“Anne! Başının etrafında dolaşan ve sen güldükçe berraklaşan o hafif şey havaymış.”
Andrey Tarkovski / Nostalji

Her yer bembeyazdı. Hatırlıyorum.
Sabahın o ilk saatleri günün en güzel zamanlarıydı. Panjurlardan sızan ışık döşemede çizgiler oluşturur, kanatların açılmasıyla bir anda içeriye dökülerek ortalığı apak ederdi. İçimizden taşan neşe, ne ortalığı ipil ipil aydınlatan ışıkla ne az sonra edeceğimiz kahvaltının lezzetiyle açıklanabilirdi. Sanki nedenlerini sıralamaya başlarsak hemen yitireceğimiz uçucu bir şey. Yatak odamız üst katta taraçanın yanındaydı. Yataktan fırladığımız gibi alelacele üstümüzü değiştirir, itişe kakışa merdivenlerden inerdik. Annem pijamalarımızı toplarken arkamızdan seslenirdi.
“Büyükanneniz bugün sinirli, sessiz olun.”
Kahvaltıdan sonra mutfaktan oturma odasına, derken misafir odasına, sonra sofaya ve nihayet hayat altına inerek oradan bahçeye çıkarken yolda mutlaka kırıp dökecek bir şeyler bulurduk.
“Çekilin ayağımın altından canım,” diye bağırırdı büyükanne.
Bazen de hiç kabahatimiz yokken durduk yere laf işitirdik. Büyükanne çocukluk denen şeyi bir arıza, hemen atlatılması gereken marazlı bir dönem olarak gördüğü için bizi peşin peşin azarlardı. O şimdi bütün ailesini derleyip toplayan, kızının zor zamanlarında gölgesine sığındığı bir çınar olabildiyse bunu çocukluğunu hiç yaşamamasına borçluydu. Annemin uyarısını dikkate almazdık tabii, öğle güneşi merdiven trabzanlarına vurmadan büyükannenin sabrını zorlayacak bir şeyler yapardık. Kabahatimizi bildiğimiz için ortalıkta dolaşmayı göze alamaz, bahçeye çıkmaya da çekinir, basamaklara oturup teslimiyet içinde hakkımızda vereceği kararı beklerdik.
Hiçbir şey yapmadan oturmak öyle zordur ki, hem de suçluluk duygusu içinde kıvranırken. Gözlerimi kapatıp yalnız melodisini anımsadığım bir şarkının sözlerini düşünürdüm, aklımı veremezdim. Bir süre sonra artık affedildiğime dair bir ses, bir işaret duymak isterdim. Kardeşim umursamazdı, kendi yarattığı hayali bir dünyada çoktan kaybolup gitmiş olurdu. Onu boş verip tek kişilik bir kurtuluşun yollarını arardım. Sözgelimi, bütün cesaretimi toplayarak içeriye doğru seslenirdim.
“Efendim büyükanne, bana mı seslendin?”
Keyfi yerinde olduğu zamanlardaki gibi sesi sofada çınlasın isterdim.
“Efendiler alsın seni.”
Ama kurtuluşa giden yol meşakkatliydi. Çoğu zaman içeriden yanıt gelmezdi. Sanki bana inat evdeki her şey susardı. Çaresizce, sonraki adımımı belirleyecek işaretlere kulak kesilirdim. Üzerine bastığımız ahşabın esnemesi, bozuk bir musluktan damlayan su, esintiyle kapanan pencere, o sırada sokaktan geçmekte olan bir serserinin uzayan nağrası evdeki sessizliği iyice belirginleştirirdi. Böylece bu büyük boşluğun, herkesin işinde gücünde olduğu tesadüfi bir sessizlik değil, bizzat bana karşı ısrarla sürdürülen bir tavır olduğu açıklık kazanırdı. Aceleci davrandığıma pişman olurdum. İşi bu raddeye getirince geri döndürmek artık büsbütün zordu. Yine de içime ateşler salan bu küskünlüğün kendi kendine çözülmesini bekleyemezdim. Mutfağa giderdim. Elimde bir bardak suyla parmaklarımın ucunda yükselir, kâfuru kokan ecza dolabından minik cam şişede saklanan gül sularından alırdım. Bir damlasını suya damlatırdım.
“Büyükanne su getirdim sana.”
Başımı hafifçe okşardı.
“Tamam hadi, şımarma bakalım.”
