Deniz Eldam

Onları alacakaranlıkta verandadaki hamakta kucak kucağa uyurken buldum. Olacak iş değil. Amcam ve Çizgili. Hayvanları ben de çok seviyorum ama bir domuzla kucak kucağa uyumak, işte bu biraz fazla. Amcam için bile. Yine de bizimkiler amcam hakkında atıp tutmaya başladığında onu koruyorum, İngilizce öğretmenimiz Mr. Wilson’ın da gekkosu var, diyorum. Gekko domuzdan daha acayip, kaç kere o soğuk, pullu sürüngeni ensesinden öperken gördüm. O sayılmazmış. Mr. Wilson kasabadan değilmiş, Müslüman bile değilmiş o. İstediği hayvana bakabilirmiş ama amcam iyice saçmalıyormuş. Annem, Sanki İstanbul’daki üniversitelerin suyu çıktı da Teksas’a yolladınız, diyor, iyice tuhaflaştı. Ben de iki sene sonrası için böyle hayaller kuruyorsam anca rüyamda görürmüşüm. Aslında amcam harika adamdır, acayip eğlencelidir, bazen biraz küfürbaz, kaba olabiliyor ama yine de onu çok severim. Çizgili için aynı şeyi söyleyemeyeceğim, ondan uzak durmaya çalışıyorum. Bir domuz gibi bakmıyor, daha çok bütün yağlı sırlarımı bilen, tombul yaşlı bir kadın gibi. Ayak seslerimi duyunca hamakta kıpırdandı, küçük gözlerini açtı, yine öyle pis pis baktı. Geceleri yorganın altında neler yaptığını biliyorum bakışı bu. Amcam hiç istifini bozmadı, yüzüne kapadığı kovboy şapkasının altından boğuk bir sesle sordu.

“Sen mi geldin Küçük Co.”

Bana böyle deyince kendisi de Avarel oluyor tabii. O boyla başka türlüsü mümkün değil. Bir keresinde ona bunu söyledim. Gurur duyarmış. Avarel çetenin en sevimli, en masum karakteriymiş. Pislik olan Küçük Co, sen derdine yan, dedi.

Yanlarına daha fazla yaklaşmadan, “Hadi kalk kalk, gidelim,” dedim.

Şapkasını geriye itti, doğruldu. Kovboy çizmeleriyle uyumuş, bacaklarını hamaktan sarkıtıp oturdu.

“Hey dostum, biz burada uyuyanları uyandıranları sevmeyiz,” dedi abartılı bir Amerikan aksanıyla. Ensemden tutup kendine doğru çekti, karnıma feyk yumruklar savurdu. O da beni sever, başka kimseye böyle şeyler yaptığını görmedim. Elinden kurtuldum, karıştırdığı saçlarımı düzeltim.

“Hadi, geç kalmayalım, bizi bekliyorlar.”

Çizgili homurdandı, açılan yere iyice yerleşti.

Amcam saatine baktı. “Nereye dostum? Nereye geç kalacağız?”

Cebimdeki takkeyi çıkarıp kucağına attım.

“Dedemler bayram namazına bekliyor. O kovboy şapkasını çıkaracakmışsın, çizmeleri de.”

Yüzü asıldı. “Asla vazgeçmeyecekler değil mi?”

Ailede dedeme kafa tutabilen tek kişi amcam. Sadece dedeme değil, bütün kasabaya kafa tutuyor. Bu hem hoşuma gidiyor hem de ödümü patlatıyor. Ben ne kadar görünmezsem o, o kadar iddialı. Gerçi son zamanlarda acayipliklerin dozunu iyice kaçırdı. Döneli neredeyse bir yıl oldu, kendini hâlâ Amerika’da sanıyor. Şimdi de bu domuz çıktı başımıza, nereden bulduysa.

Kalktı, bileğindeki lastikle saçlarını tepesinde minik bir topuz yaptı.

“İlla beni de götürecekler lanet olası cennetlerine.”

