Yasemin Onat’ın “Nihayetinde Dönülen Yerler” kitabı Epona yayınları tarafından yayımlandı. Geçtiğimiz günlerde ikinci baskıyı yapan kitabı sosyal medyada ilk gördüğümde dikkatimi çeken şey adı olmuştu, merak ettim ve okudum.

Kitapta aklıma en çok takılan soru, çocukluğumuzdan ne kadar uzağa düşebileceğimiz. Onat’ın öyküleri insanın yaşamı sorguladığı dönüm noktalarına dokunuyor, bizi çocukluğumuza doğru bir yolculuğa çıkarıyor, nihayetinde geçmişe, mekana, geride kalan bölük pörçük anılara, farklı algılarla dönüyoruz.

Yalnızlık, hastalık, depresyon, ölüm ve çevrenin üzerimizde bazen sağaltıcı, bazen öldürücü etkilerini satır aralarında veren Yasemin Onat’la ilk kitabı üzerine söyleştik.

Kadir Işık

Yazıyla ilişkinizi merak ediyorum, ayrıca, niçin öykü?

İnsanların kendilerinden izler bırakma çabası bana her zaman yaratıcı, bir o kadar da acı verici gelmiştir. Mikis Theodorakis ve Zülfü Livaneli imzasını taşıyan şarkının harika sözlerinde, “Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını. Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını. Ey özgürlük!” Bu müthiş bir iz bırakma halidir. Zira burada özgürlük öyle derin manalı bir olgudur ki her yere imza gibi, rumuz gibi hatta belki bir formül ya da bir sihir gibi harf harf, adım adım ve idealize edilmiş biçimde yazılmalıdır. Mağara duvarlarına bırakılan renk ve desenler insanlığın geleceğe attığı büyük imzadan başka ne olabilir. Sevdiğimizin adının baş harfini okulun tahta sırasına kazıdığımız gün dünyaya meydan okuduğumuz gündür. Ben yazarak dünyaya değil belki kendi dünyama meydan okuyorum. Onunla yenişeceğim meydana yazarak ısınıyorum. Kendimden bir iz bırakma arzusu. Öykü ise bana sunduğu farklı atmosfer ile hem cesaret veriyor hem de alan açıyor. Böylece edebiyatı istediğim gibi kullanabilme güdüsü aşılıyor. Bir oturuş kalkış süresince okunabilecek o dar sahada bana uzun mesafe paslaşma şansı tanıyor. İşte ben öyküyü bana tanıdığı kısa ama derin imkân yüzünden seviyorum. Fakat şunu da eklenmeliyim ki ben literatürde örneği olan her türlü yazınsal metinden okur olarak hoşlanıyorum. Yazarlık tarafından baktığımda ise öyküyü güçlü bir tür olarak buluyorum.

Devrik cümleler ve şiirsel üslubunuz, olayları imgeler üzerinden vermeniz, bazen de metaforik anlatımınız dikkat çekici. Burada sizin için belirleyici olan neydi, özellikle bir seçim mi, yoksa duygusal yanınız mı sizde bu bir dilin oluşmasına neden?

Gündelik dilimde özneyi, yüklemi, zamiri ve bağlacı yerli yerinde kullanırım. Yazmak için bilgisayarın karşısına geçince ters yüz oluyorum. Ben bu hallerimi gözümle görüp elimle tutuyorum. Öyle ise bu durum yalnız bir duygudan ibaret olmayıp etken bir eylemsellik de içeriyor diyebilirim. Sizin sorunuzda yönelttiğiniz gibi duygusal bir yanım olduğunu yazarken fark ettim. Yani kast ettiğim hislerin bir harekete ve etkinliğe bürünmüş haliydi bu. Bu yanıma üzülerek baktım önce. Burada, tutamadığım yaslarımın, yarım ve yüzüstü bıraktığım sevinçlerimin ve üstüne üstlük kendime verdiğim sözlerimin ağırlığı altında ezildim. Her sözcük yoluma bir ışık tuttu ve her cümle yol boyu bana kılavuzluk yaptı. Yazarken kendimle karşılaştım. Sonra şunu fark ettim, gerçek benle yazan ben aynı kişi değiliz. Düşüncelerimizin ifadesi dahi farklı. Bu ne büyük bir keşif! Okuyana sıradan gelmesini istemem, onların da bunu hissetmesini isterim. İnsanoğlunun harcı kibirdendir. Ben oldum sanırken olmamışlığı bilmemesindendir. Bir çocuğa bakkaliyeden bir şey almak istersiniz ona canının istediğini göster dersiniz ve duraksar ya, işte ben de o çocuk gibi istediğimi söylemeden metaforlar yardımı ile göstermeye çalıştım. Anlatmadan göstermeye. Böyle bir dil kurdum öykülerimi inşa ederken. Bana çok samimi ve mesafesiz geldiler. Bakkaliyede raflara göz gezdiren o çocuk gibi.

