Otuz yılı aşkın süredir aktif olarak edebiyatın içinde olan bir isim Başar Başarır. Yazarın ilk öyküleri “Kent Kitabı” adıyla 1992’de yayımlandı. “Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri” adlı eseriyle 2004 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan Başarır, “Teklifinizle İlgilenmiyorum” ile 2014 Yunus Nadi Öykü Ödülü ve “Sibop” ile 2017 Yunus Nadi Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yazarın Vangelis Kechriotis’ten yaptığı epigrafla açılan ikinci romanı “Dolunay İki Gece Sürer” Can Yayınları tarafından 2021’de okurla buluşturuldu.

Romanda ikinci kuşak Girit mübadili olan İhsan Sami ve çekirdek ailesinin çevresinde gelişen olayların arka planında, bir dönemin Türkiye panoramasını okumak mümkün: “Kısacası 2001 tamamen başka bir ülkeydi.” 1999 depremi sonrası Türk-Yunan ilişkilerindeki yakınlaşma, iki ülkenin dışişleri bakanlarının yaptığı karşılıklı resmi ziyaretler, anayasa kitapçığı krizi, ekonomik kriz gibi dayanaklar üzerinde yükselen romanın üst anlatıcı ağzı ile aktarılan, düşünce hızına eş akan mizahi dili, kendi içinde bir “zihniyet” eleştirisini de barındırıyor. Tarih, siyaset ve toplumsal ilişkilerdeki ezberimizi bozmaya yönelik olarak okurunu klişeler, hurafeler, aynı didaktik yaklaşımlar, basmakalıp düşünceler, değişmez inanışlar, önyargılar ve kültürel şartlanmalarla yüzleştiriyor. Sınırların ayırdığı halkların kavgadan ve siyasetin geriliminden uzak, asırlar öncesine dayanan bir kardeşlik, bütünlük, masum bir aynı fikirdelik etrafında birleşeceği günlere bir özlem ve umut olması niyetiyle okuduğumuz “Dolunay İki Gece Sürer”i Başar Başarır ile iki Giritli olarak, Parşömen Edebiyat okurları için konuştuk.

Esme Aras

İlk romanınız Sibop’tan sonra Dolunay İki Gece Sürer’i okurlarınızla buluşturdunuz. Size göç/mübadele temeli üzerine inşa edilmiş bir roman yazdıran başat sebepleri, kısacası meramınızı sorarak söyleşimize başlamak isterim. Mübadillik bir anlamda yersizlik yurtsuzluk duygusuyla başa çıkma hâli, ne oralı ne buralı, hiçbir yerli olmak demek mi?

Mübadele denen felaketin üzerinden an itibarıyla tam bir asır geçmiş vaziyette. Koca bir yüzyıldan bahsediyoruz. Birinci kuşaktan yaşayan kimse kalmadı. Hatta ikinci kuşak bile eridi, kalanlar da teker teker gidiyor. Ama mübadele acıları yer yer tazedir. Neden? Çünkü insan bildiğini, tanıdığını sever, bağlanır. Mübadiller de bırakıp geldikleri yörelerin havasını, suyunu, iklimini, rüzgârını, mevsimini öğrenmiş, oradaki hayat hakkında bildikleri her şeyi sevmişti. Sahip oldukları düzeni, o düzenin parçası insanları, onlarla kurdukları ilişkileri sevmişti. Bu sadece bir his değil, aynı zamanda bilgidir, sermayedir. Yaşama gücüdür. Bırakıp geldikleri şeyler onları yaşatan, var eden bilgi birikiminin parçasıydı. Karşılıklı göç fikri kimilerine kolay gelmiş olabilir, ama göç eden insanlar dünya hakkındaki hemen bütün bilgilerini sıfırlayarak, beşeri sermayelerini geride bırakarak hayata baştan başlamak zorunda kaldılar. Dillerini kaybettiler. Sözlerini, bağlandıkları kültürü. Bayırlarda biten hudayinabit otları. Çeşmelerden akan suyun acısını. Ağızlarının tadı, dudaklarının kıvrımı, konuşma biçimleri değişti. İki nesil sonra artık büyük bir travmadan bahsedemeyiz. Lakin kimlik karmaşası, sizin de işaret ettiğiniz gibi, kısmen sürmektedir.