Bu aceleci yaranma isteğini tasvip etmediğini göstermek için merdivende uslu uslu oynayan kardeşimin yanına otururdu. Benim su getirerek elde etmeyi hayal ettiğim o cümleyi, alnına küçük bir öpücük kondurarak ona kolaylıkla söyleyiverirdi.
“Alkışım seninle olsun.”
***
Ekmek fırınına gitmeyi severdim. Bazen kardeşim de benimle gelirdi. Fırının kapısını aralayınca suratımıza sıcak ekmeğin kokusu çarpardı. Usta hamurun üstünü alelacele keten bir bezle örterdi.
“Hamur üşüdü! Çabuk, ört kapıyı!”
Kardeşim beni soru yağmuruna tutardı.
“Hamur pişerken nasıl da öyle birdenbire şişiveriyor?”
“Fırın çok mu sıcak? Ustanın eli yanmıyor mu?”
Öyle masum, öyle heyecanlı konuşurdu ki. Ona baktıkça, içimde henüz büsbütün kaybetmediğim ama gittikçe sönümlenen bir ateş olduğunu fark ederdim. Hem bir an önce büyümek istiyor, hem de aslında büyülü bir şeyi yitiriyor olduğum sezgisiyle kibir ve kıskançlık duyguları arasında savruluyordum. Ekmek poşetini sallaya sallaya At Arabacılar Meydanı’ndan geçip evimizin olduğu sokağa yürürdük. Demircilerin önünde kendi halinde usul usul tıkırdayan atları gördükçe kolumdan çekiştirir, oradan uzaklaşmak isterdi. Annem hassas ve yumuşak bir yapısı olduğunu söylerdi. Onu böyle görmekle içimde keskin bir bıçak parıldardı. Her gün kolayca üstesinden geldiğim işin tehlikelerini göstermek isterdim. Atlardan uzaklaşır fakat eninde sonunda birbirine açılan sokakların dolambacında kaybolurduk. Eve döndüğümüzde olup biten her şeyi anneme anlatırdı.
“Ayaklarım ellerime dolanmıştı.”
Ben sustukça onun sesi yükselirdi.
“Ablam beni korkuttu. Ayaklarım ellerime dolanmıştı.”
“O bazen hiçbir şey bilmeyen bir abla oluyor.”
Kardeşime karşı duygularım hep canlıydı. Onu çok seviyor, ondan nefret ediyordum. Sonra öyle bir şey oldu ki. Ama bunu şimdi anlatmayacağım.
Öğleden sonraları Ermiş gelirdi. Büyükannenin uzaktan akrabasıydı. Onun da herkes gibi bir adı vardı mutlaka. Gelmesine yakın pencereye tırmanırdım. Mis kokulu saksıların arasına oturur, demirlerin arasından bacaklarımı sarkıtırdım. Kahverengi çiçekli entarisi sokağın başında belirdiğinde “Ermiş geliyor,” diye bağırıp içeridekilere haber verirdim. Böylece annemi gelenin babam olabileceği ümidiyle kapıya koşturmaktan kurtarırdım. Babam uzaktaydı. O gittiği için bir süreliğine büyükannenin yanına taşınmıştık. Annemin kapı her çalındığında yüreğinin hoplamasına bakılırsa umulmadık bir anda çıkıp gelebilirdi. Arada bir kardeşimle bana ahşap oyuncaklar ve annemin günlerce kırmızı gözlerle dolaşmasına neden olan mektuplar gönderirdi. Ermiş’i severdik. Ölülerle konuşulan, eşyanın sırf ona işaretler yollamak için yer değiştirdiği, sırlar ve mucizelerle dolu bir dünyada yaşardı. Bu âlemin gizlerini samimiyetle bir tek büyükanneye açardı. Öte dünyaya giden tanıdıklar oranın şartlarına alıştıktan (öyle söylerdi) kısa süre sonra kapısını tıklatırmış.
“Dün Seniha Hanım uğradı. Hani Ali İhsan’ın kardeşi vardı ya.”
Büyükanne biraz düşündükten ve Seniha Hanım’ın kim olduğunu hatırladıktan sonra büyük bir doğallıkla “Demek o da öldü ha!” derdi.
