İzmir Karşıyaka Belediyesi’nin düzenlediği 11. Homeros Şiir Kurultayı’nda (18-21 Mart 2005), onur konuğu olan İlhan Berk’in yaptığı konuşmanın metnini yayımlıyoruz. Konuşmanın bant kaydının dökümünü yapıp bize ileten Melih Elhan’a teşekkür ediyoruz. İlk kez yayımlanan bu konuşma ile Dünya Şiir Günü’nü kutluyoruz!

İlhan Berk

Konumuz eleştiriden şiirin beklediği nedir? Ben Bodrum’da yaşıyorum. Bodrum’da “Hayalet Avcısı Emlak” diye bir yer var. Bu beni müthiş ilgilendiriyor. Ben onunla bir yakınlık kurdum. Biz de hayal avcılarıyız.

Şimdi öyle bir şey ki eleştirmenden yani şiir eleştirisinden ne bekliyorsun denildiği zaman evvela şiiri düşünüyorum. Nedir diye? Böyle bir şey yok çünkü. Şiir nedir? Tarifi yapılamıyor. Her şair kendine göre tanımlar yapıyor. Çok büyüklerinden bir tanesi, daha güzel söylüyor: inciri biliyorum ama şiiri bilmiyorum diyor. Ele gelen bir şey değil gerçekten. Bilinmeyen bir şeyin avcılarıyız biz. Yani bilinmeyeni elimize almışız onunla uğraşıyoruz. Ve bilinmemesine karşın yaşayan bir varlıktır şiir. Yani yaşıyor bu şiir. Bir varlık olarak alıyorum. Yaşamadığını söyleyemem.

Nerden anlıyoruz bunu? Bir şiiri bitirdiğimde görüyorum aylar sonra, bazen bir haftada da bittiği olur, bazen yıllarca. Yahya Kemal’i düşünüyorum mesela. Yahya Kemal 3-4 şiiri birden çalışırdı. Kendini tanıdım ayrıca. Yani bir şiir orda bitmiş bitmemiş, devam ediyor. Ve tabii hep aklından yazıyor şiiri. Ben genel olarak şiirin canlılığını şeyden öğreniyorum: şiir bitti diyorum, bakıyorum, kapatıyorum. Bir dergiye göndereceğim bekletiyorum uzun süre. Şimdilerde daha da çok bekletiyorum. Bitti dediğim şiirin bitmediğini görüyorum. Bakıyorum bir aksaklık var. Bana diyor ki, “şurası sarkıyor” diyor. Yani bitmemiş dediğim. Bir sabah uyanıyorum işime devam ediyorum. Şair bakkalın dükkanını açtığı gibi işinin başına oturan bir adamdır. Bakıyorum sabahleyin bitmemiş dediğim şiir bitiyor, bitmiş görüyorum. Genç bir şair arkadaşım bana bir gün bir şiir gönderdi. “Bakar mısınız? Ben bitti diyorum, siz ne dersiniz?” Benim cevabım şu: “O sana söyler.” Şiir böyle bir şey. Şimdi yani bir boşluğu yaşıyoruz. Yani şiirin tanımında.

Geliyoruz eleştirmen denen adama. Onun da bir işi var. O şiir yazan insanların kitaplarıyla uğraşan bir adam. Yani bilinmeyenle uğraşan bir adam. Ben kendimize üç aşağı beş yukarı bilinmeyenin avcıları derim. Eleştirmen, şiiri yazıyorsunuz bu eleştirmen masanın başında oturuyor, bunun üzerinde düşünmeye başlıyor, şiirin üzerinde. Nedir diye? Yani ortada bir varlık var. Ama önce o varlığı kendine göre çözmesi gerekiyor. Ne kadar şair varsa hemen hemen o kadar da eleştirmen olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ve işte en önemli yerlerden bir tanesi bu; bir şairi anlamak, eleştirmenden beklediğimiz. Bütün bu şairler içinde o başka bu başka deyip tabii en önemlisi de evvela şair mi diye bakacak. Bu şair meselesi çok önemli. Yani şair diyorlar değil mi? Nedir bu şair, herkese göre değiştiğine göre. Ben okuduğumda bakıyorum, birdenbire diyorum ki bunda şairlik şeyi var, şair olarak kabul ediyorum. Adının ne kadar tanınmış veya tanınmamış olması beni ilgilendirmiyor. Benim bakışım böyle. Tabii bir eleştirmenin de kendine göre bir bakışı var.