Takkeyi hırsla Çizgili’nin yem oluğuna attı. Amcamın bütün hareketlerini gözünü kırpmadan izleyen Çizgili, kendini büyük bir patates çuvalı gibi hamaktan aşağı sarkıttı, arka ayaklarının üstüne indi. Çeteye sonradan dahil olan, geçmişi karanlık, gizemli bir yabancı. Ağır ağır oluğa gitti, takkeyi tek lokmada yuttu. Üstüne biraz yem yedi, sonra sallana sallana gidip taşın üzerine yattı. Sokak lambasından verandaya vuran ışığın altında siyah benekleri pırıl pırıl. Amcam yanına oturdu, göbeğini kaşıdı, pembe burnunu okşadı.

“Domuzlar harika hayvanlar, yemeyecekleri şey yok,” dedi, “olağanüstü bir özellik. Gelişmiş bir bağışıklık sistemi, yüksek bir hayatta kalma becerisi.”

Kendi boklarını yemelerini kastediyor, böyle bilimsel kelimeler falan kullanınca kulağa havalı geldi gerçekten. Ben yine de mesafeli olmaya kararlıyım. Beyaz tüylerinin üstündeki benekleri saydım, sekiz tane. Ensesindeki benek küçük bir kalbe benziyor.

“İnsan benekli bir domuza neden Çizgili ismini koyar,” diye sordum.

Başını Çizgili’nin karnına koyup yere sırt üstü uzandı, şapkasını yine yüzünün üstüne kapadı.

“Benekli bir domuz olsaydın, adının Benekli olmasını ister miydin?”

Güldüm. Benekli bir domuza Benekli ismini koymayacak kadar düşünceli, karısı yerine o domuzla sarmaş dolaş uyuyacak kadar acayip.

“Bütün gece burada mı uyudun?”

Yüzünün üstündeki şapkanın altında başını salladı. “Evet, burada uyuduk. Dün gece, ondan önceki gece, daha önceki gece.”

“Yengem?”

“Ne olmuş yengene?”

Yukarıdaki açık cama doğru seslendi. “Esra, bak Küçük Co gelmiş, seni soruyor.”

Yengem pencereyi çarparak kapadı, bütün camlar çerçeveler zangırdadı. Bu domuz işi onun da canını sıkıyor belli.

Şapkasını biraz arkaya kaydırdı, altından sırıttı. Şimdi ne var sırıtacak. Böyle her şeyi alaya aldığında ondan nefret ediyorum, son zamanlarda herkes ondan nefret ediyor. Çizgili dışında herkes. İşin kötüsü herkesi böyle delirtmek hoşuna gidiyor, bundan büyük zevk aldığı kesin. Kovboy çizmelerini birbirinin üzerine çaprazladı.

“Sanırım yengen dün gece pek iyi uyuyamamış, yoksa seni sever bilirsin.” Yüzünün üstündeki şapkasının altından konuşmaya devam ediyor. “Ne diye hâlâ orada dikiliyorsun, karar ver. Dedenlerle namaz keyfi mi, Çizgili ve benle takılmaca mı?”

Sanki seçme şansım var. O sırada yengem elinde bavulları merdivenlerden gürültüyle indi. Kopan patırtıya Çizgili’yle amcam yattıkları yerden kalktılar, hepimiz yengemin bavullarını arabasına dolduruşunu, sert bir manevrayla toprak yola çıkışını izledik. Amcam arabanın arkasından baktı. “Vay be,” dedi, “düşündüğümden daha hızlı oldu valla.” Çizgili’ye döndü. “Ama sen de kızın bayramlık ayakkabılarını yemeyecektin. Şık bir hareket olmadı.” Son olarak bana, “Ne bakıyorsun, buzdolabından iki bira kap gel, kahvaltı yapalım,” dedi.

Yengeme üzüldüm, kasabanın en acayip ailesine gelin gelmek için ne kadar büyük bir günah işlemiş olabilir. Amcam onunla evlenmek istediğini söylediğinde herkes ümitlenmişti. Sonunda doğru yolu bulduğuna emindik. Aklının başında olduğu o kısacık süre, lale devri gibi bir şeydi. Kavgasız gürültüsüz aile yemekleri, kahvaltılar, amcamı dize getiren Esra’yı baş tacı etmeler çok sürmedi.

Kadın haklı, gitmeyip de ne yapsın. Bu domuz çekilecek dert değil. Dilimi tutamadım. “Seni gördüm,” dedim. “Çizgili’nin oluğunu yengemin eşyalarıyla dolduruyordun, elbiseleri, fotoğrafları, rujları, sutyenleriyle falan.” 

