16 Ağustos 1945’te henüz elli yaşında veremden ölen Mahmut Yesari, Türk edebiyatının en ayrıksı kalemlerinden biri. Tanınmış bir ailede doğan yazar, sanata çocukluğundan itibaren ilgi duyar. I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde gönüllü olarak askere yazılır. Karikatürle başladığı sanat hayatını roman, hikâye ve tiyatroyla sürdürür. 1925’te yayımlanan Çoban Yıldızı romanıyla ünlenirve ilk işçi romanı olarak kabul edilen Çulluk’la (1927) ününü artırır. Trajedi ve komedi türünde yazdığı çoğu oyun, Darülbedayi tarafından sıkça sahnelenir. Ölümünden sonra darmadağın bir külliyat bırakır geriye Yesari. Derlenip toparlanması bir hayli güç olan bu külliyat, altmışı aşkın roman, binlerce hikâye, gazete yazısı ve tiyatro metninden oluşuyor.
Otel ve pansiyonlarda bohem bir hayat süren, üç kez evlenen, zaman zaman kayıplara karıştığı için gazetelerin ona ulaşamayıp tefrika romanlarının yarım kaldığını duyurduğu Mahmut Yesari’nin çoğu roman karakterinden daha gizemli, daha eksantrik bir hayatı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ona olan merakım, tefrika edildikten 92 yıl sonra kitaplaştırılan Hınç (Koç Üniversitesi Yayınları, 2020) romanıyla daha da arttı. Eseri Latin harflerine aktarırken araştırmacı-yazar Serdar Soydan’ın yönlendiriciliğinde yaptığım arşiv çalışmalarında Yesari’nin fark edilmemiş, unutulmuş birçok hikâyesine rastladım. 26 Ocak 1931-17 Mayıs 1932 tarihleri arasında yayımlanan kısa ömürlü Yeni Gün gazetesi, taradığım süreli yayınlardan biriydi. Bu gazeteden Yesari’nin azımsanmayacak sayıda hikâyesini listeledim. Aşağıda paylaştığım Baba Nasihati ve İki Cambaz bunlardan ikisi. Metinleri birlikte yayımlamamızın sebebiyse kişilerinin yalnızca Rum ve Yahudi olmaları.
İstanbul’un çok kültürlü yapısı, 20. yüzyılın ilk yarısında büyük bir dönüşüm geçiriyor malumunuz. Rum, Ermeni ve Yahudi nüfusunun hızlı bir şekilde eridiği bu dönemde, azınlık kültürlerini merkezine alan edebi eserlerin kıymeti tartışılmaz. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın roman ve hikâyelerinde daha sık karşımıza çıkan Ermenilerin gündelik hayatları, meslekleri, İstanbul’a bakışları örneğin… Çoğu tarihi bir vesikadır bana göre. Yesari’nin 2017’de İstos Yayınları tarafından yayımlanan Bir Namus Meselesi de öyle. Kayseri’den İstanbul’a uzanan bu hikâyede “Karamanlı” diye tabir edilen Anadolulu iki Rum bakkalı merkeze alıyor yazar. Erken Cumhuriyet döneminde yayımlanan eserlere bakıldığında azınlıklara mensup kişilerin daha çok esnaflık, yankesicilik, tefecilik, bankacılık, aşçılık, hizmetçilik, modistlik, hayat kadınlığı, genelev işletmeciliği gibi mesleklere sahip tip, tipleme, figür veya karakterler olduğunu görüyoruz. Bu kişileri, Gürpınar’ın eserlerinden şahsi, etnik-dinsel vs. vasıflarını ve kendine has Türkçelerini tetkik ederek çıkarıp geniş bir çalışmaya konu edebiliriz.
Bu tarz bir çalışmayı Mahmut Yesari külliyatında yapabilecek yeterli veriye de sahibiz. Örnek olarak andığım Hınç romanında, İzidor Barzilay Çelebi adında Yahudi bir tefeciye tesadüf ediyoruz. Eserde yalnızca bir kere geçen “Yahudi” kelimesi, İzidor Barzilay Çelebi’nin kötü karakteriyle ilişkilendirilmese de bir Yahudi’den para istenmesinin sakıncalı görülmesi ötekileştirici bir nitelik taşır. Tefeciliğin, tefecilerin Türk edebiyatında bu kadar ayrıntılı bir biçimde anlatılması, üstelik bunun bir Yahudi karakter üzerinden yapılması da eseri özel kılan başlıca sebeplerden.
Gazete dışında ilk kez yayımlanan aşağıdaki kısa metinlerde Zahireci Yorgi Kafadaki ve Komisyoncu Avram Levi’yle Banker Mordehay Santuraçi ve oğlu Mişon’un hikâyelerini okuyacaksınız. Bu hikâyelerde Yesari, Rum ve Yahudilerin Türkçeyi telaffuz etme biçimlerini olduğu gibi sergiliyor. Her devrin sorunlarından diyebileceğimiz ticarette, alışverişte paragözlüğü ve kurnazlığı kendine has mizahıyla kurgulayarak okurunu tam da istediği gibi eğlendirip şaşırtıyor.
