Dünya’nın oluşumundan itibaren (50 Milyon yıl hata payıyla):
4 milyar 540 milyon 874 bin 674. Yıl, 111. Gün:
SARSINTIYLA GELEN
Edebiyatta geçerli olan bir anlayış vardır, yerel olunmadan evrensel olunmaz, diye. Ev yalnızca fiziksel bir korunak mıdır? Sanmıyorum. Ev, troposferin gazabından korunma, barınma ve uyuma gereksinimlerini karşıladığı gibi, içinde yenip içilen ve sevişilen ve dahi özel yaşamın her türlüsünün dört duvar arasında yaşandığı kapalı bir alandır. Kısaca, bir ev, içindeki nesnelerle birlikte özel yaşamı simgeler. Yukarıdaki anlayışla söyleyecek olursak; özel yaşam olmadan toplumsal yaşam da olmaz, diyebiliriz.
Son depremin ağır sarsıntısını yaşayarak evini ve aile bireylerini kaybetmiş insanlar, aramızdan birileri, akrabalarımız, hısımlarımız, tanıdıklarımız, tanımadıklarımız, her şeye sahip oldukları duvarlar içindeki özel yaşamlarından bir anda çıkıp, kendilerini hiç bir şeye sahip olmadıkları kamusal alanlardaki çadırlarda, toplum yaşamının değil ama, toplu bir yaşamın içinde buldular. Aceleyle bir akraba yanına sığınanların da özel yaşamlarından söz edilemeyeceği ortada. Depremden etkilenen illerimizde toplumsal yaşamın yeniden rayına oturması, bölge nüfusunun beşte bire düştüğü de göz önüne alınırsa, uzun bir zaman alacak.
Binlerce, on binlerce toplu ölümün yanında, göçüklerden tek tek sağ çıkarılan bir avuç insanın hikayesi televizyonlarda günlerce anlatıldı, gösterildi ve hatırı sayılır sayıda izleyici buldu. Edebiyatta da öyledir: Okur olarak, öykülerin veya romanların yaşayan karakterleriyle ilgileniriz; kitaptaki ölü bir karakter ne kadar başarıyla anlatılırsa anlatılsın, o sayfaları bir an önce geride bırakmak için okumamızı hızlandırırız. Asıl hikayeyi, yaşayan karakterlerde ararız. Bu eğilimimizin köklerini gerçek hayatta birebir görmek de acı verici.
Fizik kanunları kanunsuzluk tanımıyor. En feci olanı da öznelerin nesneleştiğine tanık olmanın hüznü. John Berger, bir yazısında, tarihin ölmüş insanlara saygısının olmadığını yazar. Olabilir; ama görünen odur ki, tarihin asıl isimsiz ölülere hiç saygısı yoktur.
114. Gün:
ARDINDAN
“Yeter ki çok geçmeden dönüp geriye bakalım.”
P. Petterson (Ardından)
Ardından, adından da anlaşılacağı gibi, ölenin veya ölenlerin ardından oluşan vakumun kalanlarda yarattığı duygu anaforunu, ölümle etkilenen yaşamları ve tetiklenen olayları anlatan bir roman.
Norveçli yazar Per Petterson’un romanı 2000 yılında yayımlanmış, Nesrin Demiryontan tarafından Türkçeye çevrilerek Şubat 2022’de Metis Yayınlarınca basılmış.
Yabancısı olduğum yazarı kendi kuşağımdan oluşu nedeniyle ve İskandinav edebiyatına şu veya bu şekilde artan ilgim sonucu tanıdım ve okudum. Kapaktaki Edvard Munch tablosu okura Norveç’in karlı soğuğunu iyiden iyiye duyumsatıyor.
Roman, her şeyden önce, özellikle babanın kaybının erkek çocuk üzerindeki zamana yayılan etkisini çok gerçekçi bir yaklaşımla veriyor ki, bu neredeyse her erkek okurun ya deneyimlediği ya da deneyimleyeceği bir durum. Böyle bir deneyimden, hem de zamansız ve beklenmedik şekilde geçen karakterlerin duygusal “dibe vuruş”larının öyküsüdür Ardından. Babasını, onun ölümünden sonra daha iyi tanıyan oğulun olduğu kadar babanın da öyküsüdür.

Kitapta, an yaşanırken, o ânın duygularını yeşerten geçmiş, geri dönüşlerle dile getirilir. Ailedeki ölümlerin depremiyle özel hayatları şiddetle sarsılan ve yalnızlaşarak birbirine muhtaç hale gelen iki erkek kardeşin aralarındaki gurur duvarı sonunda yıkılacaktır.
Kitabın, belirtmeden geçemeyeceğim en güçlü unsuru, coğrafi kesinlik: İlk sayfadan son sayfaya kadar, Oslo sokakları ve Norveç manzaraları arka planı baştan başa kaplıyor. Aynı polisiye kitap yazarlarının yaptığı gibi, yazarın bu kitabı elinin altında 1:1000 ölçeklik bir haritayla yazdığına (en küçük yer adlarına varıncaya kadar titizlenilmiş) okurun inanacağı geliyor. Kitap 2000 yılında yazılmasa Google Earth’ün yüksek çözünürlükteki görüntülerinden yararlanıldığı akla gelecek ama bu yazılımın 2005’ten sonra geliştiği düşünülürse bu olanaklı değil.
Peki, yazar açısından bu denli abartılı mekân duygusunun anlamı ne? Söyleyelim: Romanının özyaşamıyla olan sıkı bağı. Hatta, yazarın yaşamındaki önemli olayların ve tarihlerin romanın konusu ve zamanıyla üst üsteliği. Geçirdiği travmayı bu romanını yazarak geride bırakan Petterson, 2000’lerin başından itibaren yazdığı kitapların peş peşe ödüllendirilmesiyle tanınmış yazarlar arasına katılacaktır. Filme de çekilen “At Çalmaya Gidiyoruz” en bilinen romanı.
Ardından’ın, yalınlığı ve akıcılığıyla dikkat çeken anlatımı, Norveç ve Dünya edebiyatına, yazarlara, 90’lar ve öncesinin şarkılarına ve müzik topluluklarına ve filmlere göndermelerle zenginleştirilmiş. Kitap, son sayfalarında Türk okurları için bir de sürpriz taşıyor.
117. Gün:
… O HALDE VARIM
Cumhuriyet kitap ekinin Samuel Beckett’i kapak yapan sayısındaki yazıda (29 Aralık 2022) Ferda Fidan, yazarın Descartes’ın “Düşünüyorum, o halde varım,”ına prim vermediğini yazar.
Gerçekten de Beckett, o ağırlıklı sözü “Yazıyorum, o halde varım,” diye anlar ama ondan da emin değildir. Çelişkisi şudur ki, yazmak bir eylemse de, varoluş bir eylem gerektirmez. Aynı “Godot’yu Beklerken”de olduğu gibi; yazma eyleminin ürünü olan oyun metni eylemsizliği amaçlar.
Orhan Veli, epeyce yaklaştığını, duyduğunu ama anlatamadığını şiirinde dile getirir ve durumu kendine dert eder. Beckett’te, sanki yazma eylemi anlatmak için değil, anlat(a)mamak için gerçekleşir. O, anlatılamazlığı bir olgu gibi kabul eder, yazmayı bu temel anlayışla ele alır. Dilini anlatamazlık üzerine kurar, hatta seçer.
121. Gün:
İntihar üşengeç insanların işi değildir. Buradan, varoluşun can simidinin eylemsizlik olduğu sonucuna varıyoruz.