Fatih Parlak

Tülbendini omzunun üzerinden sıkıladı Bahire. Önü aklaşmış saçlarını açıkta bıraktı. Belini doğrulttu. Nasırlı elleriyle el arabasını iteledi. “Finike portakalı bunlar Finike!” diye bağıran pazarcıya yaklaştı. “Sulu sulu, miss…” diye bağırıyordu satıcı. Mumla parlatılmış elmaların, ışıkla aydınlatılmış portakalların berisinde gururla durup resmen tahrik ediyordu alıcıları. Bahire onunla yüz göz olmaksızın poşetine üç büyük portakal koydu. Bozuk parayı önüne attı adamın. Elim eline değerse diye de korkmuştu. Daha çok kömürlükte duran; taş, çakıl, kiremit taşımak için kullanılan bu el arabası Salı günleri pazara gidiyordu. Hüseyin Aga’nın onayı vardı. Aga malına düşkün bir adamdı. El sürdürtmezdi eşyalarına kolay kolay. Hanımı da olsa izinsiz kullanılan eşyasını fark etti mi bayramlık ağzını açardı. Aga şimdi kahvededir zaten. Pazar mazar hak getire. Akşamdan yüz kâğıdı Bahire’ye verir. O da istenince. “Yarın pazar, şu parayı tut da biraz yemeklik al,” demez. Demez, duymaz, konuşunca da susmaz bir adam Aga. Zamanında Almanya’ya gitti diye, cebi para gördü diye Aga demişler buna. Öyle ağalığı mağalığı yok aslında. Zaten burada herkesin bir lakabı olur. Herkese bir isim yakıştırırlar. Kısa olana bodur, uzun olana sırık, kilolu olana şişko derler. İşte bunların birçoğunu; bu komşu, bu akraba, bu köylü, bu arkadaş olanları sağdan soldan getirdiler. Bir yerleşim kurup adına da Kanal dediler. Kanalın önüne arkasına gündüz gece demeden konan yamru yumru evlerin sakinleri oldular bunlar. Öyle pek sakin de değildirler. Kavgayı bilirler. Hatta döğüşmek derler adına. Önce kendileri döğüşür haftada bir de horozlarını döğüştürürler. Kumara verirler ellerindeki üş beş kuruşu da. Ola ki horozu dövüş kazanmış bir adam görün, gururla dolaşır Kanal’ın sokaklarında. Sokak derken üç beş evin çamur toprak arası, onu da yanlış bellemeyelim. Zaten belediye başkanına kalsa bunlar hiç olmayacaktı, bu çamurlar, bu çöpler, bu duraksız dolmuşsuz, temiz susuz evlerin yerlerine üç vakte apartmanlar dikilecekti ama kader kısmet değilmiş. Zaten kader kısmet değilmiş deyince akan sular durur burada. Kimse de başka bir şey demez, kimse bir şey istemez, neyse odur. Bahire bunları senden benden daha iyi bilirmiş gibi hınçla iteledi arabayı. Bir kilo ıspanak, bir baş sarımsak, iki kilo patates, üç kilo domates ve türlü meyveler doldurdu arabasına. Parası ucu ucuna yetişti. Yalan olmasın bir lira da arttı eline. Lirayı yeleğinin iç cebine sakladı. Alınacaklar alınmıştı ama daha bir sürü tantana vardı. Salça yapılacak, torunun kazağı için yün alınacak, komşunun taziyesi var onu da unutmamak lazım. Komşu çocuklarından birini görsem de şu arabayı sürdürtsem diye aklından geçti Bahire’nin. Bahire helal süt emmiş kadın. İlkokulda okuyan, mahallelinin sümüklü dediği çocuk çıktı karşısına böylece. Yalan olmasın, evden aşırdığı baskülü üç beş kuruş kazanırım umuduyla pazarın girişine seren sümüklüyü görünce sevindi Bahire. “Koy onu da arabaya” der demez ayaklandı bizimki. Bir oyun gibi gördüğü bu el arabası sürme işini pek severdi çocuk. Nene belki para da verir düşüncesiyle bir koşu yol aldı. Yol şöyle: Sağda merkez caminin önünde büyük asfalt var. Önce oraya ineceksin. Elli metre sonra, ilk evden sonraki sağa gireceksin. Sür babam sür. Satıbakkal’ın olduğu sokağa gelince iş kolay. Oradan dümdüz ilerle. Toprak sahayı geç. Direklerin orada sağda dur. Hepi topu yedi yüz metre. Ama bu yedi yüz metrede neler var neler? Neler var? Anlatalım. Cami’nin önündeki o ilk evde Kamyoncu Murat oturur. Güzel bir bahçesi vardır evlerinin. Elma ve erik ağaçları yaz geldi mi dal savurur. Ortalarında bir çeşme, yalan olmasın tulumba bulunur. Kamyoncu Murat çoğu zaman bu evde yoktur. İnşaatlara tuğla, briket, çimento getirip götürür. Bazen de şehir dışına çıkar. Anlaşma olursa fabrikadan mal taşır mağazalara. Taşı babam taşı. Bir atlet bir don dolaşır sağda solda Kamyoncu. İki tane uşağı var, yanlış anlaşılmasın, uşak dediğimiz çocuk. Biri okuyor, öteki bebek daha. Geç evlenmiş Kamyoncu, kız vermemişler buna. Mahallede herkes bilir hikâyesini, bir tek ben bilmiyorum işin aslını astarını. Sonra yürü yürü Satıbakkal’a gel. Sahibinin adı Satı ya da Satıye, aklımızda öyle yer etmiş. Bayatlamış bisküvileri, küflü ekmekleri, tarihi geçmiş çokomelleri sinir stres müşterilere satan bu kilolu kadının bir kocası yok mu onu da bilmiyorum. Günün on sekiz saati yazarkasanın başında durduğundan bu bakkalın adı da Satıbakkal olmuş işte. Herkes öyle bilir. Satıkadın aşağı Satıkadın yukarı. Kanal da aslında böyle, aşağı yukarı diye ikiye ayrılır. Aşağı Kanal kanalın alt tarafında kalan evler, Yukarı Kanal ise kanalın diğer tarafı yani tepenin üstündeki evler. İşte bu yüzden mahallelinin ağzında sürekli aşağı yukarı sözü gidip gelir. Aşağıdan aldım, yukarıya çıktım, minareden at beni in aşağı tut beni gibi sözler duyulur buralarda. Bir araba dolusu laf. İşte ondan sonra birkaç evi daha geçince Bahirelerin müstesna yerleşkesi vardır. Kanal duvarına yaslanmış iki gecekondu. Küçük bir bahçe. Kümes ve kömürlük. Bahçede vişne ağaçları, ağaçların üstünde kuş yuvaları vardır. Vişneler oldu mu tamam, reçel ve şerbetler hazır demektir. Kayısı ağacı ne güne duruyor? Onun da mevsimi geldi mi meyveleri toplanır. Dışı yenen kayısıların çiğitleri kurutulur, akşamları yemiş olarak tüketilir. Bahire bu, dünkü çocuk değil. Kediyi köpekten tavuğu horozdan hepsini de bahçeden uzak tutmasını bilir. Sıkıysa tutmasın. Hüseyin Aga dikildi mi başına, yandın Allah demektir. Peki şimdi ne oluyor? Pazara gidildi. Öteberi alındı. El arabası yıkanıp paklanıp kömürlüğe sokuldu. Komşu çocuğu pışpışlanıp gönderildi. O zaman bir es verelim. Biraz bekleyelim. Sıra Güldeste’ye gelecek.

