Ozan Beyhan’ın
ve
depremde yitirdiğimiz bütün canların anısına saygıyla…

25.Ocak.23

Hulki Aktunç, bazı fotoğraflarında Turgut Özal’a fena halde benzemiyor mu?

31.Ocak.23

Hayatında bir kez olsun “ben sahtekâr mıyım acaba?” diye düşünmemiş olan insan, gerçek bir sahtekârdır.

1.Şubat.23

Henrik Nordbrandt ölüm köprüsünden geçmiş. Ümit Güçlü yazmış twitter’da, öyle gördüm ilk. Sonra baktım, haberlere de düşmüş. Nordbrandt, iyi bir şair ve enteresan biriydi. Türkçede Murat Alpar (onu da birkaç yıl önce kaybettik) çevirisiyle okuduğumuz bir kitabı var: Her Sözcüğü Bir Aşk İlanı Gibi Duyumsuyorum, onu okumuştum. Birkaç şiirini de İngilizceden anlamaya çalışmıştım. Yalın bir şiirdi Nordbrandt’ınki. Türkiyeli bir şair de diyebiliriz rahatlıkla onun için. Şiirlerini okuyanlar görecektir. Ne diyelim, bir şairi uğurlamanın en güzel yolu şiirlerini okumaktır. Yukarıda andığım kitapta yer alan bir şiiri burada paylaşalım. Veda niyetine.

BİR İNSAN ÖLÜNCE

Bir insan ölünce
çevresi kalıyor geriye:

Uzaklardaki dağlar
yöredeki evler
ve pazar günleri –
tam kentin dışına çıkmadan önce
tahta bir köprüden geçen yol.

Ve biraz ilerlemiş ikindi vakti
bir zamanlar şüphesiz yeni olan
kitaplar ve dergilerin bulunduğu
bir rafa ulaşan ilkyaz güneşi.

Şaşılacak bir şey yok bunda.

Gene de sık sık
şaşırtıyor bu beni.

Henrik Nordbrandt
Çeviren: Murat Alpar

2.Mart.23

Sözler sözler sözler… Çoğu yalan dolan, çok azı doğru. Ama ne fark eder? Sözler, laflar, cümleler, kelimeler, demeçler, öfkeli tepkiler, haklı tepkiler ya da yalanlar… Bunların ortak noktası hiçbir şeyi çözmüyor olmaları, bir yaraya merhem olmamaları. Eyleme geçmeyen, geçirmeyen sözler çöplüğü. Hiç kimseye bir gram faydası olmayan görüşler, kanaatler…

Eyleme geçmeyen, eyleme geçirmeyen sözler çukurunun en dibindeyiz. Çok haklıyız. Fakat çukurun dibindeyiz.

Neye yarar haklı olmak?

19.Mart.23

Londra’da bir anne, çocuğunu okuldan alıp eve geliyor. Oturup günlerinin nasıl geçtiğini konuşuyorlar. Yozgat’ın, adını sadece orada yaşayanların bildiği küçük bir kasabasında bir işçi emeklisi, bütün gün kahvede pinekledikten sonra eve geliyor. Televizyonda Esra Erol açık, akşam yemeğinden önce kestiriyor azıcık. İçeride soba gürül gürül yanıyor. Kütahya’da biri secdeye varıyor. Finlandiya’da bir genç kız göğe bakıyor, buz gibi temiz hava, parlak. İntihar etmeyi geçiriyor aklından ama hemen vazgeçiyor. O bunu düşündüğü sırada Afrika’da bir çocuk susuzluktan ölüyor. Kahvehanelerde duman dumana kağıtlar vuruluyor yeşil masalara, tavladan zar sesleri geliyor. Batakhanelerde karanlığa boğuluyor şehvet. Okullarda birtakım sıkıcı bilgiler sıralanıyor. Liseliler ölecekmiş gibi hissediyor aşık olunca. Dolmuş şöförleri bir yandan cep telefonuyla konuşup bir yandan para üstü veriyorlar, güzel bir kadın bindi mi dolmuşa, hoop aynadan onu kesiyorlar. İzmir’de körfez bok gibi kokuyor. Bergama’da Akropol eski bir dost gibi gülümsüyor kendisine bakanlara. (Taş gülümser mi? Gülümser.) Dikili’de adamın biri deniz gören balkonunda rakı içiyor, yanında şalgam var belki. (Belki de yok.) Kınık’ta bir teyze evinde ölü bulunuyor, sobadan zehirlenmiş. Evleniyor birileri, çocukları oluyor. Birilerinin annesi babası ölüyor sürekli. Adamın biri soğuk bir Mart gününde, Ankara’da elbette, içi kararmış halde oturuyor evinde, paf puf sigara içip duruyor. Televizyonda kurdele kesiliyor yine, temeller atılıyor.

Sonra herkes ölüyor. Hayat devam ediyor.