Ben eleştirmenden bana yardım etsin istiyorum. Yani nerelerde gidiyorum ben, ilgilendiriyor mu onu? Yani benim şiirim onu ilgilendiriyor mu, ilgilendirmiyor mu? Doğal olarak onu düşünüyorum. Eleştirmene gelince bir ölçüsü var adamın. Önüne gelen şairi sevecek değil. Şair olmadığını da söyleyebilir. Toplum öyle bir toplum, dünyanın her yerinde böyle. Ve bizim kadar şairi bol bir ülke yok. 100-200 tane şairi mesela her yıl şiirler çıkarıyor değil mi? Bunların içinde müthiş yetenekliler var. Görünmez gibi görünen. Ben biraz da mesela eleştirmene faydam olur, bazı adlar. Kitaplar okuyorum tabii. Şiir çünkü okuyarak öğreniliyor. Başka hiçbir şeyi yok. Yaşamak falan filan bunlar palavra. Yaşamak diye bir şey yoktur. Şiir var orta yerde. Ve tanımına geliyoruz.

Dağlarca’ya –bir hafta önce İstanbul’daydım– bir anma günü yapmak istiyor İstanbul Belediyesi. Yanaşmıyor. Yani gelmem diyor. Sonra galiba onunla ilgilenen adamlardan birisi şairleri sayıyor, şu da var diye. Şöyle bir laf ediyor “İlhan Berk gelirse konuşursa gelirim” diyor. Şimdi bir şair bir şairle buluşmak istiyor. Yani eleştirmenden önce. Bu evvela şairler, şair katı kendi kendini eleştiriyor, şairler katı önemlidir. Hangi kattadır şair. Yine onu benim anlayışımda yine şairler tayin ediyor. Bir çizgi var mesela insanlarda. Ben mesela Şeyh Galip’ten alıp Necatigil’e kadar gelen bir çizgi çiziyorum. Necatigil’den sonra gelen şairler belki çizgiyi sürdüreceklerdir. Eleştirmene göre değil. Şairlere göre.

Benim eleştirmenden en çok beklediğim şey, benden çok kitap okumuş olması. Yani şiir okumuş olması veyahut şiir üstüne kurallar okumuş olması. Kokular alan bir adam istiyorum ben. Şiirin kokusunu alan adamları arıyorum. Ve burada bana yardım da etsin diyorum. Çünkü bir şiiri bitirdiğim zaman tamam diyorum anlamları yani bitmiş dediğim şiiri reddediyorum sonra almıyorum ya demek ki şiir anlamlar evresine ulaşırken birtakım şeylere kapılıyor kendini duymaya başlıyor. İşte eleştirmen burada çok okumuş olan eleştirmen ben öyle sanıyorum ki yüz bin şiir okudum. Hatta daha da fazla, kaçırmam. Peki bu adam, şiir yazan adam –ben şart değilim başka bir şairi koyalım, Dağlarca’yı alalım mesela– bu kadar okumuş. Bunu anlamak için elbette ki benim okuduğum yüz bin şiirse eleştirmen iki yüz bin şiir okumalı. Kim şair kim şair değildir, bunu kafasında çözmeye çalışacaktır. Şairler çok kolaylıkla belli oluyor. Bakıyorsunuz çok genç bir adam bir dergiye yazıyor. Bana Türkiye’nin her yerinden dergiler geliyor. Kenardan bakarım genellikle. Bir iki şiir yapmışsa işaretimi yapmışımdır. Üç veya dört şiirine bakmışımdır o şairin. İş yoksa iş yok dediğim için onu bir daha geliştirmem. Belki iki üç yıl sonra tekrar bakabilirim.

