24.Mart.23
İki eski arkadaş, Ozan ve Ömür, akşamüstünün loş karanlığı içinde salonda otururlar. Mevsim bahardır, sokağın sesleri içeriye belli belirsiz sızsa da televizyondan gelen ince bir erkek sesi içli içli söylemektedir:
“Gitti giden ömür ömür
geri dönülmez…”
Ozan: Kıs abi şunun sesini biraz. Bu herife de kıl oluyorum zaten.
Ömür: Neden ki? Çok severdin eskiden.
Ozan: Eskidendi o, insanları severken. Artık kimseyi sevmiyorum.
Ömür: (alaycı gülerek) Hayırdır?
Ozan: Sıkılıyorum abi, çok sıkılıyorum. Sıkılıyorum ve sigara içiyorum, tek yaptığım bu.
Ömür: İyi işte, ne güzel. Erkenden tahtalı köye varırsın bu gidişle. Orada sıkılmazsın.
Ozan: Ne biliyorsun orada sıkılmayacağımızı? Belki de sonsuz sıkılmaktır ölmek.
Ömür: (yine alayla gülümser ve alkış yapar) Bunu facebook’a yazsana, epey beğeni alırsın. Nerde okudun bu sözü, hangi yazardan aparttın?
Ozan: Okumuyorum artık ben. Başkalarının gevezeliklerini okuyacak yaşı çoktan geçtim. Eskidendi o.
Ömür: Geçen elinde gördüğüm neydi o zaman? Harflerden Hayvanat Bahçesi miydi neydi?
Ozan: O farklı, kurgu okumuyorum artık. Öyküymüş, romanmış… Hele şiir! Tam bir saçmalık. İnsan, yirmi beşinden sonra şiir yazmamalı.
Ömür: (abartılı kahkahalarla gülerek) Haydaa, ne işin var çayda! Oğlum niye böyle oldun sen ya!
Ozan: Sıkılıyorum diyorum ya, anlamıyor musun, çok sıkılıyorum yahu. Ölesiye sıkılıyorum.
Ömür: Tamam lan anladık, bağırma! Rahat batıyor sana oğlum. Bak Smirnoff almıştım geçen, hem de paraya kıyıp 70’lik aldım. Var mı şu siktiğimin dünyasında daha güzel bir içki, hı? Tonik de var. Şöyle bir dilim de limon… Hadi sen balkona çık, getiriyorum ben.
Ozan: Yok abi, hiç canım istemiyor. İçeceksek rakı içelim bari. Hatta hiçbir şey içmeyelim mümkünse. Başlayınca duramıyorum artık ben. Durmak istemiyorum. İki kadeh içip bırakacaksan hiç içmeyelim.
Ömür: Amma uzattın be dostum. Sen çık hadi balkona, şu kuşları kovala, geliyorum ben. Votkalar benden!
Balkonun manzarası pek parlak sayılmazdı. Dikmen’in ara sokaklarının biri… Dışarıda araç sesleri, sokağın olağan gürültüsü, batmakta olan güneş vardı. Otuzlu yaşlarının sonlarındaki iki adam küçük bir masaya karşılıklı oturmuşlardı. Ozan sigaranın birini söndürüp birini yakıyordu. Gittikçe artan bir davul zurna sesiyle beraber silah sesleri duyulmaya başladı.
Ozan: Görüyor musun hıyarları. Sanki dağ başındalar. Ver şu bardağını tazeleyeyim.
Ömür: Dışarı çıkalım ya. Kızılay’a inelim, hava güzel. Eski Yeni’ye gidelim, bira içelim.
Ozan: Uyan sikim sabah oldu. Eski Yeni mi kaldı oğlum, hani orası kapanalı! Ver şu bardağını. Birer tane daha içelim, çıkarız.
Ozan mutfağa geçti, buzdolabını açtı, balkon kapısından görüyordu Ömür’ü. Kambur sırtına baktı arkadaşının, votkaları doldurdu, üstüne tonik ekledi. Limonsuz da olur diye düşünüyordu ki sandalyenin devrildiğini duydu. Balkona koştuğunda yerde yatıyordu Ömür, başından vurulmuştu.
26.Mart.23
PEN Yazarlar Derneği 2023 Şiir Ödülü Barış Pirhasan’a verildi. Ve adet olduğu üzere, yılın Dünya Şiir Günü Bildirisi’ni, ödül alan şair yani Barış Pirhasan kaleme aldı. Ne güzel bildiriydi o öyle. Fakat Haydar Ergülen’in, ödülün Barış Pirhasan’a verilmesi üzerine yaptığı konuşma! O da en az Pirhasan’ın bildirisi kadar güzeldi.