Giritli mübadillerin bir kısmı susmayı seçmiş, geçmişin ve yaşanan kayıpların acısı çökmüş yüreklere. Bir kısmı da acıyı anlatarak, hikâyeleştirerek sonraki nesle aktarmış. İkimiz de anne tarafından birer Giritli olarak, –çünkü Giritlilik çocuğa anneden geçer– geçmişe baktığımızda, ilk kuşağın mağduriyetini siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendi kendine yeten bir yaşam sürerlerken bir anda yoksuzluğa düşmeleri, geçmişi yüceltmelerine ve adada sahip olduklarını olduğundan varsıl görerek anlatmalarına yol açmış olabilir mi?

Girit ayrı bir kültür. İlk bakışta çok şenlikli, eğlenceli, her günü bayram gibi yaşayan, nevi şahsına münhasır insanların adası orası. Ama unutmayalım ki Epimenides paradoksu da başka yerden değil, çıka çıka Girit’ten çıkmadır. Ne demiş Giritli filozof (Knossoslu) Epimenides? Bütün Giritliler yalancıdır, demiş. (Başka bir versiyona göre tam çeviri şöyledir: Giritliler, her zaman yalan söyler.) Paradoks kısmını bir yana bırakırsak, Girit kültüründe sözün şehvetine kapılıp gerçeğin “biraz daha fazlasını” söylemek olağan bir durumdur. Bir de zaman var tabii, geçen zaman. Hafızayı değiştiren zaman. Dolayısıyla Girit mübadillerinin geçmiş hakkında, adadaki hayat hakkında, oradaki servet ve statüleri hakkında anlattıkları, araya giren zamanın karıştırıcı etkisiyle de birleşince, biraz temkinle dinlenmesi gereken hikâyelerdir. Bizzat kendim gördüm, yaşadım. Yine de şahane hikâyelerdir bunlar, haklarını teslim edelim.

Kitapta kadim bir tarihe sahip Girit Adası’nın kültürü hakkında bildiklerimizi tazeliyor ve yeni şeyler öğreniyoruz. Atasözleri, deyimler, yöresel deyiş ve tatlardan birkaç örnek verirsek: Koloçitha, şevketi bostan, çipohorta, şilofta, Kritikoz, dükkancık, kopilya, çikudya, üç kez yere tükürmek: tü tü tü, kargayla papazın hikâyesi… Kulağınızda kalan o kelimelerle ördüğünüz metninize baktığımda dile yönelik hassasiyetinizin bununla sınırlı olmadığını anlıyorum. Bir yazar olarak Türkçe’nin zenginlikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Türkçe benim en önemli hazinem. Bir madenci gibi her gün kazıya çıkıp yeni yeni cevherler, damarlar keşfediyorum bu hazinenin içinde. Böyle böyle günümüzde artık kullanılmayan, manası, tınısı unutulmuş nice sözcük, deyiş, terkip, tamlama, metafor topladım. Yeni bir atasözü duyduğumda örneğin, birisi cebime para koymuşçasına seviniyorum. Gelin görün ki kazdıkça içine çekildiğiniz bu pırıltılı damar ona bağlandıkça, hayran oldukça sizi büsbütün kendine hasretmek istiyor. Gide gele bir hapishaneye, ama çok ışıltılı, ihtişamlı bir hapishaneye dönüşebiliyor. Söylemek istediğim şudur ki, asla şikâyet değil, yanlış anlaşılmasın, Türkçenin içine girip yerleştikçe yazdıklarınız Türkçede kalmaya mahkûm oluyor. Diğer dillere çevrilme ihtimaliniz günden güne yok olup gidiyor. Kim uğraşır, hangi çılgın çevirmen girişir böyle bir işe, düşünsenize!

Sizi ilkin öykülerinizle tanıdık. Öykü, türü gereği okuruna başı sonu olmayan an hikâyeleri sunabilir ama roman, temposu itibarıyla yazarı için farklı bir çaba gerektiriyor olmalı. Siz bu romanı yazarken, 2001’e kadar neler olup bittiğini hatırlamak üzere gazete arşivlerini tarayıp notlar aldınız mı ya da takvimsel olarak nasıl bir çalışma disiplini geliştirdiniz?

2001 yılı gayet şuurlu bir şekilde seçildi. Romanın kurgusu gereği hadiseler 2001’de geçmek zorundaydı çünkü. Çokça sebep vardı; en önemlisi de kayıp amcanın hayatta olma ihtimaline duyulan ihtiyaçtı. Yani 1923 mübadelesinde 5-6 yaşlarındaki bir çocuğun eğer adada kaldıysa berhayat olabilmesi için makul ve muhtemel bir zaman dilimi seçilmeliydi. Siyasi tarih de hep 2001’i işaret ediyordu.