Ediyor mu?

21.Mart.23

Dostlar beni hatırlasın.

22.Mart.23

11 Temmuz 2018’de (bkz: Dünlük 90), Petros Markaris’in “Eskiden, Çok Eskiden” (Çeviren: İlknur Özdemir) romanını okuyup şöyle yazmışım: “Komiser Kostas Haritos’u sevdim ben. Başka maceralarını da, hemen değilse bile, okuyacağım.”

Arada bir Kostas Haritos macerası daha okumuştum ama asıl gün bugünmüş demek. Tekrar Petros Markaris okuduğum bu dönemde, önce yazarın Gece Bülteni kitabına el attım ama Panayot Abacı çevirisi olan eski baskısına… Çünkü 2021’de yapılmış bir söyleşisinde Petros Markaris şöyle diyordu:

“Ben ilk yazılarımı İstanbul’da yazdım. 1950’lerde İstanbul’da çok sevdiğim ve çok önemli Rumca bir edebiyat dergisi çıkıyordu. Adı Pirsos’tu.”

Söyleşiyi yapan Kürşad Oğuz, Pirsos’un anlamını sorunca şöyle devam ediyordu Markaris:

“Meşale. Dergiyi Panayot Abacı çıkarıyordu. 1950’den 1965’e kadar çıktı sanırım. Benim ilk yazılarım Pirsos’ta yayımlandı.”

Bu benim için yeterliydi, Gece Bülteni’ni elbette Abacı’nın çevirisinden okuyacaktım.

Petros Markaris

Gece Bülteni’nden sonra Saadet Özen çevirisiyle yayımlanan Alan Savunması’na ve nihayet İlknur Özdemir çevirisi olan Balkan Blues’a (yine Kostas Haritos’un maceraları var, fakat roman değil öyküler toplamı bu kitap) el attım.

Peki, bu kadar polisiyeyi neden üst üste okudum? Doğrusu, okumakta zorlandığım zamanlarda polisiyeye başvururum hep. İstanbullu Markaris’i (“Benim tek vatanım var, o da İstanbul” der Markaris) çok severim. Hem kitaplarından hem Theo Angelopulos filmlerindendir bu sevgim. Polisiyeye düşmemin nedenleri arasında bu sevginin yoğunluğu var kuşkusuz. Fakat sadece bu değil.

Geçenlerde, depremin ilk şokunu atlatmaya çalıştığımız günlerde (henüz Fehmi amcayı kaybetmemiştik) Banu Yıldıran Genç’le yazışırken neler okuduğunu sordum ona. Polisiye okuduğunu söyledi ve ekledi: “Polisiye iyi geliyor adalet duygusuna.”

Galiba öyle. Bendenizin bu boktan günlerde Markaris’e, onun esaslı karakteri Kostas Haritos’un maceralarına, ezcümle polisiyeye düşmemin nedenlerinden biri de bu sanırım.

Hamiş: Kostas Haritos maceralarında adalet tam olarak sağlanmaz aslında. Kodamanlara, büyük suç örgütlerine, boğazına kadar pisliğe batmış politikacılara dokunulmaz, hiçbir şeycik olmaz onlara. Fakat Markaris bize neler döndüğünü iyice anlatır. (Anlatırken keskin mizahını da elinden bırakmaz hiç.) Anlatır anlatmasına ama yirmi yıllık meslek hayatında ancak komiserliğe yükselebilmiş olan Kostas Haritos’un da eli kolu bağlıdır. Yine de sınırları zorlar o, elinden geleni yapar. Fakat günün sonunda zenginler, arkası sağlamlar bir şekilde paçayı kurtarırlar; kabak yoksulların, göçmenlerin başına patlar. Tıpkı gerçek hayattaki gibi.

Adaletin sadece kitaplarda değil, gerçekte de sağlandığı günlere ihtiyacımız var.

23.Mart.23

Yirmi yıldır Ankara’da yaşıyorum ama özellikle öykülerimde daha Bergama’dan Kınık’tan çıkamadım, Soma’ya bile varamadım. Fark ettim ki Ankara’yı pek yazmadım. Şimdi artık eskisi kadar sevmezken yaşadığım kenti, belki bu mesafe sayesinde, içinde olduğum halde ona dışardan bakabilir, onu yazabilirim. Bir kenti yazmak ne kadar mümkünse, o kadar. Bilebildiğimce, görebildiğimce, anımsayabildiğimce… Dikkat dikkat, en önemlisi de keyfimce.

Parklarını, sokaklarını, meyhanelerini, ağaçlarını, kuşlarını, kitapçılarını, insanlarını… Niyet ettim Cemal Süreya için Ankara’nın birtakım “şey”lerini yazmaya! Evet Cemal Süreya için, çünkü klişedir ama Ankara hakkında edilmiş en “doğru” sözdür aynı zamanda: İyi kalpli üvey ana!