Güldeste, ah o ne menem bir kadın! Sitayişlerin ve nümayişlerin başrolü. Kendi hayatının filmini oynayanlardan. Kanal’da kendi hayatını yaşayan kaç kişi var ki zaten? Güldeste deyince akan sular durur. İşte o köşedeki evlerden birinde oturur bu kadın. Sarı saçlı, mavi gözlü, daha o vakitler mahalleli bilmezken lens takan, yanaklarına pudra süren bir eşrefi mahlukat. Dedikoduların değişmez öznesi. Yüklemi ah ile biten cümlelerin kadını Güldeste. İsmiyle müsemma. Bir demet gül adeta. Kanalın adamlarının ağzından çıkmıştır bu cümleler. Güldeste kötü kadın. Güldeste yanlış örnek. Bizim de çoluğumuz çocuğumuz var arkadaş cümlelerinde de adı geçmiştir kendisinin. Hem çok sevilir hem de çok yerilir bütün başrol oyuncuları gibi. Güldeste gecenin bu vakti nereye gidiyor? Güldeste’yi son akşam treninden inerken görmüşler. Güldeste durakta tek başına bekliyormuş, görmüşler. Güldesteyi akşam akşam yabancı bir adamın yanında görmüşler. Yakışır mı be? Mahallemize yapılır mı? Güldeste her gün sokakta. Her gün çarşıda. O yüzüne sürdüğü rimelleri, rujları daha bilmem neleri trene atlayıp alıp alıp geliyor. Her gün Yenişehir İstasyonu’nda Güldeste. Uzun etek dışında kıyafet bilmeyen mahalleli kot pantolonu ilk kez onda görmüştür. Görmeyin, bakmayın, söylemeyin dememiştir işte hiç kimse. Varsa yoksa Güldeste. Yenişehir İstasyonunda, durakta, garda, trende, dolmuşta Güldeste. Nasıl? Aheste aheste. Sonra filmlerdeki gibi Güldeste ortadan kayboldu. Evlenseydi gelin gitti derdik. Başka türlü olsa kocaya kaçtı derdik. Ölse rahmetli, öldürse şüpheli, neyse ne, kimse bilemedi işte. Güldeste uçtu gitti. Geride ağlayıp sızlayan anası ve bir daha eskisi gibi olamayan babası kaldı. Sonra, sonrasına bağlayalım. Bahire milletin aksine severdi Güldeste’yi. “Aman, bana ne?” derdi. “Bana ne zararı var?”