Yine sırıttı, Çizgili’nin karnına pat pat vurdu. “Peki onları bir parıltı tozundan başka bir şey kalmayana kadar öğüttüğünü de gördün mü?”

Sevmediği şeyleri ona yedirerek kurtulabileceğini sanıyor. Kasabayı baştan sona yemesini istediğine bahse girerim. Birasını getireyim, bu konu kapansın. İçeri girip biraz oyalandım. Elimde bir kutu birayla geri döndüğümde gözlerime inanamadım. Cipe binmişler. Amcam direksiyonda, Çizgili yolcu koltuğunda, beni bekliyor.

“Fikrimizi değiştirdik, geliyoruz. Atla hadi, geç kalmayalım madem.”

Elimde bira öylece baktım.

“Hadi oğlum, atla işte. Sensiz gideriz bak.”

İstemeye istemeye bindim. Çizgili’nin emniyet kemerini bağladı, gaza bastı. Yol boyunca ikna etmeye çalıştım, aklıma gelen her şeyi denedim. Hiçbiri işe yaramadı. Bu sanki harika bir fikirmiş gibi yol boyunca sırıtıp durdu.

Arabayı caminin önüne park etti, cemaat bahçede toplanmaya başlamış bile. Son bir kez daha yalvardım, umursamadı. Ondan önce indim, kalabalığın içinde babamı buldum, kimseye çaktırmadan arabayı gösterdim. Babam cipin içinde amcamla Çizgili’yi görünce kıpkırmızı oldu. Arabadan inişini, Çizgili’nin kapısını açışını, kemerini çözüşünü izledik. Daha fazlasını seyredemeyeceğimi anladım, koşarak camiye girdim. Yapabileceğim tek şeyi yaptım, dua ettim. Daha ikinci kulfuya başlamadan bir el silah sesi bütün camiyi inletti. Avluya koştum, cip hızla uzaklaşıyor. Direksiyondakinin kim olduğunu göremedim, ama arka koltukta kucağında Çizgili’yle oturan amcam. Derin bir nefes aldım, en azından herkes sağ.

Sonrasında bütün bayram vaazı şeytanın nasıl farklı kılıklarla aramızda dolaştığı, bizi yoldan çıkarmak için nasıl türlü şeyler denediğiyle ilgiliydi. İmam her şeytan deyişinde bir babama, bir dedeme baktı durdu.

Amcamın pes etmeyeceğini biliyorum, eğer onu biraz tanıdıysam bunun altında kalmaz. Sanırım bunu hepimiz biliyoruz, gerginliğimizin nedeni biraz önce olanlar değil, olabilecekler.

Kurban işi biter bitmez soluğu tekrar amcamın evinde aldım. Başka bir saçmalık daha yapar diye korkuyorum. Verandada yoklar, salonu, mutfağı kolaçan ettim, boş. Yukarı çıkan merdivenlerde kurumuş kan damlaları, kalbim tekledi. Yatak odasının kapısını tıklattım, girdim.

“Bugün senden bize rahat yok anlaşılan. Şimdi niye geldin, ikindi için mi?”

Bu kez yatağa uzanmışlar. Çizgili yorganın altında, amcam arkasına yaslanmış, burnunda tampon, dudağı patlak, kucağındaki deftere bir şeyler yazıyor. Oldukça meşgul görünüyor, ne yazdığını sordum. İleride bütün kutsal kitapların yerini alabilecek bir şeymiş. Domuzlarla ilgili bölüme eklemeler yaptığını, bu konuyla ilgili yoruma açık bir şey bırakmak istemediğini söyledi. “Ominivurus,” dedi. “Yani hepçil, her şeyi yiyen.” Bu kavram üzerinde yeterince durduğundan emin olmak istiyormuş. Kendi boklarını yiyorlar işte, diyenler büyük resmi göremeyenlermiş.

“Bir de omnipotent diye bir şey var,” dedi. “Bunun domuzlarla ilgisi yok. Bu daha çok Tanrıyla ilgili bir şey. Her şeye kadir olmak demek.”