Doksan yıl önce yayımlanan bu hikâyeler, umarım bugün de keyifle okunur.
Bilal Acarözmen

BABA NASİHATİ
Mordehay Santuraçi, oğlu Mişon’u kendisi gibi tam bir banker yapmak, onu çekirdekten yetiştirmek istiyordu.
Mişon, zeki çocuktu; gördüğü, okuduğu şeyleri hemen kavrıyor, bilhassa hesap meselelerine aklı pek ziyade ediyordu.
Santuraçi, oğlundan memnundu. Fakat onun zekâsını, dikkatini, hesap meselelerindeki mümaresesini (becerikliliğini) takdir etmekle beraber ileride büyük bir sermayeyi idare edebilmek için kâfi bulmuyordu. Santuraçi her vesileyle, her fırsatta, Mişon’un istidadını (yeteneğini) tenmiye (geliştirmek) için çareler, misaller buluyor, gösteriyor, neticeler çıkarıyordu.
Para hesabı gibi nazik meseleleri halletmenin, birçok müşküller arasından, tereyağından kıl çeker gibi şöyle tertemiz sıyrılmanın, her mâniyi zararsız ziyansız atlatıvermenin hiç de kolay olmadığını oğluna anlatıyor; işin güçlüğünü, inceliğini vakalar, hadiselerle ispata uğraşıyordu.
Oğlunun alakasını, dikkatini uyandırmak; para kazanmak zevkini, hevesini aşılamak için Santuraçi, gece gündüz uğraşıyor, çalışıyordu.
Mişon, babasının verdiği derslerden, nasihatlerden hayli istifade etmekteydi; lakin Santuraçi bu derslerin, nasihatlerin arkasını kesmiyor, eskisinden daha hararetle devam ediyordu.
Bir gün Santuraçi, eski kâğıtlarını karıştırıyordu; birden eliyle alnına vurdu. Uzak bir hatıranın hayali gözlerinin önüne gelmişti:
“Bak… Bunu Mişon’a söylemeyi unuttum!”
Hemen oğlunu çağırdı, karşısına oturttu:
“Benin sözlerine iyi kulak ver, Mişon… Şindi sana eski ama yalan değil, olmuş bir hikâye anattiracayim. Bu hikâye benin başindan yeçti. Bu hikâyeden evvel sana iki çift söz söyleyim. Ticarette, para işlerinde, bütün alışverişte namuskârlık lazımdır. İşin içinde hile horda yirerse, dalavira yirerse olmaz.”
Bir cigara yaktı, koltuğuna gömüldü, anlatmaya başladı:
“Bir zamanlar benin Avramaçi adında bir ortağı vardı. Onu ilan (onunla) çok iyi iş yapıyorduk. Bir yun (gün) yazihanede oturuyordum. Bir adam yeldi, para yatırdı. Emme ne kadar biliyor musun? Tam on bin lira…”
Mişon gözlerini açtı:
“Kâğıt mı? Altın mı idi?”
“Altındı…”
“İyi para!”
“Elbette… Bir kere yuzunin önünde yetir on bin tane sarı lira… Şıkır şıkır, yuzumun önünde birer birer saydı. Müşteri yittikten sonra paraları bir kere de ben saydım, on bin bir lira çıkmaz mı? Müşteri yanlışlık ilan bir lira fazla vermiş! Anadinme?”
“Anadim!”
“Aman düşün bir kere… Yazıhanede o yun yalnızdım. Benden başka yimseler yoktu. Bu on bin bir liranın hepsini cebime kor, çıkar yiderdim. Benin ortak da bir şey dumaz, bilmezdi! Anadinme?”
Mişon başını salladı:
“Anadim!”
“Ama sana biraz evvel da söyledim, ticarette namuskârlık lazımdır. Ortağına hile yapmak ayiptir, çok fenadır. O bir liranın yarısını, yarım lirayi ortağıma verdim!”
İKİ CAMBAZ
Zahireci[1] Yorgi Kafadaki, komisyoncu[2] Avram Levi çok eski ahbap olmalarına rağmen en ufak fırsatta birbirlerini yere vurmakta zerre kadar tereddüt etmezler.
İkisi de bunu bildikleri için gayet ihtiyatla hareket eder, adımlarını hesapla atarlar. Yorgi Kafadaki, Avram Levi’yi faka bastırdı mı sevincinden günlerce kabına sığmaz, artık hovardalığı tutar. Eşe dosta ziyafet çeker. Fakat bir de iş berakis (tersine) oluverdi mi gecelerce gözlerine uyku haram, dünya zindan olur; kendini yer, bitirir.
Bu gibi ahvali nazikânede (nazik durumlarda) Avram Levi’nin sevinç ve teessürü de Yorgi Kafadaki’den pek aşağı kalmaz. Hatta haddi marufu[3] bile aşar.