Kitabı okurken ölüm en çok aklıma kazınan bir olguydu, sanki çoğu şey ölüm etrafında dönüyor. Sizce nedir ölüm?

Üniversite yıllarımda üzerine düşünmekten çekinip bir o kadar korktuğum duyguydu ölüm. Üstelik başkalarının değil de kendi ölümümün hayalini kurar kendi kazdığım kuyunun etrafında döner dururdum. Bir yerde sohbet ederken “dilimi zorlukların bana miras bıraktığı sözcüklerden, isyan ya da ilenmelerden değil de her defasında yeniden başlamalardan kurarım” demiştim. Ölüm bu haliyle artık benim dilimde yeni bir başlangıç noktası. Fiziksel olarak artık olmamak ve yerine konulacak hiçbir şey de bulamamak delirtici bir yokluk! Biz buna doğduğumuz an vâkıfız öyleyse nasıl delirmiyoruz? İnsan kendi gücüne şaşıyor. Ölüm öykülerimden aklınıza kazınan bir olgu, oysa benim öykülerim bu korkuya ve yokluğa dair nihayetinde yaşamayı seçenlerin anlatılarıdır. Hayatı en iyi nasıl anlatabilirdim ki?

Yazarların genelinde bir aidiyet sorunu mu var ya da bir yazarın sorun yaptığı şeyler mi aidiyeti sorgulatıyor, bilemiyorum, sizce sorunun temelinde ne yatıyor, derdimiz ne?

Aidiyet insanın bir yerde var olma çabasıdır. Kimlik yahut güvenlik gibi kültürel bir gereksinimdir. Böyle düşününce kendimi bu baz ihtiyaçtan nasıl yoksun bırakabilirim? Benim bir aitlik bağım vardır ve hatta oldukça güçlüdür. Bu bağ bende sahiplenmek, ait görmek biçiminden çok ait hissettirilmek olarak zuhur ediyor. Kendimi ait hissettiğim kimi yerlere ve insanlara bir nesne gibi değil sahiplenilme sınırları içinde sıcaklık ve ihtiyaç duyarım. Öykülerimi yazarken tanışma fırsatı bulduğum tüm karakterlerime bu aidiyet duygusunu aşıladım. Çünkü onlar ne yaşarlarsa yaşasınlar ait olduklarını hissettikleri mekânlara, kişilere, mevsimlere, kimliklere, inançlara ve topraklara geri döndüler. Ben kendime “ilgi eki” eklenmemiş karakterler yarattım ve onlardan esirgenen bu aidiyet bağını bir nevi iadeyi itibar gibi yeniden onlara kattım. Bu bakımdan anlatılarımı bir yaraya, sahipsizlik yarasına merhem olsun diye kurguladım.

Kendinizi nereye ya da öykülerinizin karakterleriyle kime yakın görüyorsunuz?

Kendimi yok sayılanlara katıyorum. Kimi vakit bir isyankâra kim vakit bir dervişe yakın buluyorum. Bir suçludan yana olup masumiyeti, bir mazlumdan yana olup tiranı sorguluyorum. Bazen yaratıcıyı sorguluyor ve çekinmeden onu yokluğuyla itham ediyorum. Olsaydı? Böyle mi olalım isterdi? Kendini yalnız kendine yakın, denk, üst ve ast gören bencillik evreninde en az bir başka kişi gibi düşünebilmeyi, yaşamımın bir amacı varsa buna yetebilmeyi diliyorum. Yazarak, kurmaca karakterlerin elinden tutarak yazarlarına yol göstermelerini hayal ediyorum. Onlar beni kendilerini yakın görse yetmez mi?

İyi bir kitapta olması gerekenler üzerine düşündüğünüzde aklınızda hangi kriterler sıralanıyor?

