Esra Kahya, Ayşegül Bayar ile “Rengini Benden Alan” kitabı hakkında söyleşti.

İkinci kitabınız “Rengini Benden Alan” Kasım 2022’de Vacilando Kitap’tan çıkan tazecik bir kitap. 2021 Fakir Baykurt En İyi Öykü Kitabı Ödülü’ne değer görülen “Gece On İki Sancıları” isimli bir de öykü kitabınız var. Öncelikle, ödüllü yazarımızı tanıyalım istiyorum. Ayşegül Bayar kimdir, edebiyata meyli nereden gelmektedir?

Eylül’ün annesiyim ve bankacılığı bırakıp yüreğinin götürdüğü yere giden bir yolcuyum. Kısacık bir özet ama hayat denen upuzun bir serüven. Benim serüvenim de hayal kurma düşkünlüğümle başladı. Başka yerde olma isteğimle bulunduğum yeri sevme zorunluluğum arasındaki çatışma. Öyküm bu çatışmadan doğuyor işte. Hayaller, kitaplar ve müzikle zenginleşen bir öykü. Edebiyat tutkum evimizin kütüphanesinde duran kitaplarla başladı. Yazmaya çocukken, yazma eyleminin ne ifade ettiğini dahi bilmediğim zamanlarda başladım. Lisede şiirler ve öykü. Mesleğimi bıraktıktan sonra yazdığım öyküler çeşitli edebiyat dergilerinde, kolektif kitaplarda yer buldu ve ilk kitabım Gece On İki Sancıları Fakir Baykurt En İyi Öykü Kitabı Ödülü’ne değer görüldü. Şimdi de yazın yolculuğumda bana Rengini Benden Alan eşlik ediyor.

Uzun soluklu ama dar hacimli bu eserin “roman” olarak yayımlandığını gördüm. Ancak kitabın edebiyatımızda henüz sınıflandırmaya dâhil edilmeyen bir novella olduğunu kendimce söyleyebilirim. Bu konuya bakışınızı merak ediyorum. Novella, roman ile öykü arasında kalmış bir ortanca kardeş midir? Ve “Rengini Benden Alan” için novella diyebilir miyiz?

Leylâ Erbil, novellanın romanın dar alana sıkıştırılmış biçimi olduğunu söylerken novella hakkındaki düşüncelerine “Bu alan, romandan edinilmiş tüm deneyimleri, teknikleri, dili başkalaştırarak kullanır” diye devam eder. Ona kesinlikle katılıyorum. Arada kalmışlığı çağrıştırdığı için ortanca kardeş terimi bana pek sempatik gelmese de evet, hacimsel olarak baktığımızda Rengini Benden Alan’ın romanla öykü arasında durduğunu söyleyebiliriz. Roman diliyle öykü dilini harmanlaması, toplumu birey üzerinden ele alması ve anlatım yoğunluğuyla Rengini Benden Alan’ı bir novella olarak nitelendirmek mümkün ama öyküde de romanda da şiirsel dile yer veren ve türler arası sınırların belirsiz olması gerektiğini savunan biri olarak belli bir tanımlama üzerinden ilerlememeyi daha uygun buluyorum. Rengini Benden Alan, kendi diline de boyutlarına da kendisi karar verdi.

Kitap bir “Rilke” epigrafı ile başlıyor. Sanki kitabın karakteri Olcay’ın dudaklarından dökülmüş gibi mısralar. “Oyun bu kadar,” desin birileri. Olcay’ın bunu duymaya çok ihtiyacı var çünkü içindeki bütün Olcaylar karıştı, birçok maskenin altında kendi olmayı başaramadı. Ötelendi, itildi, ezildi, dövüldü. Tüm benzerleri gibi. Kitap, Olcay eksenli bir hesap sorma, bir çığlık aslında. Kamera Olcay’ı çekiyor olsa da arka planda tüm Olcay’lar ve toplum var. Epigrafa da selam ederek yine Rilke’den bir cümle ile soruyorum sorumu. “Ah, ne kadar isterdim gizlenebilmeyi, beni gelip bulmasın diye özlemler,” diyen Rilke ile Olcay’ın istekleri temelde aynı olabilir mi? Yoksa Olcay görünmeyi mi istedi?

