Taner Gülen

“Geçmişi ve geleceği şimdinin yardımına çağırmak için.”[1]

Chris Marker

Sesinde bir renk var insanın. Öteye gidişinin, başkayı sevişinin, yurtlar ve alışkılar edinişinin bir tonu, ritmi var. O rengin bir öyküsü var kuşkusuz. Zamanda tutulu kalmış bir nesne ve yaşamaya oranlı bir hikâye. Demek ki hep bu çizgilere, yol ayrımlarına, çağcıl etkilere, yoğunluklara maruz kaldı insan ve hep kendi hayat bağlamının sınırlılıklarıyla süzüldü genişliklerde. El etek çekme ihtiyacı duydu bazı. Merhametin ve inancın parıltılarını sildi gönlünden; kimi vakitse komediye katılmak istedi, sahneye atladı, parladı, saçmaladı, nefretini kustu bir yerlere/bir kimselere.

Çok söylendi, söyledik: Nefretin, bencilliğin, sevgisizliğin temelinde korkunun ve hesaplaşılmamış arzu nesnelerinin yattığını. Bunlarla yüzleşmeden, bunları yeni bir duyma düzlemine taşımadan yol alınamayacağını. Sonuçta var olmak, bir dışa uzanma/büyüyüp serpilme, çiçeklenme işiyse, o “kişisel tarihi” de kat etmek ve benliğinden geçirdiği şeylerin kaynağına ulaşmak zorunda özne. En dizginleyici ruh taliminin, çileci disiplinin, adap vurgusunun bile bu sıçrama olgusuyla ilişkisi var. Arayışlar, manevi diyetler, kavram icatları o zemine vuruyor yine.

Geçmişi ve bugünü anlamayı deniyor, belleğin çatlaklarından süzülenleri neye/nereye konumlandıracağımızı düşünüyoruz. Sanatlara ve politikalara inanıyoruz durup dururken. Halklara, coğrafyalara, söylencelere, tarihlere belki. Ölümün ve ölümlülüğün bilgisine sahip olduğumuzdan, dahası bu lanetli bilgiyi bir ömür sırtımızda taşımak durumunda kaldığımızdan, beyhude bir kontrol istemiyle harcıyoruz şimdiyi. Öznenin kalabalıklaşma, bilme/biriktirme istemi, ondaki bir başka eğilimle birlikte gelişiyor tam da bu yüzden. Arınma ve saf öze yaklaşma eğilimi, ikili bir karışım halini alıyor benimizde. Büyüme istemimiz, uygarlığın şiddetinden sıyrılma ereğimizle birleşiyor.

Bedenimizi dünyaya açıyoruz demek ki sonra. Ama görünenden epey farklı bir dünya olduğunu fark ediyoruz bunun. İçinde arızî seslemler, tuhaflıklar, ters yüz oluşlar, kuşkular taşıyan bir evren. Bir tür derin yaşam bilgisi, sevinç ve bozunum belki. Yanı başımızda kımıldanan nesne, figür, kişi ilk elde sunduğu kabul edilebilir anlamdan kurtulsun istiyoruz. Doğrusal ve açıklayıcı göstergelerin tümünü reddediyoruz böylece.

Ama sembollere, mecazlara, yerleşik değerlere ihtiyacımız yok. Nefretimiz insanı ve düşünceyi ayrıştıran, onu belli bir inanç dizgesinin ve tarafgirliğin içine sürükleyen ve çizgiyi birazcık aştığımızda hepimizi harcayan kuvvetlere yöneliyor. Kimi vakitse menzilinden sapıyor bu nefret ve şüphe, yanlış nesneye, yanlış konuma, yanlış inanca, değere ya da kişiye yöneliyor ölçüsüz bir biçimde. İnsanlar dünyasının trajedisi de tam burada başlıyor. Çözümsüzlüklerin, kırgınlıkların, imkânsızlıkların ve sevinç yitimlerinin dayanılmaz uğultusu.

***

Tarihsel olan, aşınmış ve zamana boyun eğmiş olandır da kuşkusuz. Kendi ışıltısını koruma gücü bulunsa da kolaylıkla istismar edilebilen devingen biçimdir aynı zamanda. Üstündeki ağırlıktan sıyırmaya yeltendiğimiz ve böylece özel bir bağlamla ilişkilendirmeye kalktığımız bu yapının kimi eklemelere ihtiyaç duyduğunu da hatırlamak gerekir.