Bu büyük bir söz etmek olur. Benim nazarımda iyi bir kitap çok iyi anlatılmış olanı değil çok iyi anlaşılmış olanı ifade ediyor. Mesaj bir kaynaktan gürül gürül akan bir çavlan gibi gitse ne fayda alıcıda hikmeti ve suali yoksa. Söz ve biçim konusunda yenilikler getirmeyi ben yazan-yaratıcıya yakıştırıyorum. Gündelik dilimde kullandığım sözcüklerin aynını ve fazlasını misliyle yazılı bir eserde bir daha okumak için neden zaman ayırayım? Başka sözler işitmek ve anlamını merak etmek istiyorum. Edebi dil denilen şey nedir? İlla bir başka dilden devşirilen sözcükler değil kast ettiğim ama bir tat ararım edebi dil kavramının gerisinde. Bütün hikayeyi okurun üzerine boca eden anlatımdan uzak dururum. Yeni biçimler denemekten çekinen yazarları okumam çünkü biçim ve esas bir kararda güzeldir.

Yasemin Onat

Devrik Bir Mısranın Kıtası adlı öyküde anlatıcı, “Benim kitabımda sevmenin karşılığı, anın telaşına heba edilmeyen duygular, zamandan yalnız sevdiğinle kaçmaya meyledilen arzular olarak tarif edilir.” diyor, senin kitabında sevmenin karşılığı nedir?

Cengiz Aytmatov bu soruyu Selvi Boylum Al Yazmalım isimli kült eserinde Asel’e ve okuruna sorgulatıyor. Sevgi neydi? Ben bu cevabı müthiş ciddiye alıyorum. Çünkü dünyamı ve onu oluşturan değerler zincirimi bu kavram üzerine kuruyorum. Bunu yaratılmanın vazgeçilmez bir parçası olarak algılıyorum. Tüm kainatın bu minvalde döndüğünü, iyilik ile kötülüğün bitmeyen savaşının sevgi ile harlandığını düşünüyorum. Yalnız bir sevgiliye duyulan üzerinden tek bakış açısı ile bakılamayacak, alelade anlaşılmayacak kadar derin, uçsuz bucaksız. Biz ise cimri yahut arsız. Benim kitabımda sevmenin karşılığı Yunus Emre’nin kendisine yönelttiği bir sorudur.

“Yunus sen bu dünyaya niye geldin?
Gece gündüz Hakk’ı (sevgiyi) zikretsin dilin…”

Kendi kitabınızı dışarıdan bir gözle değerlendirseniz neler söylersiniz? Nihayetinde Dönülen Yerleri niçin okumalıyız?

Annem kitap dosyamı ilk okuduğunda ki kendisinin okurluğu öğretmenliği ile boy ölçüşür, bana “Ben çok etkilendim fakat bu kitabı herkes okuyamaz, hoşlanmaz!” demişti. Ben de ona “Varsın benim kitabımı da herkes okumasın” diye cevap vermiştim. Annemin bu sözünün arkasında şeklen tercih ettiğim anlatım biçimim, nazım nesir türünde yazma eğilimim, divan edebiyatında aruz, halk edebiyatında uyak ritimlerine eşlik eden şiirsel dil ve katmanlı zaman kullanımım ile kimi başı ve sonları gitmek ve dönmek koşutunda paralel akışla kaleme almam, geriye dönüş tekniğinden yararlanarak kimi öykülerimi sondan başlatmaktan çekinmemem ve dil kullanımında özgün olma çabam yatmaktaydı. Her şeyi birer obur gibi yemeden yuttuğumuz, tam tetimatıyla pek çok şeyin farkına varmadığımız bir açlık ve körlük çağında her şey sadece tüketilmeye yüz tutmuşken ben hemen tüketilmemesini istediğim satırlar yazdım. Belki yalnız bu yüzden okunmalı Nihayetinde Dönülen Yerler.

Tekrar tekrar okumaktan zevk aldığınız kitaplarınız hangileri, yazarlarınız kimler, onlarla aranızda nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Samed Behrengi her defasında bana yazarın büyüklüğünü gösteriyor. Onu ilk kez tanıma imkanı bulduğum kitabı “Ulduz ve Konuşan Bebek” bana yalnızlığın büyük bir anlatısı olarak dert salıyor. Elbette Onat Kutlar’ın “İshak”ı, Yusuf Atılgan’ın “Evdeki”si zihnimi ve kalbimi aynı anda harekete geçiren ender kitaplardan. Hemen yakınımda sırrına erilmez bir ovayı o sırra erilmez bir zeka ve duygu tufanı ile anlatan, bana en sevdiğim dağları Torosları tekrar sevdiren Yaşar Kemal. Ve elbette kimileri ile aynı çağda yoldaşlık etmekten övünç duyduğum çağdaşım yazarlar. Şu aralar sevdiğim iki edebiyat, tümü ile Uzak Doğu ve Kuzey ülkeleri edebiyatı.