12.Aralık.22

Yaşlı gibi konuşacağım, belki de öyleyim artık: Mevsimler şaştı. Bugün Ankara’da sonbahar havası var. Güz bitmemiş miydi? Kışa girmemiş miydik? Yerler ölü yapraklarla dolu, hava ılık. Sanki bir Eylül sabahındayız. Tuhaf.

28.Aralık.22

Kuzey Ege’ye de uğramış değil kış. Ve fakat burada güz de değil, bahar yaşanıyor resmen.

31.Aralık.22

Okumaktan fırsat bulup okuyamadığım bir ay oldu Aralık. Parşömen’deki yılsonu soruşturması nedeniyle çok yoğun geçti bu ay. Dördüncüsünü yaptık bu soruşturmaların. Ömrümüz vefa ederse devam ederiz.

Bir yılın muhasebesi çıkmış oldu ortaya. 136 kişinin (okur, yazar, şair, akademisyen, kitapçı, çevirmen, editör, yayıncı) katılımı sayesinde azımsanmayacak bir veri var artık elimizde. En büyük umudum ise buralardan eleştiriye, özeleştiriye ve başka tartışmalara açılmamız. Ki öyle de oluyor gibi, Parşömen Edebiyat’ı takip edenler görüyordur.

Eskiden yıl biterken, eh işte, biraz umut da olurdu sanki. Bu yıl biraz zor. Umutsuzluğa kapılmamak için “deli gibi” çalışsam da o, o uzun gölgeli umutsuzluk, kapının hemen ardında bekliyor sanki beni. Yine de, umarım güzel bir yıl olur 2023.

Bu aya tek bir kitap sığdırabildim. Algan Sezgintüredi ve Mesut Demirbilek’in ortak kaleminden çıkma bir polisiye: Kavgaz: Çantacı. Mesut Demirbilek, emekli emniyet müdürüymüş. Belki onun da etkisiyle oldukça “gerçekçi” bir komiser yardımcısı profiliyle (o yıllarda, romanın geçtiği 1987’de “komiser muavini” deniyordu muhtemelen) Mutlu Kavgaz’la tanışıyoruz bu kitapta. Belli ki devamı gelecek.

Mutlu Kavgaz, Polis Akademisinden mezun olur ve İstanbul Cinayet Büro’da göreve başlar. Bir kesik el bulunur ve olaylar gelişir. “Çözülen” bu cinayetten ziyade başta Mutlu Kavgaz olmak üzere polis karakterlerin “gerçekçi” olması hoşuma gitti benim. Olağanüstü dedektif değil hiçbiri, bordrolu memurlar… Cinayet Büro Amiri Sabri Ateş’in hiddeti ve hiyerarşinin ona verdiği “yetkiyle” sertleşmesi, bağırıp çağırması… Bunlar da oldukça gerçek.

Kavgaz serisinin devamına dair umudum, okura daha az “açıklama” yapılması olabilir. Bu beklentiyle okuyacağım Mutlu Kavgaz’ın yeni maceralarını.

4.Ocak.23

38 yaşındayım, en az yirmi yıldır içerim (aralarda sık sık). Eh, yalan yok içkiyi severim ama meyhanenin kendisini de severim. Biraz iddialı olacak belki ama memleketimdeki (İzmir-Kınık) bir meyhane, benim ömrü hayatımda gördüğüm, gittiğim, bulunduğum tüm meyhanelerden daha güzeldir: Ahmet Emin’in Yeri. Ağzınızı sulandırmak istemem, o yüzden mutfağa girmiyorum… Zaten bir meyhane yalnızca mutfağından ibaret değildir. Meyhane dediğimiz yeri oluşturan pek çok öğe vardır ki bunlardan en önemlisi –tıpkı bir edebiyat metninde olduğu gibi– atmosferdir. Kimler gelir oraya, neler konuşulur? Duvarlarında asılı resimler ne söyler? Meyhaneci nasıldır, hali tavrında falso var mıdır? Garsonlar nasıl davranır insana? Uzar gider…

Cemil Kavukçu’nun meyhaneleri gibidir biraz Ahmet abinin yeri. Nolya gibidir, Mimoza gibidir.

İmkanım olsa, ömrü hayatım boyunca tek gideceğim meyhane burası olurdu.

Meyhâne mukassi görünür taşradan ammâ
Bir başka ferah başka letâfet var içinde

***

Babaevimin bir başka alametifarikası da Sivas türküleridir. Peder beyin, henüz 18 yaşındayken öğretmen lisesinden mezun olduğunda atandığı (ve devletin oyununa gelip dört yıl kaldığı) yer Yıldızeli ilçesinin Yusufoğlan köyüdür. Oyun şu: Askerlik yerine, yalnızca askerlik süresince görev yapacaktır sözde. Öyle olmaz, dört yıl kalır orada. Ve fakat onun için Yusufoğlan günleri çok özeldir. Hiç gitmediğim bu köy, benim hayatımda bile kendine yer edinmiştir.