Şimdi eleştirmenin beni anlamasını istiyorum. Yani ben nerelerde geziyorum. Dünyada bir yığın şair var. Onlarla akrabalığım nedir, nasıl bir çizgide gidiyorum, nedir o çizgi? Bunu bana duyurmasını isterim. En önemlisi de kokusunu alacak. Ataç için mesela kavunun nasıl kokusu alınırsa şiirden de öyle alıyor derler. Yani adamın hayatı o. Ben sabahleyin kalkıyorum oturduğum zaman şiirimi yazmaya başlıyorum. O da şiirleri anlamak için hayata giriyor. Ve nankör bir iştir. Çünkü zaten şiirin karşılığı yok. Ben şair lafını mesela hiçbir zaman sevmem. Tanıtırlarken, bir yere gidiyorsak arkadaşlarımın beni şair diye tanıtmasını istemem. Bu komik bir tanım çünkü. Türkçede bu olay sert çizgilerle belli olan bir şeydir.

Konuşma sonrasında Şiir Atölyesi katılımcıları İlhan Berk’le sohbet ederken (Melih Elhan arşivi)

Dakka’da ve Bursa’da cüppe giydirdiler bana. O zaman kendi kendine düşünüyorsun, bir onur ama bunu nasıl yaşayacaksın? Sonra oranın büyükleriyle beni götürüp tanıştırıyorlar, geceler yapıyorlar. O grup gelen insanlar entelektüeller falan şiirden anlıyorlar diyebiliyorsunuz tabii. Buraya gelen şiir yazmış da olabilir, yazmamış da olabilir. Konuşmalarda içlerinden biri “Şairleri seviyoruz” diyor. Düşünüyorsun. Ben oradaki topluluğa, “Şairleri seviyorum diyorsunuz ama hiçbiriniz şairlere kızınızı vermezsiniz” dedim. Gerçek bu, vermez. Çünkü toplum şairliği bir meslek olarak almıyor. Bir bakkal dükkanı açar gibi çalışıyor. Mesela Paul Valery dört saat masanın başında oturuyor. Şiir çıkar, çıkmaz. Görevidir. Bunu bir iş olarak alıyor, büyük bir iş olarak alıyor. Sonunda tabii şair denen adamın büyük yeri de olduğunu görüyorsunuz. Herhangi bir ülkeye gidiyorsunuz. Bakıyorsunuz, orada şairlerin heykelleri var. Çünkü büyük yaratıcılardan birisi şair. Ben mesela bir romancıyı yaratıcı olarak alamam. Hiçbir zaman da almadım.

Bir konuşmam olmuştu İstanbul’da benim. O konuşmamda denildi ki, “Sanat gerçeği yansıtıyor mu yansıtmıyor mu?” Öyle bir soru vardı. Şimdi düşünelim hakikaten. Gerçek diye bir şey var. O gerçeği romancı, şair, besteci yansıtabiliyor mu, yansıtamıyor mu? Dedim ki eğer bu şairse, eğer bu besteciyse, eğer bu ressamsa böyle bir sorunu yoktur. Şiirin ve bestenin kendi macerası var, kendi gerçeği var. Şimdi tabii eleştirmenden evvela bunu anlamasını istiyorum.