Düzenin demirden yasaları, toplumsal örgütlenme, gereklilikler…

Ve özne; yapının taşıyıcı gücü, mabedin koruyucusu, inanmış mezar bekçisi…

Ya da ihlalci, hain, ifrata teslim olmuş bir ölçüsüz…

Hayat birikmelerinin yükünü taşımak ve bu karmaşasın kodlarını çözmek zorunluluğu duydu o. Yapının uzamında bir yere varamayacağını ama bu uzamı yadsıyarak da harekete geçmenin mümkün olmadığını kavradı. Meziyetlerini, “sistem” denen bileşenden ayırıp yaşamın bağımsız bir veçhesine dönüştürmeyi umdu.

Oysa bir noktadan sonra yaşamın yalnızlığını, var oluş krizini, açmazını dile dökmenin ne denli manasız olduğu fark edilir. Sıçranabilecek basamaklar, kat edilecek mesafeler, verimli konumlar gündeminden çıkar öznenin. İşte, “aşkınlık” fikri, bağlam’ın (yani zorunlu ilişki biçiminin, değer dizisinin, ortaklaşılmış imgenin, yasanın) dışındaki bu uzak olasılıkla ilgilidir.

Şeylerden kaçılmış, azat olunmuş; şeylerin etki gücü ortadan kaldırılmış, yok edilmiştir sanki. Yaşam bir ontolojik sancının temsili değildir artık. Yalnızca duyumsanan zaman, sevinçli ilgisizlik, sürüklenme… Yalnızca bir “eski” fikrini içinde barındıran ama varlığını başkasına dayatmayan biçim:

“Saatler, günler, haftalar, mevsimler boyunca her şeyden kopuyor, her şeyden soğuyorsun. Bazen, neredeyse bir tür zihinsel sarhoşlukla, özgür olduğunu, seni bunaltan, senin hoşuna giden ya da gitmeyen hiçbir şey olmadığını keşfediyorsun. Kendine sunduğun kimi gösterilerin sağladığı bu yıpratıcı olmayan havada, anların heyecanından başka şeye yer vermeyen bu yaşamda, mükemmele yakın, büyüleyici, bazen de yeni heyecanlarla dolu bir mutluluk buluyorsun.”[2]

İşte, askıda duran gövde. Yönsüzlüğün şehveti. Kendini bilgiye yahut mantıksal varsayıma değil, arzuya ve sezgisel erince bırakan irade. Ne yöne gidileceğinin önemi yok. Ne tür sonuçlarla karşılaşılacağının ya da hangi bedellerin ödeneceğinin de. Bizleri şu evrensel pisliğin karasından kurtaracak tek bir saf mutluluk ânı yeterli olabilir. Böyle bir hakiki an için tüm ömür gözden çıkarılabilir. Nesneler ısınır kişi için bu düzeyde. Renkler akışkan bir nitelik kazanır. Her şey mümkünün sınırına yakındır, her şey kozmik bir uçuruma sürükler bizleri.

Aşkınlık kavramından, bu deneyimsel uyumu anlarım. Yaşamın, neredeyse hiçbir koşul altında, beni, kendi akışına dâhil edemeyeceğine inanmanın yanıltıcı sevincini anlarım. ‘Kaygı’ mefhumu da sözü edilen zorunlulukların, yükümlülüklerin, kaçılmazlıkların bir ifadesidir kuşkusuz. Aşkın imgelem, dış gerçeğin menfi etkilerini soğurup kendi varlığını tek olanaklı nesneye dönüştürebilen ve böylece kendinden sıyrılmanın en iyi yolunu bulan bir kuvvete içkindir. Adlandırılmışların sınırlarından geçer bu kuvvet. Semantik kıvrımlar, atıflar icat eder.