Bahçenin önündeki sedire oturdu Bahire. İçinde değişik bir yaşamın arzusu hem de bu yaştan sonra, ilk kez orada filizlendi. Şöyle düşündü: “Yetmiş yaşındayım. Evi çekip çeviren benim. Beş tane uşak, üç gelin, iki damat, dokuz torun torba elime bakıyor. Aga’nın kendine hayrı yok. Utanmazlar pazara bile beni gönderirler. Tövbe haşa, kader böyle yazmış ama…” Aması maması kümes damının üzerinde eşelenen tavukların kaçışmasına rastladı. Ama, virgül, ama, virgül gibi bir sıralama bir bekleyiş oluştu bahçenin ortasında. Düşündü taşındı. Ne gariptir zihnine grev gibi lokavt gibi şeyler üşüştü. Haberlerde görmüştür tabii. Başka nereden bilecek. Hem siz nereden bileceksiniz onun neler çektiğini? On yaşında çık köyden, on üçünde evlen, on beşinde anne, otuzunda torun sahibi, ellisinde hasta, altmışında yasta ol. İşte o yüzden olacak. “Yenişehir yönüne bir bilet, sadece gidiş!” cümlesi yankılandı istasyon binasının sönük ışıklarında. Akşamın bu saatinde, bak hele!

Bahire Yenişehir İstasyonu’nda trenden inince bir banka oturup bekledi. Bekledi ve bekledi. Son trenin yabancı yüzlerini yadırgadı saatlerce.

Aga ve çocukları utanç içinde, kimselere ses etmeden bindikleri Doğan görünümlü Şahin’in içinden çıktılar o gece. Bahire’yi alıp döndüler eve. Üzgün ve düşünceliydiler. Küçüğü arabada sordu. “Grev ne ola ki?” Büyüğü, gece vakti birer birer ışıkları sönen tek göz oda evlerin yansısında yanıtladı onu. “İş bırakma gibi bir şey,” dedi gözünü yoldan çevirmeden. “Peki lokavt nedir?” dedi öbürü. İşte onu ağbisi de bilmiyordu. Tam bir tartışma başlayacaktı, terlemiş bıyığını kolunun yeniyle silen Aga, “Kesin lan zırvayı” diye bağırdı.

Bahire ilk kez değerli hissetmişti kendini. Yolu sessizlik sürdü. Ufukta, uykudaki Kanal’ın dere yatağına kurulmuş evleri gözüküyordu.

Fatih Parlak