Ömür Yılmaz

Ambulans gelmek bilmiyordu. Başında toplanan kalabalığın uğultusu nenesinin türkülerini hatırlattı ona. Yorganların altına sokup uyuşturan, felç eden, altına işeten. Mırıl mırıl, kımıl kımıl. Nenesi cinleriyle birlikte söylerdi ürkütücü türkülerini. Yankılı sesler karanlık odalarda bir o duvara bir bu duvara çarpar da çocuk Seher’in kulaklarından girip beynine giden en kestirme yolu kullanarak ilerler, yerini bulurdu. Sahi, cinler nereye kayboldu? Kim arkamdan bayram ederse öldü de kurtulduk diye, benden sonra ona gelirler demişti bir keresinde nenesi. Henüz yatağa bağlanmamışken. Seher’e, anasına, bacılarına, topunun canına tak ettirirken. Gurbetten dönmeyen babanın emaneti erkek kardeşlerini de yere göğe sığdıramazken. Bu yüzden nene ölünce ağız tadıyla sevinemediler. Yaz, kış, bahar demeden, nene seneidevriyesini tamamlayana değin gece gündüz ağladılar da ağladılar. Köyün eşrafı yağmayan yağmuru bahane ederek, birkaç kez kapılarına dayanıp onların gözyaşlarıyla kurak tarlaları sulamak dahi istedi. Seher’in anası, nene hortlar endişesiyle kovdu hepsini.

Ölürayak gülecekken durdu. İlkin, öleceğini bilmesinden irkildi de sustu. Sonra, onca amirin onca mahkûmun önünde cinlere karışmaktan korktu. Bunca yıl kendini tuttu tuttu ya, şimdi şu lanet koğuşun ortasında delik deşik yatarken gülüp de iblisleri başına musallat edecek hali yoktu. Ne derdi nenesi hep, sakın ola gülmeyin. Onlar, gülen kızları öyle sever öyle sever ki dibine kadar sokulur da sittin sene kovalasan gitmezler daha. Nene de ömründe bir kez gülmüş. Çocukmuş henüz. Çocukmuş da çocukluğundan köyün adamlarının haberi yokmuş. Lanetli dipsiz kuyunun başında sek sek oynarken, koyuvermiş iki kahkaha. Anası yetişip de ağzını kapaya dek cinler küçücük bedenine girivermişler.

Tortop edilmiş kirli bir çarşaf, karnına bastırılıyordu. Canı yanıyordu Seher’in canı. İnleyecek oldu yine durdu. Ölecekse ciddiyetle ölmeliydi. Seher ya seçiyordu ya seçemiyordu yarasını kollayan mahkûmu. Hem sövdü allah belanı versin diye içinden, hem sakın bırakmayasın ha dedi, sakın. Gene içinden. Yüzü sarı, sapsarıydı. Saçları gibi. Gözlerinin feri söndü sönecek. An kolluyordu yeşil. Saçlarıyla gözlerini nenesinden almıştı Seher. Torunlarının içinden bir tek o benzerdi ya yaşlı kadına, belki de bu yüzden, nenenin tüm hışmı onun üzerindeydi. Seher acı içinde kıvranıyordu. Bağırsaklarını deşen şişin sahibine beddualar, küfürler yağdırdı. Ardından kendine. Müdürün bağırtısıyla gözlerini araladı. Cana geldi dersin Allah’tan korkmasan.

“Nerede kaldı ambulans, tekrar arayın, acil deyin. Doktor da izne ayrılacak günü buldu.”

Kızıp söyleniyordu herkese. Seher bilmese adamın huyunu suyunu, onun için üzülüyor sanacak. Oysa bütün derdi, başı derde girmesin. Soruşturma açılmasın. Zaten müdürün başı derde girmez, soruşturma da açılmaz. Suç ölende. Savun savunabilirsen hakkını aptal Seher. Ulan ulan, şu içine tükürdüğümün dünyasına erkek olarak doğamadım ya. Öfkeli ve isyankâr bakışlarla ve pek tabii an be an artan can acısıyla, göbeği su torbası misali sağa sola oynayan müdürü izledi. Adamın kalbindeki gümbürtü iri cüssesini sarsıyordu. Seher ölüm döşeğinde olmasa, neler neler duyacaktı ya hepsini kestirebiliyordu. Geri zekalı karılar diye başlayacaktı müdür söze. Elli kere söyledim, mahkûma güvenilmez, uyanık olun, acımayın. Koğuşu dolduran görevlilerin suratı kırmızı, kıpkırmızıydı.

