Raşit Korkmaz

Her ayın sonunda Muhtar Kâmil Ağa, jandarmanın erzak almak için gönderdiği pikaba binip kazaya giderdi. Köyden gurbet ele gidenler, eş ya da akrabalarına paraları ve mektupları muhtarın adına yollarlardı. Muhtar, kazaya gideceği gün dükkânı küçük oğlu Murtaza’ya emanet eder hem resmi işlerini halleder hem de köylüye gelen postaları alırdı. Jandarmanın pikabı, delik deşik olmuş sarı şose yoldan bir yılan gibi kıvrılıp uzaklaşırken gurbetten haber bekleyen meraklı gözler, arkadan bir duman gibi yükselen sarı tozlar yok olana kadar oldukları yerden hiç hareket etmeden seyrederlerdi.

Muhtar gelinceye kadar Murtaza; yaprakları sararmış, yanları kıvrılmış kara ciltli veresiye defterindeki borçları bir kitap kurdunun sergüzeşti bol bir kitaba dalışı gibi sevecen bir edayla, sol işaret parmağını sayfaların üzerine koyarak okurdu. Hesapları alt alta koyup toplar ve tartının yanında duran sarı kese kâğıdının üzerine temize geçerdi.

Aynı meraklı gözler, akşam muhtar gelmeden önce ahır ve çöldeki-burada köylüler tarlaya çöl derlerdi- işlerini hızlıca bitirir; erken gelenler muhtarın dükkânındaki iki küçük sekiye, geç gelenler ise dükkânın karşısındaki Bekir Çavuş’un hayatını çevreleyen çepere bir kuş sürüsü gibi dizilip beklerdi.

Muhtar Kâmil Ağa, bir yandan tozdan kızaran gözlerini ovuşturur bir yandan da adet edindiği üzere eskiden kara olan şimdilerde güneşten bozarmış kasketin altındaki başını kaşıyarak aheste aheste gelirdi. Selam verip dükkâna girer, sekinin önünde L gibi uzanan tahta tezgâhın arkasına geçip bekleyenlere postalarını, paralarını ve mektuplarını dağıtırdı. Paralarını alanlar önce bakkala borcunu öder, mektuplarını okutacakları olanlar evlerine giderken okutacak kimsesi olmayan ümmiler köyün öğretmeninin yolunu tutardı.

***

31 Mart 1970’te Çaputluların sarı gelini Göyce, kocası Hasan’dan gelen mektubu ve parayı Muhtar Kâmil Ağa’dan aldığında yüreği özgürlüğe susamış kafesteki bir kuş gibi heyecan ve coşkuyla çırpınıyordu.

Aydan parlak ak yüzünde ayazdan kızarmış yanakları, al çiçekli yazmadan düşen sarı kâkülleri, beline kadar uzun, örgülü sarı saçları ile köyün en güzel gelini Göyce; sırtında bir kambur gibi bağlı kızı, yanında sümüklü oğluyla kocasından gelen mektubu okutmak için öğretmenin yanına vardı.

Kocasından aldığı son mektuptan bu yana bir ay geçmişti. Bu bir ay içinde dağ başlarındaki karlar erimiş, alpin çayırlarda beyaz kardelenler açmış, yamaçlardan doğan dereler coşup yeşil ovaya bir çamur gibi yapışmış kara köye ulaşmıştı. Altı taş, üstü toprak evlerin üstünde yeşil otlar şaha kalkmış, leylekler söğüt başlarındaki yuvalarına dönmüş, çift zamanı gelip çatmıştı.

Kocası Hasan, babadan kalma küçük bir çayır, yamaçtaki taşlık iki tarlanın dört boğaza, iki ineğe yetmeyeceğini anladığında altı yaşındaki oğlu Mehmet’i ve bir yaşındaki kızı Sona’yı karısı Göyce’ye, Göyce’yi de Allaha emanet edip köylünün kara delik dediği maden ocağında işçi olmak için Zonguldak’a gitmişti.

Göyce, Hasan’ın gurbet yerde büyük zorluklar çekeceğini biliyordu. Memişlerin Abdullah gibi o kara delikten hiç çıkamayacağını düşündüğünde kocasının kendilerini bırakıp gitmesine razı olmamıştı. “Sen olmadan iki çocukla tarlaya, ahıra nasıl bakarım? Hele bir de Allah korusun hiç dönemezsen iki yetimle ne yaparım?” deyip vazgeçirmeye çalışsa da Çaputlu’nun inatçı torununu vazgeçirtememişti.

İnatçı kocasının mektubunu öğretmene uzattı. Mahcup gözleri yerde: “Şunu okur musun?” dedi.