Elbette ki çok kapsamlı bir araştırma yaptım. Sadece dönüm noktası olayları değil (11 Eylül saldırıları ya da Anayasa krizi gibi) dönemin magazin gündeminden tutun (şarkıcı Nilüfer’le sunucu Reha Muhtar’ın yaşadığı düzeyli ilişki), kullanılan dili, yapılan şakaları, gençlerin dillerinde pelesenk olan deyişleri de geriye dönerek araştırdım. Şubatta başlayıp eylülde biten kurguyu bayramlarla, yortularla, o yıla özgü gelişmelerle zenginleştirmeye çalıştım. Gerçeklik duygusunu güçlendirebilecek bütün araçlara başvurdum.

Her öyküde farklı biçem veya anlatı tarzı denenebilir ama roman uzun soluklu bir anlatı, bu nedenle her sayfada kendinizi tekrar etmeden yazmayı sağlamaya yönelik olarak; özellikle üst anlatıcı ağzı ile kurulan hikâyelerde, karakterleri aynı tonda konuşturma tuzağından ve yazarın sesinin metne dâhil olmasından kaçınmak amaçlı nasıl bir yol ya da yöntem izliyorsunuz?

Bölümlerin dilini o bölümde okurun karşısına çıkan kahramanların muhtemel kelime haznesine göre şekillendirmeye çabaladım. Örneğin emekli öğretmen İhsan Sami Bey ve arkadaşı bisikletçi Süreyya konuşurken başka bir dil, Gamze’yle İngiliz arkadaşı konuşurken tamamen başka bir dil… Bu arada romanın yarısından fazlası ana dili Türkçe olmayan karakterler arasında geçiyordu. Dolayısıyla onların İngilizce konuştuğunu varsaydığım anlarda o dilden deyimleri, Yunanca konuştuklarında ise yine başka bir kültürün söyleyişini kullandım. Birden fazla lisanın olanaklarından yararlanmaya çalıştım.

Anlatıcı sesiyse bunların hepsinin dışında olmalıydı. Anlatıcı roman boyunca en zor olanı, yani olaylar ve duygular karşısında tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Becerebildiğim kadar, elbette.

Hem olay örgüsünün geliştiği zaman diliminde hem de tarihteki Türk-Yunan ilişkilerini roman kurgusu içinde ele alırken, birtakım sinir uçlarına dokunduğunuzu söylemek sanırım yanlış olmaz. Bu noktada anlatıcının ve karakterlerin bakış açısı, sizin dünyayı algılayışınızla ne kadar örtüşüyor, onların düşüncelerine katılır mısınız?

Az önce anlatıcı için söylediğimi tekraren, karakterlerin aşağı yukarı hiçbirine katılmıyorum. Tarafsız durmaya özen göstererek bana göre zıt kutuplar olan Gamze ve babasının arasındayım, fakat her ikisine de gayet mesafeliyim. Zaten okuru çıkarmaya gayret ettiğim düşünsel seyahat, başlangıçta birbirinden olabildiğince uzak düşmüş baba-kız ikilisinin git gide birbirine yaklaşması, hatta finale doğru tamamen yer değiştirmesi, yek diğerinin başlangıç pozisyonunu benimsemesi üzerine kuruluydu. En azından öyle olmasını umuyordum. Benim dünyayı algılayış biçimim bu yer değiştirmeyi vurgulayan temel tercihlerde saklıdır.

Başar Başarır

Konuya bir başka açıdan yaklaşacak olursak, resmi tarih ya da milli şuur söz konusu olduğunda aslında yaşanan ve yazılanlar arasındaki farka bu yolla dikkat çekmeyi amaçladığınız söylenebilir mi? İhsan Sami Bey ve Süreyya’nın yaptığı gibi ayık kafayla zor konuşulacak mevzuların içki sofrasına meze edilmesi ve kahramanlıklar üzerinden tekrar tekrar kurtarılan, bir kez daha fethedilen memleket gerçekleri konusunda ne söylemek istersiniz?

Bu hep böyledir. Bizde de böyledir, karşı tarafa bakıldığında, onların sözlü kültürü ve resmi tarihi incelendiğinde de böyledir. Pek tartışmaya müsait konular değildir bunlar. Her türlü milliyetçiliğin cevabı başka bir milliyetçilikle gelir. İnsan ne kadar toleranslı olursa olsun, doğası gereği, karşı tarafın çizgiyi aştığını düşündüğü anda “ama siz de…” diye başlayan cümleler kurmaya başlar. Zaten kitabın İngiliz kahramanı da bu noktayı vurgulamıyor mu? Dünyaya milliyet ekseninde bakışın, “biz ve onlar” söyleminin insanlara verdiği rahatlığı, avunmayı, tatmini anlıyor, bundan dolayı da kimseyi suçlamıyorum. Ben, yine de, açıkça ifade etmek isterim ki her türlü milliyetçiliğin sonuna kadar karşısındayım.