Yaratım nedir? Yaratı denilen şeyi bilmesi gerekiyor. Romancıları yaratıcı saymıyorum dedim ama bunun istisnaları var, bunları söylemeye gerek yok. Yani yaratan. Çünkü bilgiyi oluşturuyor. Bakın her gün yeni bir romancıyı, yeni bir hikayeciyi tanıtıyorlar. Onları nasıl tanıyacağız? Diliyle. Bir dili vardır adamın. O yaratılmış bir dildir. Konuşulan bir dil değildir, yapılan bir dil değil. Neredeyse kendiliğinden çıkan bir dil. Ne diyor Dağlarca, “Büyük, küçük şair yoktur” diyor. Büyük bir kalabalık var. Ben de kolundan tutuyorum. Şimdi merdiven iner çıkarken hanımlar, arkadaşlar çıkarmak istiyorlar. Hep Dağlarca’yı hatırlıyorum. Aklını başına topla, merdivende dikkatli yürü diyorum. Bir merdiven, burada çıkarsınız demişler, hayatını kapatmış. Şimdi ayağı kırık. Ve böyle güçlükle yürüyor adam. Şairin tragedyası bu. Ama en sonda dediğim gibi toplumlar ne kadar geri olursa olsun bir şairin heykelini yapıyor. Bir yeri var. Kalan adam odur. Kalan adam bir ressamdır, bir bestecidir. Yaratım adamlarıdır bunlar. İşte şairlik tanımı yaparken bunu yapıyorum.

“Eleştirmen bana yardım etsin” dedim. Şu yardım; çünkü bir şiiri yazıyorsunuz, bitiyor. Bir anlamı var. Yani şiirden bir şey hissediyorsunuz. Ben, Dağlarca’yı tanıtırken bu konuşmada dedim ki, “Ben sadece Dağlarca’nın anlayamadığım ama hisseder gibi olduğum şiirlerinden söz edeceğim.” Öbür şiirleri kötüdür demiyorum. Şimdi Dağlarca bunu duydu, fark ediyor kendisinde hangi şiirleri iyidir, hangileri kötüdür, Dağlarca gibi bir yaratıcı. Evreler geçirmiş adam. Onlar şiir değildir diyemiyorum ama beni ilgilendiren yeri yakalıyorum. İşte eleştirmenden de mesela böyle bir yardıma ihtiyacım olur. Yani diyoruz ki, ben gerçekte bir şiirimi bitirdiğim zaman eleştirmenden değil yine şair arkadaşlarımdan almak istiyorum. Onlara okumak istiyorum. Mesela bugün bakın benim arkadaşlarım yok. Dedim ki şimdi şiiri daha zor anlıyorum. Her şeye rağmen biz şiiri arkadaşlarımızla tartışarak geliyoruz oralara. Çünkü onlar kokuyu daha iyi hissediyorlar.

Şimdi bu eleştirmenin buradaki tavırlarından bir tanesi yardım konusunda. O şiiri ben şairlerden sonra bir tane iki tane… Yani şunu demek istiyorum burada: bir şiiri bitiriyorum ondan sonra diyorum ki “Acaba Dağlarca bu şiir için ne der?” yahut “Turgut Uyar ne der?” Bir kontrol yapmak istiyorum. Bu kontrolde tabii eleştirmenin de yeri var, büyük ölçüde yeri var. Ben bu şiirden entelektüel şey beni ilgilendirmiyor demem ama halktan birtakım kişilere yani şiirle akrabalığı olmuş kişilere okurum şiirlerimi. “Ne anladın?” derim. Konuşuyoruz. Der ki: “Orada bir adam var yahut bir kadın var. Ona sen şunları söylemek istemişsin.” Benim anlatmak istediğim şeyin dışında bir olay, bambaşka bir şey anlıyor. Her insan kültürüne göre şiiri başka türlü anlıyor. Eleştirmen burada, bu büyük boşluğun içinde tek adam yani. Şiiri tayin eden adam. Bunun nedenlerini söyledim. Şiiri bu kadar değişiklikler içinde anlarken…

