir gazetede okumuştu. Sol üst köşede haberi yazan gazetecinin hüzünlü yüzünün donakaldığı bir fotoğrafı vardı. Kendi cenazesini, kendi yalnızlığı ve terk edilmişliği içinde çevresine duyurmaya çalışan bu tuhafiyecinin hazin kaderi o saniye şahdamarına kara bir sinek gibi yapışmıştı. Ama bu bilgiyi arkadaşına anlatıp anlatmadığını hatırlamıyordu şimdi. Camda küçük bir kan lekesine bakıp: “Şahdamarımı kara bir sinek mütemadiyen emiyor,” demişti nedense kırgınlıkla. Aynı haberin sonunda tuhafiyecinin masasında buldukları notta eski harflerle şöyle bir not yazılıymış ama:
“İntihar mektubu bırakmak içimden gelmediği için böyle bir not yazdım dükkânımın kirli camına.”
“Cumaya gittim, geleceğim,” cümlesinin ilk kim tarafından düşünülüp yazıldığını ve dükkân camına asıldığını anlatmıştı ama arkadaşına. Altmış yıl önce Kilis’in en kalabalık caddesi olan Murtaza Caddesinde bir tavacı, inançsızlığı diğer esnaf ve zanaatkârlarca anlaşılmasın, yadırganmasın diye yazmış ve asmıştı o kâğıdı dükkânın kir içindeki camına. Cuma namazı saatinde dükkânını kapar, abdest aldığı belli olsun diye pantolonunu diz kapaklarına, gömleğini de dirseklerine kadar ıslatır, en son yüzünü ve saçlarını mesh eder ve camiye doğru hızlı hızlı adımlarla yürürmüş. Bütün esnafın da yaptığı üzere cumayı kılar ama öğleye kalmadan yine geldiği gibi hızlı adımlarla çıkar, ardından sessizce cemaatin arasından sıyrılır ve şehir hamamında kendi gibilerle yıkanır, arınırmış. Yıllar geçtikçe her cuma sonrası onu hamamda gören bir fıstıkçının içinden, “aynı tas aynı hamam” dediğini de bilirmiş bu tavacı. Bundan tam yetmiş beş yıl önce.
Arkadaştılar arkadaş olmasına ama bu iki kasabın birbirine benzemeye hiç niyetleri yoktu. Aksine, aralarında söylenmemiş bir sır gibi bundan deliler gibi kaçınıyorlardı. Biri bıyık bıraksa öbürü sakal bırakıyordu. Biri kilo alıp şişmanlasa, kapılardan sığamasa öbürü hemen yemeden içmeden kesiliyor ve bir deri bir kemik kalana değin zayıflıyordu.
Saplantılı bir coşkuyla dillerine doladıkları kimi sözcükleri yinelemekten çekiniyor, aynı şarkıları dinliyorlar ama aynı yerde hüzünlenmiyorlardı. Oysa ikisinin de geçmişleri ve yaşamları derinden derine aynı hazin çizgilerde buluşuyordu. Bekârdılar, çocukluklarında ikisinin de kuzularını babaları kesmişti neredeyse aynı sabah ve aynı saatte. Çoğu zaman konuşmazlardı ve ölesiye hoşlanırlardı aralarında gelişen bütün sessizliklerden. Akşamları, deli gibi içmeyi sever ve her ikisi de gözlerinde ilk bakışta anlaşılan, doğuştan gelen o sonsuz kederi taşırdı.
“Ben,” derdi biri, sesini toparlamaz ve soluğunu çoktan yitirmiş bir panikle, “ben, bir gün olsun et doğramazsam hayata küsüyorum. Hastalandığımda misal, yataktan kalkamadığımda aklım biley taşımda ve bıçağımda oluyor. Satırlarımı özlüyorum. Satırımı, çaresizlikle gözlerime bakan bir çift gözden ibaret bir boyna çalamıyorsam kendimi yaşamamış hissediyorum.”
Öbürü, elbette bu duygunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu ama yine de “Ben,” diyordu, “ben, kıyma makinesini kullanırken bile irkiliyorum.” Susuyor, bekliyordu sonra.
“Ben,” diyordu yine öbürü, “ben, özellikle kurban bayramlarında mutluluktan göğsümün bir inip bir şişmesini engelleyemiyorum. Hem sevap işlemenin gururu hem de bıçağımla yeniden, bir kez daha, yine hemhal olma hazzı beni deli ediyor.”