Kişisel bir Ankara tarihi bu, şahsi bir ansiklopedi, bir katalog. Fakat harf ya da önem sırası yok.

Vira bismillah!

Ankaralık (1): Köfteci Doktor

Ankara’nın güzelliklerinden biridir Köfteci Doktor. Doğrudur, meşhurdur hakikaten.

Sakarya’dasınız, içmişsiniz, çok içmişsiniz, gece sonu kokoreci ya da köftesi yemek, güleryüz görmek ve bütün bunları Zeki Müren ya da Bülent Ersoy dinleyerek yapmak istiyorsunuz. O zaman tek adresiniz var: Köfteci Doktor. (Eski SSK’nın karşısındadır. Ankara’da her şey eskisiyle de anılır.)

Köfteci Doktor abinin, harbici doktor olduğunu sandım uzun süre. “Oğlum adam doktormuş, içerde diploması var hatta ama işte bu hayatı seçmiş” geyikleri… Sonra bir gün anlattı da öğrendik. Zamanın behrinde, tıp öğrencileri takılırmış çok dükkana. Doktor doktor derken bunlar, bizim abinin adı da doktor kalmış. Gerçek adını söylemişti ama gene unuttum; sanki Muzaffer’di.

Doktor abi, aslen İstanbullu. Aşık oluyor, aşkının peşine geliyor Ankara’ya. Sonra eşi ölmüş ama doktor abi geri dönmemiş. Bir süredir, bırakıp döneceğim İstanbul’a diyor. Ama bana sorarsanız o buradan ayrılamaz.

Bir gece, nasıl yağmur var, nasıl alkol var damarlarımızda, nasıl dostuz, nasıl ve bok gibi genciz genciz genciz… Sığındık oraya. Ben koşup bir kutu bira aldım getirdim doktor amcaya. Aslında içmez ama alkol ya da sigara ikram edilince alır yine de, efendilikten. Sonra masamıza çay bardağında rakımız geldi, pipetle içtiydim.

Anılarımız çok.

Köfteci doktor abinin en güzel huyu da Türk Sanat Musikisi sevmesidir. Kasanın orada, önünde kasetler dizilidir. Bir şarkı istediğinizde, alır kasetlerden birini, ileri geri sarar, hemen bulur şarkıyı. “Ctrl + f” gibi adamdır.

(Epeydir uğramadım, umarım her şeyiyle yerli yerindedir Doktor’un yeri.)

Ankaralık (2): Yeşil Papağanlar

İlk gördüğünüzde anlam veremediğiniz, “kafesini arayan” bir muhabbet kuşu bile sanabileceğiniz bu papağanları ben Ayrancı’da gördüm birkaç defa. Belki Ankara’nın başka yerlerinde de görülüyordur, bilemem. Kara Harp Okulu kampüsünü mesken edindiklerini duydum, bakın bunu da bilemem. Ama bu yeşil arkadaşlardan birinin bir gün pencereme konduğunu, bir süre bakıştığımızı, sonra “eyvallah” çekip kendi yollarımıza gittiğimizi bilirim. O gökyüzüne, ben kitabıma…

Kafesini bulan bulana!

Ankaralık (3): “Kadeh” ya da “Necmi Usta’nın Yeri”

Maltepe’de metro durağından inin, Tandoğan’a doğru yürüyün biraz, 06 Pavyon’u hemen göreceksiniz. Girmeyin. Geriye dönün, birkaç adım atın, sağınızda bir pasaj girişi göreceksiniz. Girin. Sağda solda küçük esnaf: Berber, terzi, çaycı… Siz doğru karşıya bakın. Güzel bir meyhane bulacaksınız karşınızda, sakın şaşırmayın!

Mutfaktan bahsedip ağzınızın suyunu akıtacak değiliz. Ama pazı sarması, ah o pazı sarması! Eh, çok merak ediyorsanız onu da Giray Kemer’e sorun.

Ankaralık (4): Melih Gökçek

Üç kere, yüksek sesle: Çok şükür, çok şükür, çok şükür KURTULDUK sonunda!

Ankaralık (5): Beytepe Kampüsü

Beytepe Kampüsü Edebiyat Fakültesi A Kapısı girişi, grilikle itham edilmekten bitap düşmüş Ankara’nın en “renkli” yerlerinden biridir. Hele bir de baharsa, hele güneş varsa. Henüz hiçbiri ölmemişse dostlarınızın, hepsi hayattaysa!

(Biyoloji’nin ordaki duvarda, her geçişinizde içinize bahar salan graffiti solmamışsa daha, ona mahsus selam ederim!)

Ankaralık (6): Dostluk

Ankara’dan ayrı düşünmek zordur dostluğu. Belki de bu yüzdendir, Ankara’da uzun kalınır.

Onur Çalı