Rilke’yi selamlarken kitabımda da ağırladığım ve çok sevdiğim Shakespeare’den bir alıntı ile bu güzel sohbeti sürdürmek istiyorum: “Aşkın hafif kanatlarıyla aştım bu duvarları, durduramaz sevgiyi çünkü taştan sınırlar,” Olcay aşkı bulduğu andan itibaren bunu herkese haykırmak istedi. Rilke’nin dediği gibi gizlenmek şöyle dursun, onun başlıca isteği “Ortada ve mutlu” olmaktı. Aşkın en saf, en güçlü duygu olduğunu biliyordu. Gizlenmekten de yorgundu üstelik. Kendi ifadesiyle, ağrılı ve bastırılmış bir ilk gençlikti onunkisi. Taşlaşmıştı. Ama diyor ya hani, “Ortalıkta İlyaslar cirit atarken çözülmek taşlaşmaktan daha tehlikelidir,” diye; toplumun çizdiği sınırlar onu hep umutsuzluğa düşürdü. Bir yandan delicesine anlatmak isterken bir yandan korkmak… Olcay’ın asıl meselesi Olcay’ları korkuya sürükleyen bu düzenin değişmesiydi. Gizlenmek zorunda olmadığı, ötekileştirilmediği bir dünyada var olmak. Bence o kendinden çok sınırları dert ediniyor. Babasını da Behram’ı da ortak bir paydada buluşturmak istemesi bundan.

Kitapta yoğun bir İlyas ve Behram çatışması var. Olcay bu ikisi arasında kendini, isteklerini, hislerini karıştıran; birini diğerine feda edemeyen bir karakter. İlyas baba figürü olarak zaaflarıyla, acısıyla, Olcay’ı “kendince” doğru yola getirmek için yaptıklarıyla verilmiş. Olcay ne yardan geçiyor ne serden. Nereye giderse gitsin babasını hep zihninde taşıyor. Sizce İlyas neden yetemedi Olcay’a? Yaptığı her şey aslında kendi için değil toplumun buyurduklarına hizmet ettiği için mi? İlyas’ın tüm çabası aslında kendiydi, diyebilir miyiz?

Evet, Olcay kadar Behram da çatışıyor İlyas’la. İlyas’ın varlığının Olcay’la arasına girmesini istemiyor haklı olarak. Onu yıldıran en büyük etmen de bu. İlyas’ın yetişme biçimi ve psikolojisini göz önünde bulundurduğumuzda tüm çabalarının aslında kendisi için olduğunu söyleyebiliriz. Bu çift yönlü bir çaba. Şöyle ki, bir yandan Olcay’ı kendi inanç sistemi ve yaşamı algılayış biçimine göre “mükemmel erkek” yapıp onu gururla topluma sunacak, bir yandan da ona tutunarak kendi boşluklarını dolduracak. Metinde geçen birkaç cümle, okuyucuya İlyas’ın çocukluk travmalarına dair ipuçları veriyor. İlyas sevgisizlikle ve korkuyla büyüdüğünden ailesini de bir korku imparatorluğuna mahkûm etmiş. Hayattan hınç alma isteği, kendinden zayıf olanı ezerek yapılan güç denemeleri… Asıl derdi kendini kurtarmak. Bu yüzden Olcay’a yapışıp bir asalak gibi emiyor onu. Ondan beslenerek büyüyor, büyüyor… Kendine –Olcay’ın deyimiyle– “Çakma bir Olcay” yaratmasının başlıca sebeplerinden biri de bu.

Olcay annesi için “Gereğinden fazla susuyor. Öyle bir susuyor ki susmaktan darağaçları yapıyor. Hem kendine hem bana,” diyor. Bu cümle kitaptaki annenin genel tavrını özetler nitelikte. Babanın tesirini delici bir yoğunlukta okuduğumuz satırlarda anne hep gölge. Ne dersiniz, Yurdanur susmayıp oğluna destek olsaydı, Olcay da o sehpaya hiç çıkmasaydı kanatlarıyla daha yukarılara uçar mıydı sizce?