“Ben işte en çok da bundan korkuyorum,” diyordu öbürü. “Ben, korkuyorum. Ben, korkuyorum. Dört bacaklı o güzel yüzlü hayvanın, koyunun yüzde doksan ihtimalle, göğsünü ikiye ayırmanın meşrulaştırılması ve bunun üstelik ilahi bir avuntunun içinde yapılması midemi bulandırıyor.”
Sonra bir zaman araya kan kokmayan bir saniye girdiğinde –ki biri, sessizliklerimizin hepsi kemik kokuyor artık derdi–, aralarından biri, muhtemelen kemik kokusuna benzeten bütün sessizlikleri, “İnsan en çok bir fırtınaya bakarken yaşlanır.” derdi. Havadaki kemik kokusunu ciğerlerine çeken diğeri eklerdi hemen, “Ben de fırtınayı seyrettiğim için belki bu kadar erken ihtiyarladım.”
Çoğu zaman, akşamları müşteriler elini ayağını çekince dükkândan, Kilis’te motosiklet sesleri iyice azaldığında, Resul Osman Dağı’nın karşısındaki sınırdan kurşun sesleri, top sesleri duyulmaya başladığında Sesli Okuyucu’dan bir kilo tuzlu fıstık alıp dükkânın içinde konuşurlardı. Sınır çizgisinin bir tarafına kendisi, bir tarafına da arkadaşı otururdu. İçerlerdi de gizliden gizliye. Işıkları sabah akşam kapalı duran küçük tekelden alırlardı rakıyı-birayı. İkisi de uzun süredir artık et yemiyordu ki bu Kilis’te günlerce konuşulacak kadar önemli bir meseleydi aslında.
Dükkânları karşılıklı olmasına rağmen hiç rekabet duygusuyla çalışmamışlardı. İkisinin de dükkânları neredeyse aynı büyüklükte ve aynı anlayışla dekore edilmişti.
1. Dükkân kapısı sürekli açık olurdu ve pervazın içinde boncuklu, rengârenk, plastikten bir perde görevi gören bir şeyler asılıydı.
2. Buz gibi olurdu her zaman.
3. Tezgâhın hemen karşısındaki duvarda büyük bir tablo; yeşil ve geniş bir yaylada koyunlar kuzular otluyor.
4. Vitrindeki raflardan birine oturtulmaya çalışılmış çok uslu bir oyuncak koyun. Gözleri sevimli.
5. Yine vitrinde, oyuncağın hemen yanında derisi yüzülerek çengele asılmış ve kıçına bir demet maydanoz sokulmuş talihsiz bir koyun.
Sonra her ikisi de gece olunca dükkânlarının kanlı ve karanlığın buram buram koktuğu diplerine çekilirlerdi. Her iki arkadaşın da dükkânlarının zeminlerinde kırmızı bir boyayla çizilmiş ve dükkânı tam ortadan ikiye bölen bir sınır çizgisi vardı. Sınırın bir yakasında içten içe süren korkunç bir savaş vardı. Öbür yakasındaysa başka bir savaş. Her ikisinin de sebepleri neredeyse aynıydı ve aynı kapıya çıkıyorlardı can korkusuyla. Bazen, içmedikleri zamanlarda sınırdan geçer geçer geri dönerlerdi. Bir tarafında sınırın çocuklar ve bombalar varken öte tarafında anne karnındaki kuzular ve bu kanlı satırlar vardı.
(Bazen, dükkânımın çürümeye yüz tutmuş, kurtlu, ahşap zemininde durmadan volta atar, günlerdir satamadığım ya da garip bir bağ kurup satmaya kıyamadığım bir kuzunun karnından yayılan kokusuyla düşüncelerim de çürümeye başlardı. Kuzunun ölmesi değil, kuzuyu öldürmem değil, kuzunun bir daha annesinin yanında hoplaya zıplaya koşamayacağı değil, kuzuyu paramparça parçalara ayırmam da değil de kurtlanmaya başlamış küçük organlarından yayılan o kokunun, o berbat et çürümesinin ağırlığına ruhum katlanamazdı. Ölümden, öldürmekten değil de öldükten sonraki o bekleyişten daha çok korkardım. Korkardım çok ve bu duygunun kalbimde bıraktığı sessizlik duygusunu arkadaşıma anlatamazdım. Heyecanla bıçaklarımı ve biley taşımı nasıl özlediğimi anlatırdım da bu çürük kokudan midemin bulanıp bulanıp alt-üst olduğunu anlatamazdım. Anlatamadığım bir şey daha vardı: ben kasaplığa başladığım ilk günden beri sarılmayı unuttum. Ama bu, koyun etinin artık gitgide soğumasından değil, insanların yüzündendi. Sarılmayı unutunca kollarım sabahlara kadar yük taşımışım gibi ağrımaya başladı sonra.)
