Ralph Ellison

İş bulma umudundan uzun zaman önce vazgeçmiş, öyle herhangi bir yere gitmeden ipsiz sapsız dolanıyorduk. Ülkenin sağını solunu öylesine amaçsızca geziyorduk, ipsiz sapsız. [L&N nakliye katarında on kara oğlan.] Birmingham’dan çıkıp demiryolu bakım istasyonlarında bizi boğaların karşıladığı ve hatıra olarak kafamızda birkaç şişlikle geri postaladığı Chicago’daki dünya fuarına uzanmıştık. Eğer daha önce bir boğaya ıskalayamayacağı kadar çok yaklaştıysanız ve yük vagonunun üstünde sürünürken sırtınıza bir tane indirdiyse ve ağır sopasına ek olarak bir de silahı olduğunu bildiğiniz için önünden kaçmaya çalıştıysanız, kafanızda yumuşak bir noktayı hedefleyip çekiçle kara ceviz kıran bir adam gibi ağır sopasıyla abandıysa; ve onun istediği gibi hareket eden trenden atlamamak için vagonun kenarından aşağı tırmanmaya başladıysanız, ağır botlarıyla parmaklarınıza basıp bir hamam böceği ezermişçesine onları topuğuyla ezdiyse ve ellerinizi bırakmadığınız için ağır sopasıyla eklemlerine vurduysa; ve eğer ellerinizi bıraktığınızda cürufa çarpıp kendinizi yuvarlanırken ve raylar boyunca uzanan telefon direklerinden daha hızlı bir şekilde yüz üstü kayarak trenden uzaklaşırken bulduğunuzda, o zaman, sadece kafamızdaki birkaç şişlikle kurtulduğumuza delice sevindiğimizi anlarsınız. Chicago boğaları, herhangi birimizi neredeyse çite tünemiş bir karatavuğu hallettiği hızla öldürebilecek Texas bıçkınları kadar siyah berduşlardan nefret eder.

Eğer berduşsanız boğalar karşılaşmak için oldukça kötü insanlardır. Kafa patlatmayı bir bilime dönüştürmüşlerdir ve her zaman harekete geçmeye hazırdırlar. Bir kemiği vurunca jöleye çevirecek tüm yerleri bilirler ve çocukken eski selofan su bardaklarına yaptığınız gibi omurganızı buracak şekilde tam da nasıl tekmeleyeceklerini sanki hisseder gibidirler. Bir keresinde bir boğa burnumun köprüsüne çakmıştı ve ben helada yüzen bir izmarit gibi çözülüp dağıldığımı hissetmiştim. Kafanızdan vurup ayakkabılarınızı patlatabilirler.

Ama bazen boğalar da zararlı çıkar ve ne zaman bir boğa seferin sonunda kaybolsa ve onu yaralı ve kanlar içinde ve bazen ölü bulsalar, tüm siyah berduşları katarlardan indirmeye başlarlar. Çoğu zaman kimin yaptığı umurlarında değildir, çünkü asıl mesele bedelini bir kara oğlana ödetmektir. Ha eğer berduşlar arasında sadece zencilerin bıçak taşıdığını duyarsanız bunun bir boğa yalanı olduğunu bilin, çünkü size anlatacaklarımı Brooklyn’li beyaz bir berduş olan Hymie yaptı.

Karma bir trende takılıyorduk ve Hymie katarın su için durduğu birkaç mil gerideki ufak bir kasabada dilendiği bir kayıntıdan midesini bozmuştu. Belki de yiyecekten değildi, belki de ormanın orada onu içinde pişirdiği eski yahni kabı yüzündendi. O mevkiyi seviyorduk çünkü orada ayçiçekleri yetişiyor ve güneşte epeyce bir gölgelik sunuyordu. Her neyse, Hymie hastaydı ve üstte yolculuk ediyordu. Hava sıcaktı ve sinekler vagon içine o kadar hızla üşüşmeye devam ediyorlardı ki onlara aldırış etmeyi bırakmıştık. Hymie onlarla epeyce cebelleşmiştir ama, çünkü akşam yemeği dışarı fırlayıp havaya saçılıyordu. Sineklerden epeyce rahatsız olmuş olmalı, çünkü akşam yemeğinin bulunduğumuz vagonun kapısının yanından doğru uçtuğunu görebiliyorduk. Bir defasında sanki raylar boyunca uzanan yeşil tarlalar içinde uçan bir kardinal kuşu kadar kırmızı olduğunu gördük. Düşündüm de, belki de uçarak geçen bir kardinal kuşuymuştur. Ya da belki çiftlikteki domuz yemleri gibi kokan başka bir şeymiştir.