Yurdanur da Olcay gibi İlyas’ın, ondan da önce kendisini yetiştirenlerin, özetle eril düşüncenin kurbanlarından biri. Zincirleme ilerleyen çarpık bir zihniyet. O da güçsüz, o da çaresiz, hatta Olcay’dan daha fazla. Olcay göründüğünden daha cesur bir karakter olduğunu isyan anlarında bize gösteriyor çünkü. Ama Yurdanur hiçbir zaman İlyas’a başkaldıramamış. Başkaldırmayı bile bilmiyor hatta. Eril sistem onu silikleştirmiş, sizin de dediğiniz gibi bir gölge haline getirmiş. Olmaması gerekeni temsil eden Yurdanur’un metindeki görevi biraz da tepki uyandırmak. Böyle olmamalı, dedirtmek. O suskunluğuyla, yapmadıkları ve yapamadıklarıyla hemcinslerini cesaretlendirmek istiyor biraz. Keşke Olcay cinsel yönelimini annesiyle paylaşabilseydi. Ama ona da anlatamadı. Anlatamadı çünkü İlyas’ın imparatorluğunda İlyas’tan gizli hiçbir adım atılamazdı. Anlatsaydı neler değişirdi, annesi onu nasıl karşılardı, bilinmez. Olcay da bunu hiçbir zaman bilemedi. Bu yüzden, annesini özlemle ansa da aslında ona bir parça kırgın. Olcay’ın ağzından bu kırgınlığı aktarmak isterim: “Anne sen de hep geç kalıyordun. İlyas tokatı basmış, ben düşüp ağzımı sehpaya gömmüşüm… Öyle uzaktan dövünmekle olur mu? Tam o anda gelip araya girecektin. Ellerin mi soğanlıydı neydi?” (s. 29)

Ve Behram. Olcay’ın hem kurtarıcısı hem de Azrail’i. Kitapta onunla ilgili çok şey öğrenemiyoruz, buna izin vermiyor. Ama kitaba ismini o veriyor: Rengini Benden Alan. “Mavi Defter”i tutan; hayatında gördüğü en güzel şeyi, en maviyi yazan, Olcay’ı çok seven Behram. Ama sonra? Bencil miydi sizce Behram? Neden kahramanı olduğu bu hikâyede kalmadı? Bir de kanatlar… Behram’dan Olcay’a bırakılan kuvvetli metafor. Aslında Behram bunun için vardı diyebilir miyiz?

Bence bencil değildi. Bencillik etmeyi öğrenecek kadar kalabalık büyümemiş çünkü. Hatta ve hatta Behram’la Olcay’ın psikolojilerini ayrı ayrı gözlemlediğimde Olcay’ı daha bencil buluyorum. Öyle ya, tavırlarına baktığımda hep bir benmerkezci tutum… “sen gidemezsin, ben giderim. Ben senin için şunu yaptım, sen ne yaptın?” gibi gibi… Behram ise sizin de ifade ettiğiniz gibi ketum bir karakter. Ebeveynlerini çocuk yaşta kaybettiğini ve dedesi tarafından büyütüldüğünü biliyoruz sadece. Geçmiş acılarından da ilişkilerinden de bahsetmek istemiyor. Her şeyi “hatırlanmak istemeyenler kuyusu”na atmış, orada tutuyor. Ama Olcay’ın onun hayatında bir dönüşüm başlattığını, ona tatmadığı kadar yoğun duygular tattırdığını da anlayabiliyoruz. O, Olcay’ı çok sevdi. Öyle ki ona bir çift kanat vererek hem kendine hem de ona bir efsane yazdı. Ama bu heyecanı sürdürecek kadar dirençli değildi. Olcay’ın beraberinde getirdiği sorunlarla başa çıkamayacak kadar güçsüz hissediyordu kendini. Olcay’ı sevmekten yoruldu çünkü istediği kadar cesaret gösterilerinin ardına sığınsın, özünde kırılgan, yapayalnız bir çocuk o. Hayatı boyunca bir anlam aramış, bulamamış biri. Onların ilişkisi de günümüz ilişkilerinin kaçınılmaz girdabına kapıldı. Tahammülsüzlük girdabı. Sorunlarla karşılaştığımız anda kaçıp kurtulmak istiyoruz o ilişkiden. Behram da aşkın çetin mücadelelere değecek bir duygu olduğunu görmezden geldi. Aşkını kendine sakladı ve gitti. Hayatın anlamını Olcay’la yakaladı ama ilk kez bu kadar yoğun biçimde hissettiği aşk, sorunlarla birlikte ilerlemeye başladığı an onu ürküttü.