(Dükkânımın çini zeminindeki mavili siyahlı nakışları seyrederken bir yandan da “artık böyle tezyinat ustaları kalmadı” diye kendi kendime hayıflanır bir yandan da her nereden yayılmışsa şehirdeki bütün kasap dükkânlarının vitrinlerine el koyan koyun kıçını maydanozla saklayarak ulaşılan süsleme sanatı üzerine kafa yorardım. Çinilerin üstündeki nakışın zarafetinden başımı kaldırıp da vitrine bakmaya korkar, bakınca da elektrik çarpmışa dönerdim. Uçsuz bucaksız bir ormanın içinde kaybolur, kaybolurdum; ceylanları, kurtları, geyikleri, yaban domuzlarını ve tavşanları düşünür, aslanları ve kaplanları da düşünür ve mahrem yerlerinin açıkta olduğunu bilirdim de yaradılıştan mahrem yerleri bu denli örtük olan koyunun mahremiyetine yapılan bu zorbalığı kabullenemezdim. Şehrin merkezindeki diğer rakiplerimin, bu süsleme sanatını daha da ileri boyutlara götürüp koyunun mahrem yerine maydanoz değil de gül, karanfil ya da domates dilimleriyle kapattıklarını gördüğümde zavallı koyuna üzüldüğüm kadar güle ve karanfile de üzülürdüm. Sonra dayanamaz hayal ederdim:
a) Sanırım o yaşlı tuhafiyeci gibi intihar etmişim.
b) Biliyorum ki geride bir intihar mektubu bırakamayacak kadar yorgun olduğum için dükkânın camına kirli bir alfabeyle “cenazem dolayısıyla kapalıyım” ibaresini asmışım.
c) Ölmüşüm sonra, bir yerinde hayalimin.
ç) Sevdiğim bir şiiri okumuş bağıra bağıra sokağın bir delisi.
d) Arkadaşım dükkânından çıkıp, hüzünle ayaklarımdan vitrindeki çengele asmış beni.
e) Delinin şiiri tam burada bitmiş o sıra.
f) Arkadaşım, mahremiyetimi örtmek için bir kurşun kalemi tercih etmiş, demek çırılçıplak intihar etmişim.
g) Gelip geçen rakip kasaplar sinsice kalemi çıkarıp yerinden sırtıma yazmışlar sonra: Günahkâr, cehenneme kadar yolun var. Hiçbir dost kasap “o günahkâr değildi” diye yazacak kadar cesaret gösterememiş, iri iri hayvanları tek bir bıçak darbesiyle yıkan o iri iri dost kasaplar.
ğ) Bazı sığırlar cesedimin tam karşısında durup, vitrinimi neden kıçlarına maydanoz sokulmuş koyun cesetleriyle süslemememi hiçbir zaman anlayamayacaklarının mutluluğuyla ortalığa pislemişler.
h) Arkadaşım dönmüş o zaman diğer rakip kasaplara ve etin üstüne uçuşan sinekler gibi vitrindeki cansız bedene ağır küfürler yazmak için bekleşen ağzı salyalı kalabalığa:
“Peki, sizce, intihar etmeyip de yaşamak büyük bir günah değil midir?”
ı) O an içimden cevaplamışım arkadaşımı:
“Değildir. İntihar bir küfürdür. İntihar bir küfürdür. İntihar bir küfürdür.”)
Cenazeden sonra arkadaşının dükkânının önünde bir süre durdu. Bu sabah vitrinde çengele asılı gördüğü bedenden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Ufak bir kalabalık toplanıp aceleyle cesedi çengelden indirmişlerdi. Apar topar yıkayıp defnetmişlerdi sonra. Ne kapıda bir not ne de herhangi bir işaret bırakmıştı arkadaşı geride kalanlara.
Dükkânın önünde durup bir kez daha baktı vitrine. Düşünmeden edemedi: Bu sabah, arkadaşının dükkânının vitrininde çengele asılı bulduğu ceset arkadaşına mı aitti yoksa bir koyuna mı?
