Hangi kitapların kalıcı olacağına hangilerinin yok olup gideceğine karar verenin sadece okur olduğuna dair süregelen yaygın bir inanış var. Yazarlar, editörler ve yayınevleri için konforlu olduğunu düşündüğüm bu algıyı, kıstası ya da artık neyin başarı ölçütü sayılıyorsa, “çok satarlık”ı konuşalım.
Kalıcılık; kitabın yazım sürecinde yazarı, yazmaya güdüleyen ihtiyaçlardan sayılabilir mi? Sayılmaz, diyorsak geçmiş olsun. Sadece yazıldığı zamanda okunup tükenecek bir metnin zaman ve kağıt israfı olması dışında herhangi bir özelliği olmayacaktır. Böylesi bir çalışma beş on yıl sonrası anılmaya değmez, edebiyat tarihi de sayfalarında yer edinmeye uğraşmayanlara pek yüz vermez.
Maslow’un kendini gerçekleştirme piramidinde ilk basamağın önemi ne ise yazarın “metnini gerçekleştirme” piramidinde de ilk basamak kalıcılık ihtiyacı üzerine kurulmalı. Kalıcı olma güdüsüyle yazan yazarın kurguya ve dile göstereceği sabır artar, metne gösterdiği sabrın gücü ölçüsünde de eserini uzun zamanlara yayarak kusursuz şekilde inşa eder. Kusursuz inşa ediş, beraberinde yazarına dingin bir özgüven getirecektir. Yazar da bu sabrı ve emeği karşılığında, metninin yarına kalırlığına karar verenin ne okur sayısı ne pazarda sık görünürlük ya da çok satarlık olmadığını bilme özgürlüğüyle yoluna devam edecektir. Pek tabii bu özgürlük de yazara kendinden en yakın yerden gelecektir. Çünkü hiçbir metin, yaratıcısının edebiyat kimliğinin niteliğinden bağımsız dünyaya gelemez. Bahsettiğimiz bu kimlik salt akademik bir edebiyat eğitimi almak değil, yazanın at koşturduğu meydanlardan haberdar olma bilgisidir. Örnekse; yazarımız, edebi dünyada kutsal sayılabilecek metinlerden, yüzlerce yıllık kitaplardaki karakterlerden, anonim hikâyelerden, zamana meydan okumuş destanlardan haberdar mıdır? Yazarı artık dünya vatandaşı olmuş kült romanlardan, el değmemiş betimlemelerden, mitlerden, yazının tarihinden haberdar mıdır? Dile pek de kolay dökülememiş iç dünyaların detaylarını görebilecek kadar uyanık mıdır, yoksa sözcüklerden yastıklar yapıp sadece uyumakta mıdır? Eserini göstergebilim, tarih, coğrafya ve felsefeden yararlanarak kurgu dünyasından tüm bunları damıtarak mı yazdı? Dilbilim, psikoloji pek çok sanat dalı ve pek çok alanda daha önce sıradan bir okurun hiç rastlamadığı detaylarla okuruna etkin bir okuma alanı sundu mu? Parmaklarından düşen harfler zihnimize düşlerin üşüşmesini sağladı mı? Yaratıcısı olduğu karakterlerin birinden diğerine geçerken yazdıkları, bize kendi zamanımızı unutturdu mu? Peki okur, telaşlı yazarımızın kitabını okuma deneyimi sırasında İhsan Oktay Anar, Oya Baydar, Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin, Ferit Edgü Ahmet Cemal, Marcel Proust ve nicesinin çıkardığı benzersiz bir yolculuğa çıkabildi mi?
Zaman, sanatların yaratıcısı ise ve yazar zamanı alt etmek istiyorsa bunu tek başına yapmalıdır. Yayınevi duvarlarına yaslanarak sıradan metinlerle yılı kurtarmaktan, ünlü yazarların arka kapaktaki son sözüyle okur avlamaktan, ulusa sesleniş tavrındaki “Beni siz yarattınız” minnetiyle söyleşiler yapmaktan, ödül dağıtıcılara dalkavukluk etmekten uzak durmalıdır. Zamanı aşmak becerisi bunlardan azade, metnin sağlam örülmesi, zenginliği; yazarın okurun zihnine hakimiyetiyle gerçekleşir.

Yazar, eseri için “O, artık size emanet” türünden söylevleriyle topu okura atarak zamanın elinden kurtulamaz. Ey okurum! seslenişleri bitmezken Umberto Eco, bu nidayı duymaktan artık sıkılmış olacak ki, “Peki, tamam hangi okur bu?” diye sorar. Eco’nun bunu sormaya elbette ki hakkı var çünkü hem yazma heveslisine hem de tüketimin baş öznesi olan okura dair detaylı analizler yapar. Okur ve yazar ilişkisine dair derin saptamalarda bulunur. Daha da önemlisi edebiyat mahallesinde yerimizi yurdumuzu bulabilmemiz için sayfalar dolusu tanımlamalar yapar. Haberdar olmakta fayda var.
Yalnızca okur sayısını hedefleyen bir yazma süreci, çok satarlığı belki getirebilir. Sadece yazarının egosuna ve “edebiyatın ekonomi grafiklerine” yarar sağladığı bu tek “başarı” kriteri gerçekten de “başarı” mı? Aksine “çok satarlık” yaşamı tüketme hızımızın bu kadar arttığı ve algoritmaların insafına kalmaya boyun eğen edebi üreticinin başarısı olmanın aksine onu sindirilebilir kolay bir lokma gibi göstermiyor mu? Böyle bir yazarın kitabının içeriği, sokak tatları gibi çabuk tüketilmeye meyilli olan, “zaman sağlığı” için uzak durulması gereken şekerli gıdalara benzemez mi?
Okur dediğimiz, metni okuduktan sonra sevip sevmeme kararını yine kendi kültürel birikimi ve akademik yeterliliği nispetinde karar veren keyifçi bir görevlidir. Yazar, zamanın hışmına direnme işini okura değil kendine yüklemeli, metnini okurun insafına bırakmamalıdır. Elbette buradan okuru önemsememek, Erdal Öz’ün okuru kollayan güzel deyimiyle “okuru hiçlemek” de anlaşılmamalı. Aksine, okurun niceliğini düşünmeden ve “çok satarlık” fetişinin kuyusuna düşmeden yazmaya çalışmak, okura edebiyatta bir eşik atlatma çabası takdir edilesi bir emektir. Gelecek nesilleri edebi enkazlardan korumaya çabalamak, belli bir edebi zahmet eşiğinden ileriye taşımayı öncelemektir.
Başak Ağma Küçük