Başgardiyan koşarak koğuşa girdi. Ambulans yoldaymış. Az kalmış yetişmelerine. Kadın, dizlerinin üstünde Seher’in başucuna oturdu. Terini sildi, ateşini yokladı. Kulağına fısıldadı.

“Dayan kızım, sık dişini.”

Bu laftan da hiç hoşlanmazdı Seher. Doğduğu gün kulağına adı okunacakken, sık dişini duası okunmuştu sanki. Anası, o garip anası. Sırtlarında taşıdıkları envâi yükün ağırlığı arttıkça sıkın dişinizi kızlar diye yüreklendirirdi güya. Erkek kardeşleri günlerini gün edip bacılarının kazandığı paralarla yiyip içip eğlenirken sıkın dişinizi, elbet bir gün düzelirler demez miydi, derdi. Nene ve cinleri gece gece kavgaya tutuşup ortalığı kasıp kavururken, divanların altında, çuvalların içinde saklanadursunlar yine tembihlemez miydi sıkın dişinizi diye, tembihlerdi. O köyün ki mezarları gülen kızlarla dolarken, pişkin heriflerin gündüzleri kahvede pişpirik attıklarını gördüğünde yine demez miydi, derdi. Sık dişini Seher, ilahi bir komuttu. En çok anasından duysa da bu lafı, Seher bilirdi ki anası bir elçiydi ve dişini fazlasıyla sıkan da aslında oydu. Başgardiyana baktı. Kadının bakışlarında sezinlediği merhametten ürktü. Ona acıyordu besbelli. Demek acınacak haldeydi. Demek gerçekten ölüyordu. Yeşil gözlerinden üç damla yaş aktı.

Müdür mahkûmların tamamının hücrelere götürülmesini emretti. Başka bir patırtı kopuyordu artık koğuşta. Kimi benim ne suçum var diye höykürürken, kimi yapan aha da bu karı alın onu kapatın diyerek yanındakini suçluyor, kimi ağlıyor, kimi de tepkisizce dikiliyordu. Silahların gölgesinde götürüldüler. Çarşafı yarasına bastıran mahkûm kaldı yalnız. Müdürün hali hazırda yayvan ağzı, bağırırken o denli genişliyordu ki mahkûmların hücreler yerine müdürün ağzına tıkılabileceklerini düşledi Seher. Onları pattadanak yutup koca midesine indiriverirdi de o mübarek, topundan kurtulurdu böylelikle. Cinler müdüre de mi musallat olmuştu? Kemik çerçeveli gözlüklerinin arkasındaki miyop gözlerini görebilse, hele bir de gözbebeklerini, ovalliklerinden şıp diye anlardı ya Seher, nenesi erkeklere gitmez demişti cinler için. Müdür talimatlarını sürdürüyordu. Teker teker sorgulayın. Sorgularken hiçbir şeyden imtina etmeyin. Bu işin arkasındakileri öğrenin. Seher aldığı derin solukla konuşacaktı ki başgardiyanca susturuldu.

“Yorma kendini.”

Halbuki konuşabilseydi, azıcık da olsa, kekelese de utansa da bu işin arkasında benim aymazlığım var diyecekti. Diyemedi, tıpkı geçmişte de diyemediği gibi…