Herifin aşağı inmesini sağlamaya çalıştık ama açık havada kendini daha iyi hissettiğini söyledi; biz de onu kendi haline bıraktık. Hatta izmaritine yirmibir oynamaya başladık ve kısa süre sonra Hymie’yi unuttuk. Daha doğrusu yük vagonunun içi kartların üstündekilerini göremeyecek kadar kararana dek. Sonra ben günbatımını seyretmek için yukarı çıkmaya karar verdim.

Güneş batıda potadan içeri girmekteymiş gibi görünen bir basketbol topunu andıran büyük bir küreydi ve sanki katar o oraya varmadan ona yetişmeye çalışıyor gibiydi. Bir teknenin tepesindeki martılar gibi katar vagonlarını takip eden kocaman sinek kümelerini görebilirdiniz. Tek fark onların çıkardığı gürültü trenin gümbürtüsünde kayboluyordu. Tarlada yükselip alçalmak, yükselip alçalmak için keskin açılar çizen ve ipini kopartmış uçurtmalar gibi rüzgârda süzülüp dönüp durarak günbatımına doğru uçan kuş sürüsünü görebilirdiniz.

Rüzgârın gözlerimde baskı yapışını ve pantolonumu bacaklarıma çarpışını hissederek üstte dikildim ve Hymie’ye el salladım. Bacaklarını, bizimkine tutturulmuş olan donduruculu vagonun açık vantilatörünün etrafına kenetlemişti. O ışıkta bir gangster filminde elleri ve ayakları bağlanmış bir şekilde köşeye oturtulmuş bir adama benziyordu. Hymie’ye el salladım, o da halsiz bir şekilde bana geri el salladı. Tren aşağı bir eğilimde ilerliyor ve tarlalar kavisler çizerek akıyordu ve bu insana kendini atlıkarıncadaymış gibi hissettiriyordu. Bağırmayı denediğinizde sesiniz sanki eskiden yüzme kovuğunun dibine oturup taşları birbirine vurduğunuzda duyduğunuz ses gibi küçüktü. O yüzden, biz, Hymie ve ben, sadece el salladık.

Orada bir başına olan zavallı herif için üzüldüm. Onun için yapabileceğim bir şey olmasını istedim, fakat yandan kapılı Pullmanlarda su bulunmaz ve galiba berduşlar matara taşımayı akıl etmek için fazla aptallar. Sonra düşündüm ki, Hymie’nin canı cehenneme. Birkaç mil sonra Güney’e vardığımızda nasıl olsa o ve diğer herifler başka bir vagona geçecekler.

Tekerleklerin raylar boyunca vuruşunun ritmini dinleyerek tepede dikildim. Bazen ritim Harlem’deki çocukların gece karanlığında kaldırımda oynarken bir şenlik ateşi etrafında boş kutuları tekmeleyişleri gibi düzenliydi. Kayak yapan biri gibi kendimi dengelemek için ileri doğru hafifçe eğilmiş üstte dikiliyor, etrafı dinliyor ve iki ay önce katarlara takılacağımı dahi bilmeden arkada bıraktığım (1934’te oluyor bu) annemi düşünüyordum. Zavallı anacım, abimi ve beni evde tutmak için çok uğraştı fakat bize çok uzun süre bakmıştı ve artık bunu yapmaya devam etmesine izin vermek için fazla büyümüştük. Böylece iş aramak için evden ayrıldık.

Katar birdenbire sertçe sarsıldığında artık hava neredeyse etrafı görebilmek için fazla kararmıştı ve trendeki tüm vagonlar birbirlerini sanki tam da orada süratini arttırmaları gerekiyormuşçasına lokomotife doğru ittire kaktıra raylarda hızlandı. Sonra Hymie’nin takıldığı yere doğru baktım ve elinde sopasıyla ona doğru sürünen bir boğa vardı. Hymie’ye dikkat etmesi için bağırdım ama gürültü sesimi yuttu ve bu arada boğa gittikçe yaklaşıyordu. Bakın boğa ona ulaştığında Hymie bacakları hâlâ vantilatöre kenetli bir şekilde uykudaydı. Sonra boğa Hymie’yi ayağa kaldırmak için yakasına yapıştı ve bir yandan da sopasıyla dayak atmaya başladı. Hymie dövüşerek ve bağırarak uyandı; yüzünü görebiliyordum. Arada bir sopa iniyor ve hızlı hareket etmek için fazla heyecanlı olduğumdan sürünerek sığındığım yere bir bağırtı ulaşıyordu. Katar uzun kara bir köpek gibi hızla ilerlemeye devam ediyordu ve biz de tepesinde bazen sirkte görülenlere benzer şekilde sırtına yapışmış üç maymun gibiydik. Boğa sonunda dizleriyle Hymie’nin göğsüne çöktü ve onu boğuyordu, sopası deri bir kayışla bileğinden sarkıyordu.