Dağlarca şimdi orada, birdenbire ben bitirdim konuşmamı. Yani sevdiğim şiirler okudum. Ama gerçekten de anlayamadığım şiirler ama sezdiğim şeyler, sezer gibi olduğum şiirler, ilk zamanlarına ait. Bu evrelerin dışında yaşıyor artık, yirmi otuz yıldır dışında. Başka türlü şiirler yazıyor. Benim böyle bir noktaya gelişimden gururlandı, sevindi. Bu hakkı tabii ki, bin defa hakkı. Dedi ki birdenbire, sorular falan soruluyor. “Şiirin kendine, tinine ulaşmak önemlidir,” diyor. İşte bu benim onda sevdiğim şiirlerin yerleri. Demek ki şiir kendi… Ben demin yaratılardan bahsederken, kendi gerçekleri var, o gerçeğin dışına çıkmıyor. Her sanat dalı, besteci kendine göre bir yol çiziyor, yaratımın yolu. Bu böyle bir şey.

İşte eleştirmen dediğim gibi işte ben yüz bin iki yüz bin şiir okudumsa belki bunun on katını okumak zorunda. Fakat şair gibi bizim toplumlarda da bir eleştirmenin böyle belirli bir yeri yok. Şairin zaten yok. Kendi aramızda yaşıyoruz. Tabii zamanla bunlar tabii fark ediliyor yavaş yavaş. Bir de bir eleştirmen şiirimi yorumlarken birdenbire bir yere geliyorum. Ben de okuduğum zaman başka anlıyorum, öbürünü okuyunca başka. Benim düşündüklerimin dışında okurların anladıkları şiirler var. Tabii eleştirmenler için aynı meseleyi söylüyorum.

Bunun için de çok ilginç bir şey, Mallarme meselesi. Kapalı bir şairdir Mallarme. Başka bir hayatı yoktur, benim gibi. Her gün okula gider. Okulda Edgar Poe merakı var, şair olarak. Tutup İngilizce öğrenir. İngilizce öğretmenliğine başlıyor, lise hocası olarak. O kadar kötü bir öğretmen ki, tahtaya bir şeyler yazarken arkasından boyuna tebeşir atılıyor. Mallarme mektuplar alıyor, okurlardan. “Ben şiirinizden şunu şunu anladım” diyor. Bir değer veriyor herhalde, okura cevap veriyor: “Hayır, o değil şudur.” Ölümüne doğru Mallerme bir yere varıyor, benim de vardığım bir yer: Şiiri kendi serüveni içinde bırakmak. Ve eğer param ve gücüm olsaydı onları toplardım diyor. Yani şair şiirini çeşitlilikler içinde, çeşitli anlamlar içinde tatlanmasına varıyor. Bağlamak istemiyor şiirini. “Benim düşündüğüm gibi anlayın” demek istemiyor. Bu da beni çok ilgilendiren bir şeydir. Tabii ben bunu da eleştirmenden bekliyorum. Elbette bizim eleştirmenlerimiz de var. Bizler kendi dışımızda bazı şeyleri görmemeye çalışıyoruz. Eleştirmenin yeri de şairin yeri gibi bir belirsizlik içindedir yani. Büyük bir uğraşla yaşıyor.

İşte burada diyelim insanların çeşitli anlamları anlaması meselesinde bana eleştirmen yardımcı olabilir. Diyelim bir kitap üzerine uzunca bir yazı yazıyor. Ve şu şunu şiirleri yazıyor derken ben oradan düşünmediğim şeyleri de öğrenebiliyorum. Sonra beni derecelendiriyor. Bunu da isteyebilirim. Şairlerin dereceleri vardır, akrabalıkları vardır, yaşamları vardır. O dereceyi ondan beklersiniz. Nerden, nasıl bir derece almışım. Sartre ile Camus sonuna doğru barışırlar. Ayrı yaşıyorlar, kavgalılar birbirleriyle. Ama Sartre’ın önemli bir felsefe kitabı var. Onu bitirdiği zaman düşündüğü şu: “Acaba… (Kasedin A yüzü sonu)