Kabataslak şöyle, şöyle el yordamıyla hesaplamıştım da bilmem kaç yıllık kasaplık hayatımda, bilmem kaç bin tane hayvanı boğazlamıştım. İki bin koyun son kez bakmıştı o güzel gözleriyle bu çirkin gözlerime. “Bedbaht gözlerine” diye uyarmıştı arkadaşım. Demek ona hesap yapmıştım. Bin beş yüz danayı hiç gözümü kırpmadan. “Berbat yüzüne,” diye yine eklemişti arkadaşım. Üç bin inek elimi gram titretmeden bırakmıştı güzel boyunlarını bu acemi ellerime. Yine bir ekleyeceğin var mı gibilerinden bakmıştım arkadaşımın hafif hüzünlü ince yüzüne. Nedense ellerim için hiçbir benzetmede bulunmamıştı. Ellerimi severdi. “Babamın elleri, gibi,” demişti bir keresinde. Çocukluğundan kalma bir hatırayla belki de hastalanıp da karnı ağrıdığı zamanlarda ellerimi tutup karnının üzerine bırakırdı. “Çok sıcak,” derdi, “Ateş tuğla gibi.” Acısını durmadan dile getirmek isteyen, sürekli o kıyımın etrafında dolaşmayı seven insanlar gibi ısrarla konuşmak, anlatmak ve bütün bunların yetmediği zamanlarda uluorta göstermek, uğun uğun uğunmak, bağır bağır bağırmak istiyordum. Dört bin kuzu, henüz daha gün yüzü görmeden, ılık ve sevimli son nefeslerini vermişti bu nerelerde soluyacağını bilmeyen yolunu kaybetmiş nefesime. “Çürük nefesine,” demişti yine çok çok sonradan arkadaşım. Bunu uzun uzun düşünmesine içerlemiştim en çok. Yoksa değil nefesimin artık gitgide hayallerimin ve zihnimin de çürüdüğünü biliyordum. Bir hayvan gibi kesildikten sonra unutulduğum bir bidonun içinde için için çürüdüğümü biliyordum. Ölmek, korkutucu değildi. Korkutucu olan için için çürümekti. Yaşarken. “Şöyledir bak dünya,” demişti bir akşam arkadaşım, tezgâhın üstünde bir dana ciğerini parçalara ayırırken, “Bir örümcek olduğunu düşün, balkon kapısından duvarları yeni boyanmış bir eve sızmışsın ve kaygan duvarın üzerinde aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışır gibi koşturuyorsun. Çünkü korkuyorsun. Evin sahibi, kendi güzel duvarını kirletmek pahasına senin tepene bir terlik indirip kana bulayarak kirletiyor duvarını. Sonra da ıslak bir bezle silip gidiyor duvarının kirlendiğine fena hayıflanarak. Dünya budur.” Sonra etleri bir kâğıda sarıp müşterisine uzatmıştı. Böyle iri iri konuşmayı severdi. “Dünya, hayıflanmaktır,” dedi. Çok anlayamamıştım. “Örümcek,” demiştim, “Onun hayıflanmaya vakti bile olmadı ama.” Bunu düşündü yine uzun uzun.
“Örümceğin amına koyim,” dedi sonra, “Gezmeseymiş ulu-orta duvarda.”
Akşam dükkânlarımızı kapatıp kalabalığa karışacaktık ulu-orta sonra. Murtaza Caddesinde yürüyecek, kelle paça çorbası içip, tava yiyecektik. Kara Kadı Camii’nin alt katındaki kaçakçılar çarşısından sigara ve çay alacaktık. Kedi yavruları görecektim, köpek yavruları, kuzuları hatırlayacaktım sonra, danaları. Annelerinin karınlarındaki karanlıktan memnun bir alışkanlıkla yaşadıklarına hükmedecektim tuhaf bir vehimle. Alışıyorlardı, ama onların bunun bir karanlık olduğunu anlamaları için aydınlığa ihtiyaçları vardı. Doğarken, her şey bu karanlığın içinde olup bitiyordu. Her şeyin başı bu karanlıktı. Bu olmamış ve çiğ başlangıç, karanlığın ta kendisiydi.
“Her şeyin başı neden bu kadar karanlık ki,” diyecektim sonra arkadaşıma. O bir bıçağın sesine kapılıp gitmeseydi eğer.
“Düşünme bu kadar,” diyecekti sonra. Sonra bir türküye başlayacak ben de eşlik edecektim; Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar… Vehmedecektim. Bundan sonra artık ben hep vehmedecektim. Vehmedecektim.
Şimdi, et ve kan kokan caddelerin ve sokakların arasından bir an önce küçük kasap dükkânıma giderek sınırın öte yakasına geçecektim; yüzler, yüzlerce yıl önce kardeşini öldürerek ilk cinayetini işleyen ve bu cinayetle adım adım, gün gün uzlaşan bir insanın hikâyesinin anlatıldığı kitabın sayfaları arasında yeni bir cinayet daha işleyecektim. Adımı soranlara Habil, “Bana Habil derler,” diyecektim ama bundan sonra.
Vehmedecektim.
Bora Abdo