Romanda kızını tanımayan ama durmaksızın öğreten sesiyle konuşan baba, kocasıyla cebelleşmekten vazgeçerek susmayı seçmiş anne ve evdeki huzursuzluktan kaçarak iletişimsizliğe sığınan kız evlat üzerinden, orta sınıf bir ailenin yaşamına tanık oluyoruz. Başkaları için yaşamak taassubunu misafir ağırlama metaforuyla anlattığınız bölümde, söz ve davranış arasındaki tutarsızlıkları, çelişkileri yazmak istemenizin bir nedeni de toplumsal iki yüzlülüklerin altını çizmek mi?

Bir kez daha: bu hep böyledir. Bizde de böyledir, diğer toplumlarda da böyledir. Benim yegâne amacım aile kurumunun varoluşu gereği sıklıkla yarattığı bu sahte saadet sahnelerini alıp incelemek, mümkünse de biraz gülümsemekti. Bütün çocukluk mutlu geçecek diye bir şey yoktur. Acısıyla, tatlısıyla bizi hayata hazırlayan o yıllarda edindiğimiz deneyimler duygusal olarak içimizde yer ederken aynı anda kişiliğimizi, hayata bakışımızı, gelecekte başkalarıyla yaşayacağımız ilişkileri de etkiler. Yazarken işin bu kısmını vurgulamakla meşguldüm. Her ne kadar son tahlilde karar okura ait olsa da, esas itibarıyla benim yazarken benimsediğim perspektif üstenci bir toplumsal eleştiri değil. Dayak yemesiyle ünlü anti-kahramanlar çağının yazarlarından biriyim, hatırlatmak isterim.

Anne-kız ilişkisine yakından baktığımızda ikisinin de aynı yaşta âşık olduğunu ve bir bayrak yarışı gibi kızın, annesinin çeyizini devraldığını görüyoruz. Aslında çoğu kadın kasvetli aile ortamı içinde, Gamze ve Feriha’nın durumuna benzer bir yaşama mahkûm edilerek olmadığı biri hâline dönüşüyor. Bu örnekten yola çıkarak, zamansal döngüde değişimin yavaş olması ama değişmezliğinse yıllar içeren bir zamanı almasına ve bu yüzden geride kalan kadınların, gidenlerin ruhunda eriyip yok olduğuna mı dikkat çekmek istediniz?

Bir ölçüde evet. Ama annesini “üzerine giyinen” Gamze’nin sonunda bambaşka bir yola saparak, evden çıkıp gitmesini unutmayalım. Zaman ve hayat o kadar da değişmez değildir yani. Ayrıca sadece anne-kız ilişkileri için geçerli değil bu söylediğiniz. Kadın erkek ayrımı yapılmaksızın hepimiz ebeveynimizin o beğenmediğimiz, küçümsediğimiz, hatta nefret ettiğimiz kimi tavırlarını zaman içinde benimseyip az da olsa anne ya da babamıza dönüşmüyor muyuz? Kahramanın kendisini bulması için üzerine bir enkaz gibi yıkılan evin içinden çıkması, kendinden ve bildiğinden uzak bir yerlere gitme gayretine girişmesi gerekiyordu. Feriha’nın cesaret edemediği, Gamze’ninse temkini elden bırakıp dolu dizgin daldığı macera bu uzaklaşmadır. Hiç ummadığı sonuçlarla karşılaşsa da.

Değişmezlik demişken… Kendine göre inanışları olan, kimseye itimat etmeyen, yıkıcı hatıraları ve acıyı sürekli gündemde tutarak hayatı klişeler üzerinden tıpkı bir ezberi tekrarlar gibi didaktik yaklaşımla ele alan İhsan Sami Bey’in, aslında bir karakterden öte bir zihniyeti ve sınır komşularımıza karşı önyargılarımızı temsil ettiğini düşünüyorum. Hatta Brendan’a kulak verecek olursak, Kraliçe II. Elizabeth’in değişmez bir kararlılıkla aynı siyaseti yıllarca sürdürdüğünü de görebiliriz. Aslında hiçbirinin Giritli falcı kadın Hrisula’nın bağnazlığından farkı yok, “düşmanlık adeta meslek olmuş.” Oysa kendimizi sorgulama, tutucu tahakküme aldırmadan karşımızdakinin duygu ve düşüncelerini dikkate almayı öğrenme zamanı çoktan gelmedi mi, bu noktada bana katılır mısınız?