Avram Levi, yeni gelecek zahireler için Yorgi Kafadaki’ye gitmişti. Cinsi, fiyatları, teslim şartları, teslim zamanı, hulasa bütün büyük küçük esaslar, teferruatı tespit ettiler.
Avram Levi:
“Aramızda bir mukavele (sözleşme) yapıp imzalayalım,” dedi.
“Ne mugavelesi ciğerim?”
“Mukavelesiz olur mu?”
“Mugavele yapmağ istiyen sensin. Bunun manası işi sağlama bağlamağdır. İşi sağlama bağlamağ istediğine göre istifaden çoğ olmalı. Senin istifadenin çoğluğu benim zararıma demeğdir. Artığ goz gore gore de imzamı goyar mıyım ya?”
“Yok be… Senin caymaman için.”
“Eyi ettin ya, gozüm. O zaman gene benim istifadem var. Eğer bağa satacağın mallerin fiyetleri fırlıyacağ olursa, sen bir mahna (mahana, bahane) bulur, bağa satmazsın. Şayet, fiyetler düşerse ben de bir mahna bulurum, almam. Buğa niye mugavele yapalım?”
“Peki, ne yapacayiz?”
Bu sefer, Yorgaki Kafadaki düşünmeye başladı. Nihayet uzun, hararetli münakaşalar, müşaverelerden (danışmalardan) sonra aralarında şirket (ortaklık) yapmaya karar verdiler.
İki şerik (ortak) müsavi (eşit) sermaye koyacaklardı. Yorgi Kafadaki’nin dükkânındaki mallara takdiri kıymet (değer tespiti) ettirildi. Artık bu suretle iki eski ahbap birbirini yere vurmayacaklardı.
İkisinin de ziyan etmek ihtimalleri kalmamıştı. Avram Levi de memnundu Yorgi Kafadaki de… Yalnız kalben bir parça eza duymuyor değillerdi. Çünkü böyle tehlikesiz, endişesiz, üzüntüsüz para kazanmanın pek zevki yoktu. Alışveriş denilen şey, biraz da çekişmeden, terleyip didinmeden, yüreği titreyip uykuları kaçmadan para kazanmaksa, para kazandım demeye utanmalıdır. Fakat ne çare? Büyük zararların korkusu ikisini de bu tatsız vaziyete düşürüvermişti.
Avram Levi, şirketin nizamnamesini (tüzüğünü) yazdı. Yorgi Kafadaki, bu nizamnameyi kendi avukatına gösterdi, tetkik ettirdi. Hemen her noktada mutabık kalmışlardı, yalnız bir ihtilaf (anlaşmazlık) çıkmıştı. Avram Levi, şirketin merkezi kendi yazıhanesi olsun istiyordu. Lakin Yorgi Kafadaki mağazasının şube olarak gösterilmesine tahammül edemiyordu.
Artık bu bir mesele olmuştu, ikisi de haysiyet ve şerefi ticarilerine (ticaret şereflerine) hakaret sayıyorlardı. Tarafeyn (iki taraf) avukatlarının da tavassutuyla (aracılığıyla) bir çare bulundu. Galata’daki hanlardan birinde, müşterek bir oda tuttular. Bu ihtilaf da halledilince iş mukaveleyi notere götürüp tasdik ettirmeye kalıyordu.
O gün, Avram Levi de Yorgi Kafadaki de yanlarına avukatlarını alarak noterin yolunu tuttular.
Mukavelename, yeni baştan okundu, imzalar atıldı, muarrifler[4] bulundu. Günlerden beri bir helecan ve endişeyle hazırlanan şirketin esası kurulmuş oluyordu.
İmzadan sonra iki şerik, birbirinin elini sıktılar:
“Haydi hayırlısı olsun.”
“Aydi hayirlisi olsun.”
Noterden kol kola çıkmışlardı. Ağır ağır yürüyorlardı. Avram Levi, birdenbire şerikinin kolundan kurtuldu. Elini eline vurdu:
“Eyvahlar olsun…”
“Amağın dirin, ne oldu ciğerim?”
“En büyük, en mühim şeyi unuttuk.”
“Ne unuttuk ki?”
“Mukaveleye asil en muhim maddeyi koymayi unuttuk.”
“Hangi maddeyi?”
“İflas ettiyimiz zaman kârlari nasıl taksim edeceyiz?”
[1] Zahire, gerektiğinde kullanılmak için saklanan tahıl, erzaktır. Zahireci, bu gibi tahılların ticaretini yapan kişidir.
[2] Ticari işlerde belli bir ücret karşılığı aracılık yapan kimse, simsar.
[3] Herkesçe kabul edilmiş olan ölçü ve sınır.
[4] Hâkim, noter, savcı vb. huzurunda bir kimsenin şahsiyet ve kimliğini açıklayan, belirleyen veya belgeleyen kimse.