Bazen vagondan atmak için Hymie’nin tutunuşunu kırmaya çalışıyor ve bazen de ağır sopasıyla ona dayak atıyordu. Hymie boğayla elinden geldiği kadar dövüşmeye çalışıyor ama bir yandan da bir eliyle cebini karıştırıyordu. Boğanın darbelerini görebilirdiniz, ölçe biçe vuruyordu ve Hymie sol elini boğanın suratında tutuyor ve tüm bu süre boyunca cebini kurcalıyordu.

Sonra hızla azalan ışıkta bir şeyin parıldadığını gördüm ve Hymie bıçağıyla harekete geçti. Hymie kurtulmak için onu kesip biçerken boğa hâlâ çekiç gibi çakmaya devam ediyordu. Bıçağın Hymie’nin başının yanından parıltıyla geçip boğanın iki bileğine doğru indiğini görebilir ve bağırtılarını duyabilirdiniz çünkü bu arada gittikçe onlara yaklaşmıştınız ve onun Hymie’yi bıraktığını ve Hymie’nin ayağa kalktığını, sanki tam da doğru noktayı ölçüyormuşçasına bıçağı bir yılan gibi yarım daireler şeklinde savurduğunu, sonra boğanın gırtlağına daldığını görebilirdiniz. Hymie bıçağı boğanın bir kulağından ötekine gırtlağı boyunca çekti, sonra onu bıçakladı ve vagonun üstünden attı. Boğa sanki bir çocuğun demir köprüden nehre dalması gibi havada bir saniye durdu ve sonra aşağıdaki cürufa çakıldı. Suratımda ılık bir şeyler hissettim ve boğanın kanının bir kısmının katarın tanktan su almak için durduğunda olduğu gibi sprey halinde geriye doğru püskürdüğünü fark ettim.

Artık hava kararmıştı ve Hymie üstündeki gömleği yırtıp vagonun kenarından attı ve yandan aşağı süzüldü. Tren yukarı bir eğilime denk gelip yavaşlayana kadar orada asılı kaldı. Bir tepede duran küçük bir kasabaya yaklaşıyorduk. Orada burada kekteki kuru üzümler gibi dağınık ışıklar vardı ve yaklaştıkça Hymie’nin gerilip vagonun uzağına doğru atladığını gördüm. Sertçe toprağa çarptı, birkaç yard yuvarlandı ve ayağa kalktı. O zamana kadar onu o loş ışıkta göremeyecek kadar uzaklaşmıştık. Trenin ıslığının yalnız sesi çığlık atarken küçük kasabanın yanından geçip gittik ve ben bunun Hymie’yi son görüşüm olup olmadığını merak ediyordum…

Daha sonra Hymie’nin giydiği gömleğin bir tarlanın çitinde asılı bulunduğunu ve sustalısının hâlâ boğaya saplı olduğunu duydum. Boğa cürufun üzerinde yuvarlanıp raylar boyunca uzanan bağlara girmiş ve kaplan zambağına benzeyen çiçekler arasında kanlar içinde uzanıyormuş.

Bir sonraki gün günbatımı civarında Montgomery, Alabama’daki bakım istasyonuna yanaşıyorduk. Hattın millerce aşağısında hayatımızın en büyük korkusunu yaşadık. Bakım istasyonuna varmadan önce trenin bir demir köprüden geçmesi gerekiyordu. Yavaşça ilerliyordu ve köprüyü geçer geçmez trenden inmeye başladık. Birdenbire bir bağırış duyduk ve katarın önüne koştuk, orada iki tane boğa vardı, biri uzun biri kısa boylu, tüfek namlularının ucunda milleti topluyorlardı. Daha iyi görebilmek için herkesi sıraya diziyorlardı. Gökyüzü bulutlu ve kapkaraydı. Hymie’nin boğasının bulunduğunu ve bir kara oğlanın halledilmesi gerektiğini biliyorduk. Ama bu sefer şansımız yaver gitmiş olmalıydı çünkü tam o anda fırtına bastırdı ve katar bakım istasyonundan ayrılmaya başladı. Boğalar bağırarak kimsenin trene binmemesini söyledi ve bizse dağılıp bakım istasyonunun öteki ucunda ayrılmakta olan katarı yakalayabilmek için vagonların arasında sağa sola kaçışmaya başladık. Başardık da. O gece yağmurda trenin tepesinde takıldık. Rahat değildi ama biz deli gibi mutluyduk ve ertesi gün güneşin kıyafetlerimizi üzerimizde kurutacağını biliyorduk ve Hymie’nin boğasını hakladığı yerden çok uzaklara gidecek hızlı bir şeyler yakalayacaktık.

Ralph Ellison

Çeviren: Burcu Alkan

Kaynak: Ralph Ellison, “Hymie’s Bull,” Flying Home and Other Stories. New York: Random House, 1996 (s. 82-88).