Bugün mesela, babamın Yusufoğlan’da çekilmiş fotoğraflarına, köyün şimdiki haline (Facebook gruplarından) baktıktan sonra, ozan Abidin Çınar’dan dinledik:

Bugün ereni gördüm, gülü dereni gördüm
Yâri görmedim amma yâri göreni gördüm

5.Ocak.23

Batuhan Aşıktoprak, ilk öykü kitabı “Kurdun Postu” hakkında yaptığımız İlk Göz Ağrısı söyleşisinde (Aralık 2019) bir roman üzerine çalıştığını söylemişti:

“Şu sıralar bir roman yazmaya çalışıyorum. Üzerinde düzenli bir biçimde çalışsam bile birkaç yılda tamamlanacak. Yine de yazmak istediğim şeyin bir roman olduğundan şüphem yok.”

Yazarın bahsettiği bu roman tam üç yıl sonra yayımlandı: Alesta. Alesta, “hazır durumda olmak, harekete hazır olmak, tetikte olmak” anlamına geliyor. Bir denizcilik terimi olan sözcük, harekete hazır olunmasını emreden bir komut aynı zamanda.

Romanın başkarakteri Ali de böyle, alesta bekliyor. Ne için? Yurtdışına, Amerika’ya gitmek için. Fakat dolar arttıkça artıyor, para biriktirmesi gereken Ali’nin de işi zorlaşıyor. Sadece parasal bir zorluk değil bu. Annesi ve babası var, özellikle annesi… Velhasıl Ali gidemiyor, gitmekten vazgeçiyor belki. Romanın çatısı böyle. Bu çatının altında pek çok mesele yer buluyor kendine: Baba-oğul ilişkisi, Suriyeliler, yabancı düşmanlığı, aile, günümüzün ihalecileri, milliyetçileri… Hatta İsmet Özel bile kendine yer buluyor… Anlatıcımız Ali; her şeyi ondan dinliyoruz, onun gözünden görüyoruz.

Bugüne dair bir roman Alesta, güncel sorunlar var içinde. Kadim meseleler de var. Genç bir yazarın elinden çıkma, iyi bir roman için gereken asgari şartları taşıyan bir metin Alesta.

Hamiş: İsmet Özel iki yerde var romanda. Birinde Ali’nin arkadaşı Saim anlatıyor, Ali ile diyalogları şöyle gelişiyor:

“Zamanı gelince seni bir etkinliğe götüreceğim,” dedi. “Dernek etkinliği. Derneğin başındaki adam eski komünist. Artık hem İslamcı hem Türkçü. Üstelik şair. Çok büyük şair.”

“Adam hem İslamcı hem Türkçü hem de şair mi?”

“Evet. Ne var? Adam zamanında fikir değiştirmiş. Olamaz mı? Etkinliğe gidince şair anlatır sana, o zaman öğrenirsin. Aslında kendisi, ben hâlâ komünistim, İslamcıyım ama Türkçü değilim, Türk’üm diyor. Karışık biraz.”

“Hayırlısı olsun.” (s. 45)

Daha sonra Ali ve Saim, bahsedilen etkinliğe giderler. İsmet Özel’i dinleriz, 3-4 sayfa boyunca konuşur Özel. Bu kısmın romanda bir işlevi var elbette: Saim’i, Ali’yi ve hatta umumi kafa karışıklığını anlamak açısından ipucu veriyor bize. Ben yine de İsmet Özel’den bahsedilen iki kısımdan işte bu ikincisini (Özel’in konuştuğu bu ikinci kısmı) gereksiz buldum. Belki de Özel’in zırvalıklarını dinlemeye ve narsist kişilik bozukluğunu görmeye tahammül edemediğimden.

10.Ocak.23

Dön dolaş Ankara.
Ve Ankara’nın göz yaşartan soğuğu.

Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak

11.Ocak.23

Muzaffer’in heykel gibi duruşu

Karlara bata çıka yürüdüm. Kısığa girince soluklandım biraz. Sokak lambalarından bazıları yanmıyordu ama kar beyazlığı çökmüştü, aydınlıktı ortalık. Kısığın sonundaki derenin can çekişen sesini duydum. Kar da yağmıştı, hayret, gürüldemesi lazımdı.

Muzaffer’in evinin önünden geçerken onu yine pencerede göreceğinden emindim. Pencere önü çiçeği gibiydi Muzo, sanki oradan hiç ayrılmıyordu. İşte, yine ordaydı. Gözlerini bir yere sabitlemiş, ifadesiz bir suratla oturuyordu. Kürt Muzo ya da Cüce Muzo derlerdi ona. Arkasından tabii, yüzüne değil. Yüzüne Muzaffer abi derlerdi. Selam verdim, görmedi Muzo. Belki de gördüğü halde tınmadı. Işıkları kapatmıştı, sobadan yayılan sarı aydınlık pencere camına vuruyor, Muzo’yu iyice tuhaf gösteriyordu. Heykel gibi.

Koca kapının asma kilidini açtım ama anam içerden fillemişti kapıyı. Seslendim ama duyup gelesiye vakit vardı, bir sigara yapıp havaya savurdum. Havanın aydınlığında yol açtı kendine duman.

Muzo’nun cüceliği sayesinde kumpanyalarda, sirklerde çalışacağını o zamanlar bilmiyordum tabii. Sonra cellat olacağını, azmi ve acımasızlığıyla öne çıkıp cellatbaşı olacağını… Muzo da bilmiyordu bunları. Bir tek bizi yazan adam biliyordu, yazar denen o kerkenez. Kaderimizi tespih yapmış, sallayıp duruyordu kaleminin ucunda…

Onur Çalı