Atfetmek, bir yüzey dayanağı üretmektir. Bir sonraki adım için uzamı garantilemektir. Aşkınlık diye tanımladığım konuma yerleşmek için o basamağa ihtiyacım vardır. Daha sonra özenle inşa ettiğim iskelenin yanıp kül oluşunu izlerim. Oluş’un rastlantısallığında kaybolmak demektir bu. Alev alev yanan zeminin ihtiva ettiği olasılıkları evetlemektir. Öbür türlü gerçeğe, ardı sıra gelen kaotik biçime, ihtimallerin sonsuzluğuna karşı iki yüzlü bir tavra bürünme tehlikesiyle karşılaşırım. Öyleyse ilkesizliği ilke haline getirmek, ayrıntıların izlerini kollamak ama belleğimde tutmamak, dış dünyayı önemsemek ama bir tür geçicilik havasıyla sıradanlaştırmak, bir yurt aramak ama valizimi her daim hazır tutmak, sevmek ama bir sevgi nesnesine bağlanmamak durumundayım. Çünkü en zorlu, en yıpratıcı (belki de bu yüzden) en verimli yolculuğun kendi içsel kaynağıma doğru gerçekleşeceğini bilirim. Bu sancılı hesabı kapatmadan (mümkün mü?) dünyayla esaslı bir bağ kuramayacağımı da. Zira kişinin onaylanmak, alkışlanmak, başka bir kişiye, duruma, gerçekleşmeye göre konumlanmakla ilgili eğilimlerinin tümünde, aslında özdeki bir eksiklik, zayıflık yatar. Aşkınlık istemi, tam da bu konumlanmaların reddidir. Varoluşu, hiçbir tavizde bulunmadan, evrendeki salınımsal akışta tutma işidir:

“Saatlerin ardından, günlerin ardından, mevsimler geçerken, zaman akarken, neşelenmeden, hüzünlenmeden, geleceksiz ve geçmişsiz, öylece, düpedüz, apaçık yaşayaduruyorsun, tıpkı sahanlıktaki musluktan düşen bir su damlası gibi, pembe plastik bir leğende suya bastırılmış altı adet çorap gibi, bir sinek ya da istiridye gibi, inek gibi, salyangoz gibi, bir çocuk ya da bir ihtiyar gibi, bir fare gibi.”[3]

***

İnsan türüne ait olmanın peşinden gelen o dayanılmaz ve sağır edici gürültüden azat olmak… Hayatta kalabilmek için uygarlığın kirli gerekliliklerine ve bayağılığına katlanmak zorunda kalmamak… Yalnızca toprağa düşen sözcükler, uğultulu genişlikler, kır sessizlikleri, zamansızlık…

Bu gerçeklikleri betimlemeyi deniyoruz çünkü dilin özel düzenlenişlerinin yardımıyla varoluş lanetinin ıstırabını dindirebileceğimize inanıyoruz. Belli bir ölçüde başarılabiliyor da bu. Söz, bir derdin imleyeni olmanın ötesine geçip bizzat kendisini en temel mesele haline getirdiğinde, ilgili problemlerden bir nebze de olsa sıyrıldığımızı düşünüyoruz. Kavramların, naif buluşların, imgelerin kurtarıcılığı… Sadece yaşantı düzeyinde kalan, hiçbir ilave anlama, yakıştırmaya, analojiye ihtiyacı bulunmayan gerçeklik belki de oldukça yavandır. Ama o yavanlığı taşıma sorumluluğunu göstermemek, söz ve gerçeklik arasındaki gerilimi büyütür sadece. Oysa felsefenin söylediğinin aksine, tekil deneyimlerin kavramların önüne geçtiği ve düşünürü kültürün temel bileşenlerini hiçlemeye ittiği anlar vardır. Çünkü kavramın içini dolduran gerçeklik değişmiştir. Onu vücuda getiren kaynağın yapısında bir dönüşüm yaşanmıştır. Öyleyse yazan kişi ya geneli kapsadığı iddia edilen önermeler üretmeyi bırakacaktır ya da bu önermelerin başka gerçekliklerde karşılık bulmasına izin veren geçiş yolları, patikalar, eşikler inşa edecektir.