Herkesin bildiği ama söylemeye cesaret edemediği gibi Tanrı her şeye kadir olduğu için suçlamaya bayılırmış, amcam böyle bir şey olmaktansa benekli bir domuz olmayı tercih edermiş. Ya da benekli bir domuza tapmayı. Böyle şeyler söyleyince ödümü koparıyor. Bu hiç eğlenceli değil, gerçekten, keşke biraz daha normal biri olsa. Çizgili’ye iyice sinir oldum, yorganın altındaki koca kıçına bir tekme atmak geldi içimden. Amcam böyle şeyler yapınca ötekilere hak veriyorum. Belki gerçekten bir sorunu var. Esra, askerdeyken başına bir şeyler gelmiş olabileceğini öne sürmüştü bir keresinde. Annem de nereden duyduysa bir mantar cinsinden bahsediyor sürekli, insanın beynini süngere çeviriyormuş. Amerika’da kesin ondan yemiştir diyor. Bunları duyunca babaannem hepsini azarlıyor. “Size benzemiyor diye uyduruyorsunuz hep bunları. Hepinizden akıllı o,” diyor. Dedem her seferinde, “Kimseye benzememek marifet sanki, küstahlıktan başka bir şey değil,” falan diyor.

Başını defterden kaldırdı. “Acıktım. Gidip bir şeyler yiyelim mi?” Yanında uyuyan Çizgili’yi dürttü. Çizgili umursamadı, bunun için onu öpebilirim. Çizgili’nin amcamdan daha akıllı olduğu kesin, hayatta kalma becerileri gerçekten yüksek. Amcam bu konuda haklı olabilir.

“Cinci’ye gidelim mi? Beş dolar doksan dokuz sente yiyebildiğin kadar pişi.”

Çizgili gelmesin, her yere razıyım. Cinci dediği merdiven altı bir yer, öğrenmiş bunun vejeteryan olduğunu ne kadar ot, sap varsa kakalıyor, dolarla hesap alıyor.

Yolda giderken kurban kesenleri gösterdi. “Şu hale bak, kime sorsan bütün bunlar normal, anormal olan benim.”

Bizi görünce Cinci’nin gözü parladı. Kamyonunun yanındaki yeşilliğe iki tabure attı, derme çatma bir masa açtı. “Sınırsız pişi mi?”

Üzerinde ona dar gelen, parlak pullarla U.S Army yazan bir tişört.

“Nerden buldun lan bunu, güzelmiş,” dedi amcam.

Cinci pantolonunun paçasını yukarı çekti, postallarını gösterdi. “Amerikan pazarından, acayip kaliteli şeyler var. Ordu işi bir matara aldım, görsen dibin düşer.”

Cinci gidince amcam başıyla ilerideki ağaçların altında sigara içen kızları gösterdi.

“Sizin okuldan mı bu yaramazlar?”

Omzumun üstünden şöyle bir baktım. “Evet bir alt sınıftan.”

Göz kırptı. “Şanslısın, bizim zamanımızda hiç böyle güzel kızlar yoktu.”

Omuz silktim. Cinciyi çağırdı, kızları işaret etti. “Bir tabak da onlara kızart. Küçük Co’dan ikram olduğunu söyle.”

Omzumu yumrukladı. “Öğren oğlum böyle şeyleri. Mal mal dolaşma ortada.”

Senden fırsat mı kalıyor sanki, her renk sende, bize kala kala gri kaldı.

Cinci pişileri donut şeklinde kızartmış, adam hedef kitlesini hoş tutmayı biliyor. Tepsiyi masaya bıraktı. “Sana bir şey soracağım ağbi,” dedi, bana kaçamak bir bakış attı. “Amerika‘da böyle şey yerler varmış.”

“Nasıl yerler?

“Şey yerler işte ağbi. Böyle kadınlar şeytan kostümü falan giyip dans ediyormuş, dans ederken de böyle…”

“Halloween’i mi diyorsun, striptiz kulüplerini mi anlamadım. Küçük Co küçük sayılmaz artık, yakında on altı olacak, adam gibi sor ne soracaksan.”

Yanımıza oturdu, aklında Amerika’yla ilgili ne varsa sordu, çoğu seks endüstrisiyle ilgiliydi. Bazılarına ben bile güldüm. Son olarak fırsatlar ülkesinde hayatın anlamını bulup bulmadığını sordu. Amcam bir tek bu soruya kızdı, “Saçmalık,” dedi, “yaşamak dururken anlam aramak saçmalık.”

“Peki,” dedi Cinci yine ıkına sıkıla. Amerika’yla ilgili sorularının bittiğini sanmıştım. “Peki, bir domuza âşık olduğun doğru mu?”