(Kasedin B yüzü başı) …gerçekten koku alan bir adamdı. Zonguldak’ta haftalık çıkan dergide iki şair yakaladı. Biz sonra şunu gördük. Daha sonra adamların gerçekten şair olduklarını öğrendik ve girdiler kitaplara. Turgut Uyar için “Zarımı atıyorum” dedi. Bir eleştirmenin bir şair için zarını atması tabii çok önemli. Şimdi bu bazı şairler kapalı bazıları açık şairlerdir. Kolay anlaşılır, zor anlaşılırdır. O halde eleştirmen ikisine de açık olmak zorunda, ikisini de anlamak durumunda. Yani açık şairler onun söylediklerini beklemek istiyor, kapalı şairler de… Demek ki eleştirmen kapalı olanın da yerini saptaması gerekiyor. Bana öğretmesi lazım, gerekiyor değil mi? Bu da beni çok düşündüren ve aradığım şeydir. Eleştirmenin böyle bir görevi var.

Gelelim şiire. Bir masa, bir sandalye tahtayla yapıldığı gibi şiir de sözcüklerle yapılıyor. Eleştirmen bu canlı maddeyi eline alıp bir karpuz, bir kavun gibi üzerinde durmalı ve şiiri açmalı, açması lazım, kapalılığını. Bana da faydası olabilir burada. Mesela benim düşündüğümden daha önemli bir yere getirebilir bir eleştirmen. Ve ben onun getirdiği yeri derinleştirebilirim. Çünkü ikimiz de insanız. Ben şiir yazıyorum o da şiir okuyan bir adam. Beni oralara getirebilir kanısı var. Tabii bu büyük bir kültür işi. En başta da dil işi.

Benim için şiir dille tekniğin tarihidir mesela. Bir şiir dil ve tekniği ile anlaşılır. Eskiliği, yeniliği, anlamı… İşte eleştirmen burada özellikle de dil sorununda… Çok dilleri bilmesi gerekiyor. Yani nedir dillerde bilmesini gerektiren şeyler. Yine dilleri de başka şairlerden öğreniyor. Ve bir ülkenin şairlerini anlatmak istediği zaman onları bir sıraya koyuyor. O sıralama bize çok yarayan bir şey, bir şaire. Küçük değil böyle bir şey bekliyoruz eleştirmenden. Eleştirmen sevilsin istiyoruz. Mehmet Doğan mesela –arkadaşımı burada gördüm– çok yakın arkadaşım. Ve bu kırk yıldır bu işle uğraşıyor, Evliya gibi. Hiçbir karşılığı yok. Para kazanmak istediği zaman çeviriler yapıyor. Belki de sadece şiir üzerine durmak ister ama olanak yok. Ve yer verilmiş değil. Şaire de yer verilmediği açık. İşte anlatıyorum sizlere. Ama sonunda bütün dünyada insanlar sadece ve sadece şair olmak istiyor. Bu kadar da önemli bir şey.

Teşekkür ederim.

İlhan Berk

Melih Elhan’ın notu: “Çıraktan Ustaya Bir Yolculuk Hikâyesi”

2005 yılındayız. Dünya Şiir Günü yaklaşmakta. Karşıyaka Belediyesi her yıl olduğu gibi, bünyesindeki –Veysel Çolak’ın yönettiği– Şiir Atölyesi ile kutlamayı gerçekleştirecektir. Toplantılar yapılıp konuklar saptanır. Yılın onur konuğu İlhan Berk’tir. Berk, Bodrum’da yaşamaktadır. Ustayı alması için çırak görevlendirilir. Berk ile temasa geçilip gün ve saat saptanır. Çırak Bodrum’a gelir, ustayı alıp yola çıkarlar…

O çırak bendim. Berk’i Bodrum’daki evinden alıp İzmir’deki etkinliğe getirmiş, sonra da evine geri götürmüştüm. Bu iki fotoğrafı da o gün çektim. İlhan Berk bize çay yapmıştı, sohbet etmiştik. Bu fotoğraflar o günün hatırasıdır.