Başka türlüsü aklının ucundan bile geçmezdi. Ermiş anlattıklarıyla zamanın doğrusal yapısını bozardı. Neyin sebep neyin sonuç olduğu belli olmazdı. Bu böyle olduğu için mi o öyle olmuştu ya da onun öyle olmasının nedeni bunun böyle olması mıydı? Bu sayede bildiğimiz olaylardan küçük dokunuşlarla yepyeni hikâyeler kurardı. İnsan bazen buna ihtiyaç duyabilir. Annem ördüğü hırkanın arkasında mesafeli bir merakla anlatılanları dinlerdi. Büyükanne bizim faltaşı gibi açılan gözlerimize bakarak kantarın topuzunun kaçtığına hükmederse “Hadi biraz hava alalım, kalanını da dışarıda anlatırsın,” derdi.
Onlar gittikten sonra bahçeye çıkar hemen çeşmeyi açardık. Kardeşim ya da ben, yerden ilk kim kaparsa hortumun ucunu kıstırarak öbürünün peşine düşerdi. Bir anda üstümüze yıldızlar saçılırdı. Öğle vaktinin çiğ ışığında kollarımız, bacaklarımız yaldıza bulanmış halde bahçede koştururduk. Annem pencereden bizi izlerken yüzünde her an başka bir duyguyla yer değiştirmeye hazır bir tebessüm beklerdi. Her an bulutlarla gölgelenebilecek güneşli bir hava gibi.
“Hay Allah sırılsıklam oldunuz,” diye yalandan sızlanırdı.
Aşağıya inerdi, hortumu elimizden almaya çalışırken püskürttüğümüz suyun onu ıslatmasına izin verirdi. Teni ışıl ışıldı, genç ve sağlıklı görünüyordu. Nasıl da büyülü bir an. Sanki hiç geçmeyecek gibi. Fakat zaman geçiyordu. Sık sık silinse de eşyanın üzerinde toz birikiyor, tabakta unutulan ekmekler küfleniyor, meyveler çürüyor, annemin saçları beyazlıyordu. Ve büyükanne keyfi yerinde olduğunda kendisinin de çocuk olduğu tuhaf zamanlardan söz ediyordu.
***
Sonra bir gün bir şey olmuştu ama neydi. Annemi istemiştim galiba. Onu kendim için. Sırf kendim için. Yalnız benim olmasını istemiştim. Sonra bir şey olmuştu ama neydi? Önce annem beni kucaklasın diye kollarımı mı açmıştım yoksa ağlamış mıydım? Annemin bana sarıldığını görünce kardeşim taraçaya doğru seğirtti. Annem fark etse tek başına oraya çıkmasına müsaade etmezdi. Ama o anda bütün dikkati bendeydi. Kucağına aldı, beni sımsıkı sardı. Nefesini yüzümde hissettim. Annemin omzunun üstünden kardeşime baktım. Taraçanın korkuluğuna tırmandı. Kollarını iki yana açtı. Filmlerde korkunç bir sahne çıkınca yaptığım gibi gözlerimi yumdum.
“Anne bak. Şimdi senin Allah korusun diyeceğin bir şey yapacağım,” dedi.
Annem duymadı çünkü ben sesimi yükseltmiştim, bağıra bağıra ağlıyordum. Hayır, hayır öyle olmamıştı belki de. Öyle olsa büyükanne bunu bana söylerdi. Yaramazlığıma karşılık bir bedel belirler, bunu bana ödetirdi, mutlaka yapardı. Çünkü o, yanımızda olmasa bile her şeyi gören, işiten, duyandır. Aklımızdan geçenleri okur, kendimizden sakladığımız niyetlerimizi bilir.
Sonraki kış annem koca evi ısıtmanın güçlüğünü bahane ederek büyükanneyi apartman dairesine taşınmaya ikna etti. Fakat büyükannenin rüyaları hep o eski evde geçmiş. Bir süre sonra gözleri görmediğine göre aslında hep orada yaşadığı söylenebilir. Annemin anlattığına göre gündüzleri az çok yolunu bulabiliyormuş ama gece susayıp uyandığında ister istemez ayaklarının onu mutfak diye götürdüğü yerde eski evin kapılarını ararken yüzünü dolaplara çarpıyor, duvarlara tosluyormuş. Son gördüğümde artık iyice yaşlandığını ama balkon demirine tırmanan şu asmayı adam edip öyle ölmek istediğini söyledi. Bu annemi öfkelendirdi tabii. Tansiyon ilacını verirken onu aç gözlü olmakla suçladı. Bazen annemle konuşurken söz, istemediğimiz bir yere gelip dayanıyor. O zaman susuyoruz ve sanki varlığı o anda dikkatimizi çekmiş gibi çekyatta uyuklayan büyükanneye bakıyoruz. İçimizden biri ihtiyarın ayaklarını ısıttığı sıcak su torbasının suyunu değiştirmek için mutfağa gidiyor. Anlatılan her neyse unutulup gidiyor. Her şeyi etraflıca konuşmanın kimseye faydası yok.
