Aysun Kara’nın geçtiğimiz aylarda İthaki Yayınları tarafından yayımlanan romanı Dünyanın Orta Yeri, hayal-gerçek karşıtlığının masalsı bir anlatıyla yapboz parçaları gibi birleşimi ekseninde, bir efsanenin hayat bulmasından yola çıkarak düş kavramının farklı boyutlarını oldukça geniş bir kurgu üzerinden irdelemekte.

Roman, 1730 yılının Nisan ayında, Mandıracı Stefanos’un cenazesiyle başlar. Anlatıcı henüz ilk sayfada okumakta olduğumuz romanın bir dizi efsanevi olayın etrafında gelişeceğine dair ipuçları verir. Stefanos’un üç kez ölmesi buna örnek olarak verilebilir. Zira adı romanın ileriki bölümlerinde anılmasa da kurmacanın ilk düğümü onun ölümüyle atılmıştır: Stefanos üçüncü kez ölüm döşeğinde yatarken bir sabah küçük oğlu Stelyo’yu inekleri sağmasını tembih etmek için yanına çağırır. Akşamdan kalma Stelyo’nun köyün başına açtığı belanın tohumu burada atılacaktır zira genç adam yataktan kalkamaz. Annesi de onun yerine romanın ana mekânı olan Kidonya’nın hikâye anlatıcısı Maria Ana’nın oğlundan, Ahmedaki’den yardım ister. Stefanos’un Ahmedaki’ye öğüdü, aynı zamanda son sözleri olacaktır: “Tril,” dedi. “Tril gebe, onun sütünü sağmayasın sakın.” (s.17)

Ne var ki onun bu sözleri, işini bitirip uykusuna kaldığı yerden devam etmek isteyen Ahmedaki’nin bir kulağından girip diğerinden çıkar. O dalgınlıkla gebe keçinin sütünü sağıp Stefanos’un büyük oğlu Yorgo’ya götürür. Geri döndüğünde yaşlı adamın kapısının önündeki kalabalığı görünce tembihini hatırlayıp tedirgin olsa da meseleyi kimseye anlatmamaya karar verir. Nitekim tedirginliğinin kaynağı çok eski bir efsanedir:

“Herhangi bir nedenle gebe keçinin sütünü içecek, bu sütten yapılan yoğurdu yiyecek ademoğlunun başına hayırlı bir iş gelmeyeceğini bu topraklarda doğup büyüyen herkes bilirdi. Rüzgâr estiren gökkuşağı astıran Zeus, gebe keçinin sütünü tadan ademoğlunu ömrü boyunca kafasını karıştıracak gündüz düşleriyle cezalandırırdı. Düş görenlerin günlük yaşantısını değişiklik olmadan sürdürdüğü sanılsa da bu kişiler, Zeus’un akıllarına soktuğu çılgınca fikirleri gerçekleştirmek için ömürlerini tüketirlerdi.” (s.20)

Okurun karşısına ilk kez burada çıkan “düş” meselesi romanın eksenini oluşturacaktır.

Efsaneler, rastlantılar, sezdirmeler ve kehanetlerle birlikte, bir masalın bütün klasik ögelerini barındıran romanda, başlarda birbirinden kopuk gibi duran hikâyeler art arda aktarılır. Nitekim sonraki bölümlerde okur kendini birden Topkapı Sarayı’nda, III. Murat’ın huzurunda bulur. Kötü bir şeylerin olacağı baştan beri sezdirilse de huzursuzluk bu bölümde pekişir. Sonraları karşımıza çokça çıkacak uğursuzluk işaretleri de ilk kez burada görülür. Zira “uğursuz baş ağrısı” mühim bir kararın arifesindeki Padişah’ı günlerdir perişan etmektedir. Daha sonra “uğursuz” sıfatıyla anlatılacaklar da, Kör Baykuş da bu musibeti takip edecektir.

Bütün bu işaretlerle birlikte anlatıcının olacakları sezdirmesi merak unsurunu her daim diri tutar. Üstelik bunu yaparken kimi zaman göğün, denizin, börtü böceğin Kidonya’ya göz kulak olduğu izlenimini uyandırır veya anın önemini vurgulamak istercesine zamanı yavaşlatarak o anın tasvirine odaklanır. Yani okur, anlatıcının ilahi müdahalesini bu ayrıntılarla birlikte sezmektedir:

“Adamın sinek vızıltısını andıran lakırdısını sağ elini yukarıdan aşağı sertçe indirerek kesti. Bu hareketiyle sarayın pencerelerinden geçip giden bulutlar, Marmara’nın dalgaları dondu kaldı. Padişah’ın hususi dairesinde zaman durdu. Sultan derin bir nefes alıp konuşmaya başlayınca kubbeli pencerelerin çevrelediği bir yağlıboya tabloyu andıran görüntü değişti, telaşlı bir martı sürüsü pencerenin önünden geçti.” (s.26)

Gebe keçinin sütüyle yapılan yoğurt, o yoğurtla mayalanan diğer yoğurtlar Kidonya’da yenmeye devam ederken, günün birinde deniz kıyısına iki kazazede vurur. Romanın kilit karakterlerinden Papaz Yanni İkonomo bu iki yaralı adamı himayesine alır ve o andan itibaren taraflar arasına bir sır perdesi örülür. Kazazedeler için köy hakkında bilinmeyen çok şey vardır, köydekiler de bu yabancıların nereden geldiklerini ve gerçekte kim olduklarını bilmemektedirler.