Nene o gün, o soğuk gün ne çok bağırmıştı ne çok. Seher, bacıları ve annesi sofanın ortasında, yanmayan sobanın hemen yanı başında, onca hakareti yiyip yiyip yutuyorlardı. Bu işin arkasındaki kancık hanginiz, ha, hanginiz? Seher kancık ne demek bilmiyordu, ama nene söylediğine göre iyi bir şey olmasa gerek. Cinlerinden en hınzırı kayıptı ve müsebbibi, karşısında hizaya soktuklarından biriydi mutlaka. Kimsenin cinin nereye kaçtığından haberi yoktu. Doğrusu, kimse o cinlerden herhangi birini de görmemişti. Nenenin inlemeli bitimsiz konuşmaları veya geceleri elindeki asa, dilindeki türküyle gözlerini belertip boyuyla bir beyaz saçlarını savurarak yaptığı aşkın dansları hatta kehanetleri, üstüne bir de köylülerin çekinceleri olmasa, varlıklarına inanırlar mıydı bilinmez. Nene, sobanın yanındaki odunlardan en kalınını seçti. Asık suratını, saniye çevirmiyordu hizadakilerden. Seher ve kardeşlerinin dizleri tir tir titrerken, anasının gözlerinden yaşlar iniyordu. Nene ise sımsıkı kavradığı odunla usul usul onlara doğru yaklaşmaktaydı. O an boyu uzadı, uzadı, omuzları genişledi, saçlarının örgüleri ansızın çözülüp hepsi birden havalandı. Sesi yine kalın ve yankılıydı. Bir söylüyor üç duyuluyordu. Gözlerini sımsıkı yuman Seher altına kaçırdı. Sidiğin kokusu nenenin burnuna dolunca aranan suçlu da bulundu. Yaklaşıyordu kocakarı. Seher bayıldı bayılacaktı ki nene bu kez sesini inceltti, inceltti, tatlı mı tatlı sevecen mi sevecen bir büyükanneye dönüştü. Genç Seher’in sarı saçlarını okşuyordu diğer eliyle. Okşuyordu da yüzü kararıyor, kırışıyor, şekil değiştiriyordu. Nene, o vakit azraildi. Yine de ağzını açıp da bu işin arkasındaki kancık benim diyemedi Seher. Yalandan da olsa diyemedi. Kendini de kurtaramadı dayaktan, kardeşlerini de anasını da.

Başgardiyan ve hücreye götürülmeyen mahkûmla kalakalmışlardı koğuşta. Seher, kan göletinin üzerinde yatarken hem üşüyor hem uyuşuyordu. Başgardiyanın ara sıra yanaklarına attığı minik tokatlar olmasa, bir de sık dişini telkinleri çoktan uyurdu. Kulağındaki fısıltıyla araladı gözlerini.

“Ah be yavrum, ah be kızım. Yok muydu gardiyanlıktan başka yapacak iş?”

Gülümsedi Seher. Karnındaki şu delikler ansızın kapansaydı ve o eski dinç haline kavuşsaydı anlatır da anlatırdı amirine, içini döküverirdi. Hatta ağlardı. Belki en sonunda da kahkahalara boğulurdu. Ben derdi ve duyduğu çocuk koşuşturmasını andıran patırtılara aldırmadan devam ederdi. Ben, bu gülmeyi unutan suratla başka ne iş yapabilirdim ki? Doğrulacaktı ki başgardiyan kıpırdamamasını söyledi. Ben yıllar boyu nenemin cinlerinin bekçiliğini yaptım, sonra cinler kayboldu nenemi bekledim, ardından mezarını, en son aklı yiten anamı. Dört duvar arasına hapsedilmiş insanı kollamak, bana iş mi amirim. Alemin kalabalığı koğuşu dolduruyordu adeta. Tiz, cırtlak sesler birbirini kovalıyor, şakalaşıyor, dövüşüyor, Seher’in dört bir yanını çepeçevre sarıyordu. Gelenlerin kimliğini şakkadanak anladı. Anladı çünkü, işittiklerini diğerleri işitmiyordu. İşitselerdi onlar da korkudan altlarına kaçırırdı. Seher doğrulmaya yeltendikçe başgardiyan onu hep durdurdu.

“Yorma kendini dedim ya yavrum.”

Mahkûm iyiden iyiye sıkılmıştı ki çarşafı baskılamayı bıraktı. Zaten bırakmasa ne yazar. Göz gözeydiler. Başgardiyanın dışarıya fırlayıp ambulansı bir kez daha sormasını fırsat bilerek pişkinlikle sırıttı, dudaklarını büzüştürüp öpücük gönderdi ona. Oval göz bebekleri sapsarıydı. Tam olarak seçip tanımıştı sonunda mahkûmu Seher. Geberesice suratsız karı diyerek, koğuşun tuvaletinde onu şişleyendi. Gammazlayanı bitiririm tehditlerini savurduktan sonra imdat diye feryat figan edip yardım isteyendi. Gülüyordu artık Seher gülüyordu, hem de ne gülme. Kahkahalarla. Mahkûm şaştı kaldı.

Seher gülmeyi sürdürdü, o şaşmayı.

Seher birden sustu, o bakakaldı.

Seher kan kustu, o bekledi.

Seher gözlerini yumdu, o sevindi.

Seher tuhaf bir hırıltıyla son nefesini içinden atıverdi, o rahatladı.

Ömür Yılmaz