Dakikalar geçti, amcam bir türlü cevap vermedi.

En sonunda dayanamadım, “Hayır tabii ki,” dedim, “sadece arkadaşı.”

Cinci başını salladı. “Yani. Zaten domuz yemek günah, domuz bakmak değil.”

Sessizce üçer pişi daha yedik. Kızlardan biri boş tabağı getirip amcama teşekkür etti. Amcam beni gösterdi, “Emre’nin ikramı,” dedi, “aynı okuldanmışsınız.”

Kız gözlerini amcamdan zar zor ayırıp beni baştan aşağı süzdü. “Bizim okuldan mısın, hiç hatırlamıyorum, görünmez falan olmalısın.”

Tekrar amcama döndü. “Ama bu yüz mesela unutulmaz,” dedi, topuğunun üstünde döndü, at kuyruğunu savurarak gitti.

Eve vardığımızda amcam Çizgili’ye seslendi, paketteki pişileri oluğuna boşalttı. Gelen giden olmayınca hâlâ uyuyor diye düşündük. Yem poşetini hışırdattı, bu sese asla dayanamadığını, şimdi o koca kıçını sallayarak geleceğini söyledi. Yine gelen giden olmayınca amcamın yüzü biraz değişti, çaktırmamak için gülümsemeye çalıştı. “Kim bilir yine nerede uyuyakaldı.” Ben alt kata baktım, o üst katı kontrol etti. Çizgili hiçbir yerde yoktu.

Koruluk sessiz ama huzur yok, iki haftadır diken üstündeyiz. Gerçi kasaba ne zaman huzurlu bir yer oldu. Gecenin bu saatinde falezlere çarpan dalgaların sesi korkutucu, korktuğumu belli etmemeye çalışıyorum. Kasabada her kafadan başka bir ses çıkıyor, biri eski köprünün orada gördüm, dereden su içiyordu diyor, bir başkası harabenin orada böğürtlen yerken gördüğünü söylüyor. Aynı gün kasabanın iki ayrı ucundan iki ayrı haber gelebiliyor. Oradan oraya savrulup duruyoruz. En son bu civarda görülmüş. Buraya neden gelsin anlamıyorum, yiyecek hiçbir şey bulamaz burada. Tabii kendini falezlerden atıp intihar etmeyi düşünmüyorsa. Sanmam, Çizgili yüksek hayatta kalma becerileriyle donanmış harika bir yaratık.

Amcam topladığımız son çalı çırpıyı ateşe attı, avcı yeleğinin fermuarını çekti.

“O gün Cinciye gitmeyecektik. Kesin vurdular onu, Çizgili kaçmaz, neden kaçsın, mutluydu, yani mutluyduk.”

Ben olsam bu kadar emin olmazdım, amcamın domuzu olmak da zor, farkında değil. Ellerimi ateşe uzattım. İlk defa bu kadar umutsuz. Ben kaçtığına en başından beri inanmadım ama amcam inansın istedim, hâlâ istiyorum. Hayatımın sonuna kadar onunla Çizgili’yi arayabilirim.

“Bence yaşıyor.”

“Yaşasaydı şimdiye kadar bulurduk.”

“Peki ya Sadıkoğulları’nın köpeği Rambo, İsmaillerin tavuklar?”

“Uyduruyorlar, Çizgili öyle şeyler yapmaz.”

“Parktaki bankı, kaydırağı kendi gözlerinle gördün. O kocaman ısırıklar?”

“Saçmalama, Çizgili’nin ağzı o kadar büyük mü?”

“İki hafta oldu. Büyümüş olabilir.”

“Çizgili bir canavar değil, sadece aç.”

Arabadan iki kutu kola getirdim, şekerli bir şeyler ikimize de iyi gelebilir.

Biraz keyfi yerine gelsin diye, “Çocuklar artık geceleri dışarı çıkmaya korkuyorlarmış,” dedim.

Elindeki kola kutusuna sırıttı.

“En çok da kim biliyor musun?”

 Kolayı açıp bir yudum aldı. “Kim?”

“Hamza. Kasabın oğlu.”

Burnundan hızlı bir nefes verdi, sonra kendini tutamadı kahkaha attı.

“Pipisini yemesinden korkuyormuş. Düşünebiliyor musun?”