Ayşegül Bayar

Kitabı okurken bir film izliyormuş hissine kapılan yalnızca ben değilim sanırım. Bunun en önemli sebeplerinden biri, kurguda zamanın ustaca kullanılması. Zaman bir silah gibi okuru zihninden vurmakta. Nesnel zamanın içinde tavşan delikleri. Okur sürekli bu deliklere düşüyor. Anılar, sanrılar, bilinç akışı, kuvvetli metaforlarla flashbackler yapılmış ve biz nesnel zamandan kopmadan her şeyi izliyormuşçasına okuyoruz. Bir yazarın karakteri kurgularken onun hırkasını giymesi gerektiğini düşünenlerdenim ben de. Ama siz onun hırkasını giymekten daha fazlasını yapmışsınız. Bunu nasıl başardınız? Gerçek bir Olcay hikâyesi mi yoksa derinden hissedilen bir acının çığlığı mı?

Bu metindeki Olcay elbette hayal ürünü. Ama gerçek hayatta nice Olcay var. Solan, bastırılan, kendini gizlemek zorunda kalan… Gün geçmiyor ki onların acı hikâyelerine bir yerlerde denk gelmeyelim. Son dönemde gündem olan nefret söylemleri de cabası. Toplumsal bir yara söz konusu ve toplumsal yaralar her daim yazarın çığlığı olmalı. Bugüne dek işlediğim tüm karakterlerin hırkasını giydim ama itiraf edeyim, Olcay bir yana diğer tüm karakterlerim bir yana. Belki sebebi, farklı sebeplerden de olsa aynı çıkmazı yaşadığımız bir dönemde tanışmamızdı. Olcay imgesi zihnimde ilkin kanatlarıyla belirdi. Sonra mavi gözler, altın saçlar ve bukleler. Bolca gözlem yaptım, sokaklarda zamane gençlerini, giyimlerini, saç modellerini inceledim. İnandırıcı bir karakter oluşturmanın ilk koşulu onu her yönüyle tanımaktan geçiyor. Olcay’ın karakter özelliklerinden çoğunu metni yazmaya oturduğumda netleştirmiştim ama Olcay yazım sürecinde yeni huylar da geliştirdi ve karakteri tam anlamıyla oturdu.

Kitaptaki cümlelerin güzelliğine değinmeden bitirmek istemedim. Altını çizdiğim onlarca cümle oldu. Öteki veya beriki olmadan, salt insan olduğumuz için okuyunca yüreği ince ince sızlatan cümleler. Şiirsel bir üslubunuz var. Şiirle aranız nasıl diye sormak istiyorum. Beslenme çantanızda şiir var mıdır?

Çok sıkı bir şiir okuyucusuyum ancak iş şiir yazmaya geldiğinde perde arkasında kalmayı tercih ediyorum. Kendimi bu alanda hiçbir zaman yeterli bulmadım, oysa sepetim imgeler ve o imgelerin uç uca bağlandığı dizelerle dolu. Savruk, hapsedilmiş dizeler. Özgürlüklerine ancak öykülerimde ve romanımda kavuşabildiler. Böylece şiirsel bir üslup edindim. Yine de zaman ne gösterir, şiirlerin yoluna sapar mıyım, bilinmez.