Gerçek nedir? diye sorar Roland Barthes, bilinç denen yapı işlemeye başladığından beri insanın yakasını bırakmayan anlam problemini yazınsal bir çizgide irdeleyerek: “Onu hep etkiler biçiminde (fiziksel dünya) işlevler (toplumsal dünya) ya da fantazmalar biçiminde (kültürel dünya) tanımışızdır; kısacası, gerçeğin kendisi de her zaman için bir çıkarımdır; gerçeğin kopyalandığı söylendiğinde, şu ya da bu çıkarımın seçildiği anlamına gelir bu.”[4] Kendimize bir de şunları soralım. Yaşam ve içgüdü, özneye, sağlığın ve erincin ipuçlarını sunduğu halde, niçin, bu evrensel yanılgı ısrarında sebat ediyoruz? Gerçeklik, kişiye, kendi varlığının dışında bir alternatif sunmadığı için mi?

Sanatın ve düşüncenin kurtuluşun imgesini parlatan bir etkinlik olarak yükselişi kaçınılmazdı. Nesne evreninden umut kesildiğinde ütopya giriyordu devreye. Sanat, bu iki kutup arasında gezinen bir yapı olarak gelişti. Düşü, tasavvuru, nesne gerçeğini, metafizik imgeyi, aşkınlığı birlikte kucakladı. Henüz doğmamış, henüz görünürleşmemiş, henüz dile getirilmemiş ve yaşamın akışı içinde yerini henüz bulamamış olana şans tanımak… Demek ki bir etkiler ve ilişkiler bütününde yönümüzü tayin etmeye çalışmanın ötesine geçemiyoruz. Demek ki olmak endişesini dindirmeye uğraşıyoruz yalnızca. Bir anlam dünyasına değil bir anlamlandırma dünyasına açıyoruz gözlerimizi ve şeyleri gerçek manada kavramaya başladığımızda, kişinin görü ufkunun sınırlarının epey önceden inşa edildiğini anlıyoruz. Oylumu çatılmış sınırlar, öngörülmüş yapılar, tasarım nesneleri…

***

Bakışımızın mutlağın soğuğuna çarptığı anlar var hayatta. Bir olay, bir yaşantı, bir ses, diyalog kolaylıkla tetikleyebiliyor uçurumu. İnanç kavramını büyük ölçüde bu belirsizlikle ilişkilendirdik şimdiye dek. Bilgi egemenliği ondaki metafizik boyutu yok edene kadar en azından. Yeryüzü ölçülebilen, denetlenebilen, gerektiği biçimde düzenlenebilen bir fayda nesnesi artık. Yalnızca bu gelişme bile kavramların, olguların, duygulanışların belli bir bağlam/dönem/gerçeklik içinde bir ivmeye sahip olduğunu gösteriyor. Nesne dünyasındaki akışkanlık, algının ve yorumun dönüşümünü de hızlandırıyor. Aynı gökler başka biçimlerde izleniyor kişiler tarafından. Aynı seslere farklı derecelerde şaşılıyor.

Ama bu ebedi devinim, bir ayırıcı töz, yerleşik im, bâtıni kaynak arayışına da itti kişiyi. Başka bir ifadeyle, onu, bir yaşam huzursuzu haline getirdi. Oysa bu denge arayışlarının, gönül çekişmelerinin, zorlanımların vakara evrileceğini anlayabiliriz. Aydınlığı müjdeleyen tutku, acının ve cehennemî dünya hayatının da habercisidir. Bunlar, yeryüzünün işaretleridir; her koşulda ilksel bir güce, bir kendinde potansiyele, tabii ışıltıya sahiptirler. Zeminde yarıklar açılır, ilişkilenmelerin/ikiliklerin kodları yakalanmaya çalışılır. Kurgular, düzenlenişler, ayırıp birleştirmeler, tesadüfi biçimler… Sonrası özneye aittir “çatlağı” izleme işinin. Yorum, atıf, söylem doğa nesnesini takip eder. Onun üstüne çıktığını ya da onda kaybolduğunu varsayar. Özne bu mevziiye yakın olduğu ölçüde, o düzenin temel saiklerini kendi yorum ve yaratım alanına taşıyabildiği ölçüde, geçici olanla (kültür, yasa, söylem) geçici olanı da var eden ve geçiciliğin bizi gönderdiği ilksel kaynak arasında (töz ve doğa) bir denge yakalama imkânı bulur.