Gülmeyi kesti. “İnsanlar,” dedi, “anlayamadıkları her şeyden korkarlar. Üstelik hayatları boyunca çok az şey anlarlar.”

Haklı, ben bile bazen onu anlamıyorum. Keşke her şeyi bu kadar zorlaştırmasa.

Falezlerin kıyısındaki fundalıkları gösterdi. “Koca yemişler olmuş, kesin onlar için gelmiştir bu tarafa. Umarım çok fazla yiyip kendini zehirlemez.”

“Çizgili senden akıllı,” dedim. “Her şeyin bokunu çıkaran sensin.”

Gülümsedi. “O da doğru,” dedi. Gidip uyku tulumlarımızı getirdi. “Sabah güneşin ilk ışıklarıyla tekrar aramaya başlarız.”

Uyumak üzereyken “Amca,” dedim.

“Hmm,” dedi.

“Ben de çizgili olmak isteyen benekli biriyim aslında.”

Bir şey söylemedi. Uyudu mu, yoksa söyleyecek bir şey mi bulamadı bilmiyorum.

Gece yarısı bir hışırtıyla uyandım, ateşin başında kalan cips paketlerini karıştıran bir gölge. Ensesindeki kalp şeklindeki beneği hemen tanıdım. Önce içimi büyük bir mutluluk kapladı, amcama bakınca mutluluk yerini hızlıca başka bir şeye bıraktı. Fermuarı açıp yavaşça tulumumdan çıktım, gölgeye doğru ilerledim. Ben yaklaştıkça o uzaklaştı. Falezlere doğru giderken bir yandan ardına bakıp gelip gelmediğimi kontrol ediyor. Zayıflamış, halsiz görünüyor. Hangisi daha zavallı, amcam mı, Çizgili mi. Falezlere varmadan durdu, ona yetişmemi bekledi. Koca yemişlerin en olgunlarından birkaç tane koparıp uzattım. Ağır ağır geldi, pembe burnunu elime uzattı, tam o sırada onu yakaladım. Kamp yerine doğru yürümeye başladım. Amcam sevinecek. Beraber uyumak yok ama, derim. Ona dışarda bir kulübe yapması için söz verdiririm. Eve sokmaması, camiye götürmemesi için. Esra’ya eve dönmesi için yalvarmasını söylerim. Zaten derslerini aldılar, en azından Çizgili almış. Kucağımda yemişleri şapur şupur yerken göz göze geldik. Yine o bakış, hiçbir zaman onun gibi olamayacaksın, hep görünmez kalacaksın, der gibi. Durdum. Domuzlar yaklaşık on beş, yirmi yıl yaşarlar. Geri döndüm. Dört tırnakları vardır. Falezlere doğru koşmaya başladım. Çok akıllıdırlar, kendilerini aynada tanırlar. Kollarımda neredeyse küçük bir köpek kadar. Genetik olarak insana çok benzerler. Koşmakta zorlanmadım. Biyomedikal çalışmalarda kullanılırlar. Falezin başında durdum. Afganistan’da sadece tek bir domuz vardır. Adı Khanzidir. Onu boşluğa bırakıverdim. Khanzi günah demektir.

Boğuk bir ses, “Neydi o,” dedi.

Arkamı döndüm, amcam.

Cevap vermeyince tekrar sordu. “Neydi o?”

Başımı eğdim.

“Arabaya dön,” dedi. Sesi sert, buyurgan.

Hızlı adımlarla yürüdüm, yeterince uzaklaşınca durdum, arkama baktım. Falezin kenarında, yüzü denize dönük, gökyüzüne bakıyor. Ben de baktım. Tek bir yıldızın bile parlamadığı, tesellisiz, kül rengi bir gökyüzü.

Neden sonra geri geldiğinde ateşi çoktan söndürmüş, tulumları toplamış, her şeyi arabaya yerleştirmiştim. Yolda konuşmadık. Arabayı bizim evin önünde durdurdu. Gözlerini direksiyondan kaldırmadan, “Sen de beneklisin, asla daha fazlası olamayacaksın,” dedi, kapıların kilidini açtı. Bir süre sessizce yanında oturdum, sonra kapıyı açıp indim. Bunun onu son görüşüm olduğunu adım gibi biliyorum.

Deniz Eldam