Öğretmen başını olur anlamında sallayıp mektubu aldı. Ceketinin cebindeki yuvarlak gözlükleri kemikli burnuna taktı. Bir bahar akşamı sayısız rayihalar içinde uykuya dalan küçük bir çocuk gibi mahzun bir tebessümle alı al moru mor dudaklarının arasından kelimeler döküldüğünde küçük kar taneleri yakalamak isteyen dudakları ahenk içinde inip kalktı. Küçük kız anasının sırtında uykuya dalarken erkek çocuk tatlı bir masal dinler gibi çıt çıkarmadan dinledi.

Hasan mektubunda: İşinin zor olduğunu; ancak alıştığını çocukları ve onu özlediğini hasat vakti yıllık izinle gelip hasadı kaldıracağını söylüyordu. Gönderdiği paranın bir kısmı ile Cambaz Rüstem’in kara sabanını kiralayıp taşlık tarlaları ekmesini tembihliyordu.

Göyce, gözlerindeki mutluluk pırıltılarıyla mektubu öğretmenden aldı. Siyah peştamalının cebine koydu. Yanındaki sümüklü oğlanın elinden tutup evine dönerken öğretmen, bu küçük köydeki en büyük eğlencesinin gurbetten gelen mektupları okumak olduğunu bir kez daha anladı.

***

Göyce, sabah güneş ile uyandı. Azıklarını hazırlayıp uykulu gözlerini kaşıyan oğlunun eline verdi. Kızını şalı ile sırtına bağladı. Bahar yağmurları bastırmadan ekin işini bitirmesi gerekiyordu. Sabanı kiralamak için Cambaz Mustafa’nın evine gittiler. Mustafa, aşkanada et kırıyordu. Göyce, gelinlik ettiğinden çiçekli yazmasıyla dudaklarını kapatıp isteğini sadece oğlunun duyabileceği şekilde söyledi. Oğlu, bir papağan edasıyla tekrarlayıp minik avucundaki saban parasını Cambaz Mustafa’ya uzattı. Mustafa, kana bulanmasın diye parayı iki parmağının ucuyla aldı, saymadan cepkeninin cebine koydu.

Ana-oğul dışarı çıkıp otluktaki iki öküzü kara sabana koşumladılar. Mehmet, ağızları köpüklü iki öküzün önünde yuları çekerek anası, sırtındaki çocukla arkadaki sabanı ite kaka taşlık tarlaya vardılar. Sabanı toprağa saldılar. Yakan güneşin altında inatçı öküzler dalgalı denizdeki kayıklar gibi yaylandılar. Öküzler dinlenirken Göyce, çapa ile iri kalan toprağı parçaladı. Mehmet, tarladaki taşları çeyillere topladı. Öküzlerin gölgesinde azıklarını yediler. Göyce, kızını emzirirken Mehmet, yarılan toprağa üşüşen kuşları kovaladı.

Öğlen kızdıran güneş, öğleden sonra kara bulutları topladı. Kara bulutların gözyaşları altında ıslanarak evlerine vardılar. Tezekle yanan sobanın ateşinde ısındılar.

Akşam Sona’nın ateşi çıktı. Ak teni kızardı, bozardı. Anası, teneke teştin içinde soğuk suyla yıkadı. Alnına, vücuduna soğuk bezler koyup gün doğana kadar başında sabahladı. İki gün boyunca kızın ateşi bir inip bir çıktı. Ağlamaktan sesi kısıldı, dudakları morardı. Göyce çaresizlik içinde, yaşlı gözlerle komşularını çağırdı. Sirkeli su ile ovdular, olmadı. Soğuk yoğurtla sıvazladılar, olmadı. En son öğretmeni çağırdılar. Öğretmen:” Kazaya, hastaneye gitmesi lazım!” deyince Kör Hamit’in at arabasını hazırladılar.

Kör Hamit önde sarma sigarasını tüttürüyordu. At arabası yaylana yaylana giderken kara köy, römorktaki Mehmet’in gözünde bir nokta gibi küçülüyordu. Göyce gelin, al şalın altında kızı Sona’yı emziriyor bir yandan da Allaha yalvarıyordu. Mehmet, anasının gözlerinden düşen yaşlara bakıp iç çekerken at arabası Hasan’ın cansız bedenini taşıyan askeri pikaba yol verdi. At arabası çukura düşüp çıktı. Beşik gibi sallandılar. Sona’nın minik elleri al şalın altından çıkmıştı. Mehmet, o küçük ellere dokunduğunda hissettiği ölüm soğukluğunu, kazadan dönünce göçük altında kalan babasının ellerinde de hissetti.

Raşit Korkmaz

Aşkana: Köylerde içinde ocak ya da tandır bulunan büyükçe mutfak.

Teşt: Alüminyum leğen.

Çeyil: Tarladaki taşların toplandığı küçük tepecikler.

Çeper: çit, duvar.