Düşe dair ilk ipucunu, papazın evinde yaralı adamlarla sohbet eden Ali verir. Kırk yılı aşkın süredir köyde düş görenler olduğundan bahseder. Yabancılar bu tuhaf bilgiye şaşırsalar da anlatılanlara anlam veremezler ancak Ali, düş gören bu insanların “gördükleri düşe köle olduklarından” da söz eder. Kehanetin gerçekleştiği burada açığa çıkar. Daha sonra bir “salgın” olarak tanımlanacak düş görme hastalığı bütün köyün dilindedir. Bu salgının kurbanlarının hikâyeleri anlatılıp durur fakat farkında olmasalar dahi köydeki herkes düşten nasibini almıştır. Papaz İkonomo dahil.

Düş, papaz için yabancı bir kavram değildir zaten. Hem çocukluğundan hem de vaftiz annesi Maria Ana’nın kehanetinden itibaren kafasında dönüp durmaktadır. Zira Maria Ana ölmeden hemen önce İkonomo’nun Aynaroz’daki Ortodoks din adamları yetiştiren bir okula gönderilmesini vasiyet etmiş, ona ileride büyük bir adam olacağını, kader tanrıçaları tarafından kutsandığını ve kendisine gönderilecek olan düşü muhakkak gerçekleştirmesini söylemiştir. Böylece ömrü boyunca seçildiğine ve kendisini bekleyen büyük bir görevin olduğuna inanmaktadır. Zaten bu yüzden, düş gördüğünün farkında olan da yalnızca kendisidir. Düşünü ehlileştirmekteki başarısı belki de ömrü boyunca onu beklemiş olduğu içindir.

Düş görenlerin ortak özelliği, sol gözlerinin sebepsizce seğirmeye başlamasıdır. Ne zaman sol gözü seğirse yalnız kalacağı bir odaya, bir tepeye saklanır İkonomo. Orada Kidonya’nın büyük, gelişmiş bir şehir olduğunu düşler. Dünyaya açılacak bir limana, manastıra, görkemli kiliselere ve hatta dünyanın en büyük çanına sahip bir şehir hayal eder. Öte yandan papaz dahi çoğu zaman kendi uydurduğu hikâyelerin bile gerçekliğinden şüphe duymaz. Zaten düşle ilintili olarak hayal-gerçek çatışması da romanın meselelerinden biridir. Zaman zaman ortada hangisinin doğru olduğu bilinmeyen iki farklı hikâye bile olmaktadır. Vurgulamak gerekir ki anlatıcıya göre bunların hiçbirinin zaten önemi yoktur. Asıl önemli olan hikâye değil, hikâyeyi anlatan ve hikâyenin nasıl anlatıldığıdır: “Gerçek dediğimizin de öyle sanıldığı gibi değişmez bir yüzü yoktur. Anlatanın maharetine, anlatılanın kudretine göre değişkendir çehresi.” (s.14)

Bütün bu uydurmacalara, düşlere rağmen yaşam her zamanki gibi ilerler görünmektedir. Denizden gelen iki yabancı uzun süre gizemini korur. Hasan Ağa kumaş tüccarı olduğunu söylese de İkonomo buna inanmaz; ileriki sayfalarda okur, Hasan Ağa’nın aslında Hasan Paşa olduğunu öğrenecektir. Hasan Paşa’yı ve evlatlığı Selman’ı Kidonya’ya getiren olaylar zinciri, Padişah’ın uğursuz baş ağrısının sebebiyet verdiği savaş kararıyla başlamıştır aslında. Rus ordusuna karşı savaşan donanma, Hasan Paşa’nın karşı çıkmasına rağmen Kaptan-ı Derya Hüsamettin Paşa’nın emriyle Çeşme’ye çekilir. Nitekim donanma, Hasan Paşa’nın öngördüğü gibi yanar.

Hasan Paşa, başlarına gelenleri İkonomo’ya anlatınca papaz da içini açar ona. Birbirlerine güvenebileceklerini anlayan adamlar, dertlerinin devasını da birbirlerinde bulurlar. Hasan Paşa İstanbul’a dönebilmek için ondan yardım ister. Türlü yollarla isteğini yerine getiren papaza ise dara düştüğü zaman kendisine gelebileceğini söyler. O andan sonra kendisini İstanbul’da, Kidonya için dilediği her şeyi hayata geçirme yolunda hayal eden İkonomo, düşünün gerçekleşmekte olduğunu anlar. Hasan Paşa ise İstanbul’a dönüş yolunda, durgun denizi seyrederken kendini Kaptan-ı Derya olarak düşler. Bu esnada sol gözünün seğirmeye başladığını fark eder, durumu garipseyerek Papaz İkonomo’nun da kimi zaman sol gözünün seğirdiğini o an anımsar.