Son cümlenize yürekten katılıyorum. Hatta kitabı bitiren okurlardan sıklıkla aldığım bir soru var: Bu romanın devamını yazacak mısınız? diye soruyorlar. Verdiğim yanıt şudur: Eğer bundan yirmi yıl sonra iki komşu ülke, Türkiye ve Yunanistan, bugünkü şuursuz çekişmelerinden kurtulup, karşılıklı cari olan yersiz nefreti ve düşmanlığı bir nebze terk edebilirse, ben de konuya tekrar dönüp, hadiselerin devamını yazabilirim. Yunanistan’daki babasını aramaya giden İstanbul doğumlu bir genç adamın öyküsünü anlatmak için masaya oturabilirim. Ama benim buna kalkışmam için öncelikle iki tarafta da tahammüllü bir ortam, zihni açık bir okuma pratiği gerekir. Misal, Türkçe konuşan, Türkiye vatandaşı olan ama üst kimliğini Türk olarak tanımlamayan bir roman kahramanına tahammül gerekir…

Kitapta sınırlar üzerinden yapılan uzun tartışmalara tanık oluyoruz. Dünya üzerinde İngiliz kurnazlığının erişmediği coğrafya neredeyse yok: Girit’in kaybındaki rol, Sevr’e göre Irak ve Musul, Pakistan ve Afganistan’ı ayıran Durand Hattı, Ürdün-Arabistan sınırı… Geçmişin hatalarını kabullenmek ve sınırların ayırdığı halkların kültürel şartlanmalardan uzaklaşarak bir noktada uzlaşabilmesi yolunda, bir umut olarak okuyabilir miyiz bu romanı? Sonuçta siyasi de olsa her ilişki ikinci bir şansı hak ediyor, “dolunay bile iki gece sürer,” öyle değil mi?

Umut daima var. Umutsuz olmaz. Dolunay İki Gece Sürer bu umudu canlı tutma, hatırlatma çabasıydı, evet. Egemen ülkelerden üç-dört diplomat son derece gevşek geçen bir öğlen yemeğinde buluşup haritanın üstünde cetvelle çizgi çekiyor ve sen yüzyıllar boyu çöldeki kumun üzerine kazınan o çizginin öte tarafına geçemiyorsun. Çünkü senin sınırın öyle çizilmiş. Çıldırtıcı değil mi? Pasaport ne? Vize ne? Gümrük ne? Daha bir buçuk asır öncesinde bilinmeyen kavramlar bunlar. Karşılıklı anlayış meselesine gelirsek, bebek adımlarıyla yürümek zorundayız henüz. Önümüzde çok uzun bir yol var. Stavros’un yazmaya çalıştığı yüksek lisans tezi, hani şu Yap/Yapma Kılavuzu var ya, oradan başlamalıyız. Yeri gelmişken hatırlatayım, bu kılavuz hiç de muhayyel değildir. İstanbul doğumlu, şimdi Atina’da yaşayan araştırmacı yazar Herkül Millas tarafından kaleme alınmış ve 2002 yılında Türkçe, Yunanca, İngilizce olmak üzere üç dilde basılmış hakiki bir kitaptır. Dileyen şu linkten çevrim içi olarak ulaşabilir.

Söyleşimizi son soruyla bitirirken; ilk bölümde fotoğrafçılık kulübünden bir arkadaşı Gamze’ye, “dikkat etmezsen lanetlenmiş orta sınıfın âciz üyelerinden biri olup çıkacaksın sen de” diyor. Gamze’nin yaşadıkları ve başına gelenler düşünüldüğünde romanın sonunda Zühtü, kehanetinde haklı mı çıkıyor haksız mı?

Elbette haklı. Sınıfsal bakış açısı bunu gerektirmez mi? Böyle öğretilmedi mi bize? Tek tek kurtuluş hiçbir zaman söz konusu değildi; ancak bir bütün olarak, omuz omuza verilerek, “dünyanın bütün ezilenleri” birleştiğinde kazanılabilirdi sınıf mücadelesi. Kısacası bugünkü dünyada “lanetlenmiş orta sınıfın aciz üyelerinden biri” olmadığımızı iddia etmek iki yüzlülükten, avuntudan başka şey değildir sanki.