Düşünce, pragmatist bakışın, kibrin, popülizmin, tutarlılık saplantısının elinden kurtarılmalıdır. Kendi soylu karakterini inşa edebilmesi için, yücelerin esintisine ihtiyacı vardır onun. Saf öze ancak bu yolla ulaşılır. Aynı şekilde düşünce, en çarpık, en indirgenmiş, sapkın, yüzeysel ve bayağı nesneyi/gerçekleşmeyi de merceğe almalıdır. Zira bu décadence içgüdü yaşama ne yaptığımız ve yaşamdan neleri söküp aldığımız hakkında fikir verir bizlere. Yüzey alanındaki kötücül, tutarsız ve yıkıcı kuvvetlerin söylediği çok şey vardır. Modernistler ve gerçeküstücüler ilgili hakikati çok iyi kavramıştı. Sonu anlamsızlığa ve yıkıma bile varsa, çizgi dışında ilerlemeye ant içmişti bu isimler. Amaç, bilgiden ve kültürün verimlerinden kaçmak değildi; daha ziyade bir tür minör epik aracılığıyla, bilginin nasıl bir tahakküm unsuruna dönüştürüldüğünü yaşam semptomları üzerinde görünür kılmaktı. Buna ne dersek diyelim: tutku, aşk, kendinden geçme arzusu, korkusuzluk, derinlik istemi… Akıl çağı söz konusu kavramları evrimsel bir yanılsamaya indirgemek istedi. Luis Buńuel’in söylediği gibi incelenen, araştırılan ve mümkünse çözüm bulunan sorunlar olarak algıladı insan diplerini. Böyle bir tutukluğun ve aklî kesinliğin, en temelde, faydacı bir yaşam örgütlenişinin ürünü olduğunu biliyoruz. Bilimin serüvenini izleyelim. İyi ve kötü, olumlayıcı ve dışlayıcı, olanaklandıran ya da sınırlayan kuvvetlerin savaşımında ikincil güçlerin baskın geldiğini görürüz. Tekniğin mantığı, tesadüfi olana, çizgi dışında bulunana, eğreti biçime şans tanımaz. Oysa yaşam kendi yolunu bulmak ister. Faydacı bilgi ekonomisinin sınırlarını aşmak ister. Dünyanın bir istila nesnesine nasıl çevrildiğini ve büyüyüp serpilmek isteyen gücün ne şekilde hiçlendiğini gösterir bizlere.

Oysa yaşayan bilinç ne büsbütün mağrurdur ne de yılgın. Her şey düşlemin ve bellek izinin birbirine karıştığı bir olası şimdide geçer. Zaman bizleri, bu eşiğe çağırır kuşkusuz. Bir enkaza, felaket ertesine, gecikmeler evrenine, boşluğa. Bazen hikâyeler uydurup, mekânlar ve bedenler kurup, döngüleri tavaf edip tahakküm dünyasından kaçtığımızı düşünür, vecde uzanan tüm yolları o kaçışla ilişkilendiririz. Bazen de değişmezlik adı verilen evrensel yalanın yürekleri sardığı bir bataklıkta dolanırız ilentiyle. Kuşkusuz bizler de ucundan kıyısından, yanından yöresinden besleyip büyütmüşüzdür onu. Özündeki dehşeti (kendi orada bulunmayışına rağmen) yaşama tutunmuş bir öteki özneye taşıyan ve o özneyi, en saf arzular, sevinçler, umutlanmalar konusunda bile şüphe içinde kalmaya zorlayan bu utanç evrenini yani. Birlikte yaratılan bu cehennemi, tekilliklerin de var oluşuna izin veren başka tür bir ortaklıkta, yeni bir bakış açısıyla ele almak dışında pek bir seçeneği yoktur insanın.

Kesiyorum durduğumuz yeri ortasından
Ey görünüş! Seni bir yerinden hiç anlamıyorum
Dibinde değil ayaklarımın, damarlarında
Derinliğini orada tutan, orada harcayan
Uçsuz bucaksız bir uçurum.[5]

Taner Gülen


[1] Chris Marker, La Jeteé, 1962.

[2] Georges Perec, Uyuyan Adam, Çev: Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.56.

[3] A.g.e., s.56.

[4] Roland Barthes, Eleştirel Denemeler, Çev: Esra Özdoğan, YKY, İstanbul, 2018, s.169.

[5] Edip Cansever, Kirli Ağustos, Adam Yayıncılık, İstanbul, 1982.