Aysun Kara (Fotoğraf: Rukiye Yıldız)

“Düş”ün, Hasan Paşa’da kendini Kaptan-ı Derya olma hayaliyle göstermesi okuru şaşırtan bir son olmaz, zaten anlatıcının amacı da okuru şaşırtmak değildir. Hikâyelerin bir şekilde birbirine bağlanacağını bilen, buna karşın bunun nasıl sağlanacağını merakla bekleyen okuru çeken diğer unsurlar, olay örgüsünün doğrusal bir yol izlemeyişi, karakter çeşitliliği ve niteliğidir.

Dünyanın Orta Yeri, masalın bütün klasik ögelerini barındırsa da olay örgüsü bakımından bu klasik şablona uymaz. Örneğin, Papaz İkonomo’nun hikâyesi öne çıkarılıyor gibi dursa da romanın kahramanı o değildir; doğrusu, ortada belli bir kahraman yoktur. Bununla beraber kahramanların başına gelen musibete bir kehanetin, lanetin neden olduğu varsayılarak okunanın bir masal olduğu izlenimi yaratılsa da anlatıcı zaman zaman bilinçli olarak bu fantastik perdeyi ortadan kaldırır. Padişah’ın uğursuz baş ağrısını okura bir felaket alameti olarak hissettirmeye çalışırken bir yandan da bu baş ağrısının lodostan kaynaklandığını fısıldaması buna örnektir. Yahut güneş tutulmasından sonra kör olan insanların bu felaketi göğün belirsizliğine yormalarına karşın, anlatıcının, bunun tutulmayı saatlerce izlemekten kaynaklandığını okurun bildiğini varsayması gibi. Aynı zamanda romanın başında birbirleriyle bağlantısız gibi duran öykülerin paralel ilerlemesi ve hepsinin nihayetinde titizlikle aynı sonun bir parçası haline getirilmesi de dikkat çekici bir başka unsurdur.

Okurun gözünde düş ve gerçek arasında bir yerde konumlandırılan karakterler de anlatının temel hissiyatını pekiştirmektedir. Okur, kahramanların zaaflarına ve korkularına yenik düşmelerine, dalgınlıklarına, iyi niyetlerine, anlık dışa vurumlarına, sığ endişelerine ve derin düşüncelerine aynı anda tanıklık ederken bu algı düzeyindedir. Romandaki bütün unsurlar gizemli, efsanevi, fantastik bir şeylerin parçası olsa bile kişiler son derece sahicidir.

Son olarak, “düş” romanın en büyük meselesi olarak ele alınsa da aslında farklı kahramanlarda farklı biçimlerde kendini gösterdiği söylenebilir. Başka bir deyişle edilgen değil, etkendir; kılan, eyleyen asıl faildir. Örneğin köyün diline düşmüş düş mağdurları, düşlerinin farkında bile değillerdir. Gözleri başka hiçbir şeyi görmüyormuş gibi düşlerini gerçekleştirmek için kendilerini yollara vuranlar veya bu uğurda ellerindekinden olanlar bunlardır. Bu insanlar için düş, arzudan ziyade körlükle ilişkilendirilebilir haldedir artık. İşlemedikleri bir suçun cezasını çekiyor gibi oldukları için günah kavramı da akla gelir. Düşün kendini gösterdiği başka bir biçim ise, düş olduğu anlaşılmayan bir arzunun gerçekleşmesi şeklindedir. Berber Lefterides’in köye bir kuyu açtırmak için İkonomo’nun başının etini yemesi örneğinde olduğu gibi, bazılarında sahibini kör edecek denli kendini göstermez, zaten bu yüzden köydeki insanlar düş gördüklerinin farkında değildir.

Arzunun gerçekleşmesinin bir diğer biçimi, arzunun düşe dönüşmesidir. Hasan Paşa’ya olan tam da budur, rüyasında Kaptan-ı Derya’nın odasında, parmaklarının bir böceğin bacaklarına dönüştüğünü gören Hasan Paşa’nın arzusu, düş ona henüz uğramadan okura sezdirilmiştir. Arzusu düşleşir, düşü de arzulaşır.

Düşün kendini gösterdiği son biçim ise Papaz İkonomo’da olduğu gibi, bilinçli ve ehlileştirilmiş olarak okurun karşısına çıkar. İkonomo’nun kendisine gelecek olan düşü bekleyerek büyümesi ve bilgili, açık fikirli bir insan olarak yetişmesi, onda arzuyla düşün birleşmesine sebep olmaktadır. Öte yandan papazın düşü, bencilce olmayan bir amaca hizmet etmesiyle diğerlerininkinden ayrılır. İkonomo, yaşadığı yeri geliştirmek ve oradaki insanları yüceltmek ister, bunu kendine görev edinir ve kaderinin bu olduğuna yürekten inandığından, bir bakıma bilinçli olarak düşe feda eder kendini.

Ezgi Nur Şahin