Biz de Pirhasan’ı kendi dizeleriyle kutlayalım:
Bu sabah aile dediğimiz geçici tarihsel kategorinin
Kalıcı yanlarını okşama isteğiyle uyandım
Tüylü, ıslak yerlerini, patates musakkası
Ve tereyağlı pilav kokan kısa aralıkları
Belki tırnaklarım uzamış ve üşeniyorum kesmeye
Belli sert araziye sarmış bindiğim kaydırak
Şöyle uzuuun bir güzelleme yazmak isteğiyle
Süt ve şefkat kokusuyla uyandım bu sabah
27.Mart.23
İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un İngilizce çektiği “Triangle of Sadness” (Hüzün Üçgeni) filmini izledim. Daha önce “The Square” ve Türkçeye “Turist” olarak çevrilen “Force Majeure” filmlerini izlemiş, beğenmiştim.
Hüzün Üçgeni’nde ultra lüks bir yat seyahatine çıkmış zenginler kulübünü görürüz. Bir kara komedinin içinde olduğumuzdan yadırgamayız: Gübre satarak bok gibi zenginlemiş olan ve bu durumdan “Bok satıyorum,” diye bahseden Rus zengin, “demokrasi” için bomba üreten yaşlı bir İngiliz çift, yatın komünist ve alkolik kaptanı, ana kahramanlarımız Carl ve Yaya (bu ikisi modellik yapan iki gençtir, Yaya’nın Instagram fenomenliği sayesinde yat tatilini bedavaya getirmişlerdir)…
Altın Palmiye ödülünü ikinci kez kazanmış Östlund, hem yazıp hem yönettiği bu filmiyle. Naçizane, ben de beğendim filmi. Fakat sonunun farklı olmasını dilerdim.
–Spoiler içerir–
İzlemeyenler için Aydın havası: Yatta her şey bütün absürtlüğüyle (ve aslında gerçek oğlu gerçekliğiyle) sürerken, yani paranın Allah olduğu bir düzende her şey “olması gerektiği gibi” devam ederken önce bir fırtına çıkar. Burası filmin şenliğe dönüştüğü yer doğrusu: Zenginler sapır sapır dökülür. Yedikleri o pahalı ve nadide yemekleri kusup sıçmaya başlarlar (tam şenlik, tam!) Boklarında boğulacaklardır neredeyse. Gemi okyanusta ceviz kabuğu gibi sallanıp dururken dahi, son aşamaya kadar lükslerinden ödün vermemeye devam ederler… Tam fırtına dindiğinde bu kez de korsan saldırısına uğrar yat.

Filmin son ve üçüncü kısmına geçeriz böylece. Yattan bir avuç insan kurtulmuş, “ıssız” bir adaya düşmüşlerdir. Burası zurnanın zırt dediği yerdir! Çünkü burada para geçmez; iktidar “para”dan, tabiri caizse “emek”e geçer. Yatın tuvalet sorumlusu (ve elbette Güney Asyalı) Abigail, balık tutmayı bildiğinden, küçük grubu “doyuran” o olduğundan, iktidarı ele geçirir. Artık onun borusu ötmektedir. Abigail, “gücünün” farkına varır ve diktatörlüğünü ilan eder. Öyle ki genç model çiftten erkek olanını (Carl’ı) cariye yapar kendine. Yönetmen, Abigail’in iktidarını, ezilenlerin diktatörlüğüne mi benzetir yoksa? Bilinmez. Bilinmez ama Yaya (model çiftimizden kadın olanı) sevgilisine el koymuş olan Abigail’e, “adada anaerkilliği ilan ettin” diye takılır. Benim burada gördüğüm, insan denen mahlukatın “natura”sıdır. Gücü eline geçirir geçirmez ezmeye başlar. Şimdi sıra ona geçmiştir.
Abigail ve Yaya etrafı gezerlerken adadan kurtuluş umudu doğduğunda ise, filmin sonlarına geldik artık, Abigail eline büyük bir taş parçası alıp Yaya’nın arkasından yaklaşır. Abigail’in Yaya’yı öldürüp öldürmediğini tam olarak bilemiyoruz. Adadan “kurtulduklarında” Abigail’in iktidarı fıs diye dönecektir tabii. Çünkü kapitalizme geri döneceklerdir ve o düzen içinde Abigail’in yeri bellidir. Ancak ve ancak, o da belki, Yaya’nın asistanlığını yapabilir orada.
Ben filmin şöyle bitmesini isterdim. Bir dördüncü bölümü olsaydı filmin keşke: Adadan kurtulmuş olurdu küçük topluluğumuz, Abigail tuvaletine geri dönerdi. Zenginler bok gibi para kazanmaya devam ederler ve emekçileri sömür allah sömürürlerdi…
Çünkü gerçek bu.
28.Mart.23
Argo ve sokak ağzının başarılı kullanımı bakımından Fosforlu Cevriye’nin kütüphanedeki yan komşusu Sermet Muhtar Alus’un Onikiler’i olacak. Ve bazı karakterleri hiç unutmayacağım, bilhassa Sümbül Dudu’yu.
30.Mart.23
Şahsi Ankara ansiklopedisine devamla…
Ankaralık (7): “Bergama Halı”
Yıl 2002. Şehrin acemisi, kendinin acemisi, hayatın acemisi bir delikanlı Olgunlar’da kitaplara bakıyor. Birkaç şiir kitabı almış, çünkü kendini şairden sayıyor. (Şair değil oysa. Kendini aşık sanıyor, aşık da değil aslında. İkisi de olmadığını kısa sürede anlayacak. Ankara’ya dört yıllığına, üniversite için geldiğini sanıyor, orada da yanılıyor. Bir yanılgılar tarihi yazsa yeridir.) Atatürk Bulvarı’na çıkıyor, sola dönüyor, yukarı, Tunalı’ya doğru birkaç adım atıyor ki görüyor yazıyı… Kocaman harflerle, sarı zemin üzerine yazılmış: BERGAMA HALI. İçeri girip heyecanını ve utangaçlığını zor zapt edip soruyor: “Bergamalı mısınız?”

O delikanlıyı hatırlıyorum bir yerden ama yakından tanımıyorum doğrusu. Nasıl biridir, tam çözebilmiş değilim henüz.
Hamiş: Bergamalı değilmiş dükkanın sahibi. Halılar Bergamalıymış.
31.Mart.23
Ecinniler’in 20. sayısında Salâh Birsel dosyası var. Dosyada Mahmut Temizyürek’le yapılmış kapsamlı bir söyleşi de yer alıyor. Birsel’i tanımak, anlamak isteyenler için biçilmiş kaftan bu söyleşi!
Onur Çalı