***
Hatırlıyorum.
Taraçadaki olaydan birkaç dakika önce. Kardeşimle bahçede oynuyoruz. Henüz zamanın getireceklerinden habersiziz. Birbirimizi seviyoruz. İnsan bir başkasını ne kadar sevebilirse o kadar seviyoruz işte. Annem bahçeye sofra kuruyor. Büyükanne çekirdeklerini çıkardığı vişneleri kavanozlara doldururken gözlüklerinin üstünden bizi izliyor. Birazdan büyükannenin vişnelerinden aşırmaya başlayacağım. Etli ve sulu görünüyorlar, tatları öyle güzel ki. Büyükanne sonunda dayanamayıp elime vuracak.
“Bu kadar arsız olma,” diyecek.
Tam da kardeşim çamur birikintilerini sopayla dürterek güvezleri havalandırırken. Büyükanne seslenince sopasını gönülsüzce yere bırakacak.
“Al,” diyecek büyükanne.
Vişne kasesini ona uzatacak.
“Bir tane daha al. Sen istemeyi bilmezsin. Alkışım benim akıllı kızıma.”
Sonra içimde bir nehir taşacak. Kardeşimden nefret ettiğimi söyleyeceğim. Dudakları titreyecek. Hıçkıra hıçkıra ağlarken annemi isteyeceğim. Onu kendim için. Sırf kendim için. Yalnız benim olmasını isteyeceğim. Ağlayarak yukarı çıkarken peşimden annemi de sürükleyeceğim. Annem taraça kapısının önünde beni yakalayacak. Soluğunu boynuma gömecek. Ama şimdilik her şey yolunda. Henüz bahçedeyiz. Annem tabakları masaya bırakırken büyükannenin kulağına fısıldıyor. Kavanozdaki vişneler kırmızı ve parlak. Onlar gülüyor, biz gülüyoruz, dünya kaygısından çok uzağız. Ve güneşin batmasına yakın son bir altın saat. Eşyayı, tahta oyuncaklarımızı, elma ağacının yapraklarını, bir kez ısırıp yere attığımız, ısırıldıkları yerden şimdiden çürümeye yüz tutmuş elmaları ve nihayet çocuk başlarımızı okşayan bal rengi bir aydınlık.
Derya Sönmez
İnsan ne yapsa çocukluğundan uzağa düşemiyor. Kaleminize hep aksın…
Teşekkür ederim.
“Cehennem, acı çektiğimiz yer değildir. Cehennem, acı çektiğimizi hiç kimsenin bilmediği yerdir.” Çocuk, acı çektiğini bile bilmeden acı çeker. Kaleminize sağlık 💜
Teşekkürler.
En sahici, en güzel, en kalbi hikayeler çocukken yaşananlardır. .
Nasıl da masalsı ve nasıl da gerçek. Merdivenlerde oturmuş gibiyim.
Teşekkürler Servet Abi.
Psikanaliz kuramında vicdan için, “Suçluluk duygusu olarak meydana gelen duygular vicdandan gelir ve üst benliğin benliği cezalandırmasını gösterir,” denmektedir. Toplum ve dünya olaylarına bakacak olursak, giderek kaybolmasından pek de endişe duymaz göründüğümüz vicdan duygusunun güzel bir Türkçeyle öyküde ele alınması ne kadar önemliyse o kadar da ince bir düşünce.
Çok haklısınız, yorumunuzu okuyunca mutlu oldum. Teşekkürler.
Buruk bir tat birakan cok guzel bir hikaye. Buyukler bazan bilmeden kiskancligi korukluyor.
Teşwkkür ederim.
“Bir insanın anavatanı,çocukluğudur” diyen Epictetus’ u anımsadım öykünüzle,kutlarım.
Teşekkürler.
Tertemiz bir metin, hiç bitmesin istedim ❤️
Teşekkürler.