Cabir Özyıldız

Ay geceye sırtını dönmüş. Uğursuz bir sessizlik ve kemiklere işleyen rutubetli bir soğuk dolanıyor sokakta. Ev içleri sümüklü bebeler, içlikleri her dem nemli yatalak kocakarılar, bıkkın anneler, sanayiden, tekstilden dönmüş, yorgunlukları kendilerinden büyük çocuklar, politikacılara küfreden babalarla dolu. Hepsi televizyon karşısında. Kumandalar babaların elinde. Kumaş kırpıntılarıyla tutuşturulmuş, en adi kömürle yakılan sobaların üzerinde demlenmeye bırakılmış çaydanlıklar, çaya eşlik eden bol tuzlu günebakan, üç beş kurtlu kestane. Sokak tenha. Yamulmuş çöp varilinde kediler eşeleniyor. Ender de olsa balık kılçığı, cılız bir tavuk budundan artakalanlar, yağlı salçalı makarna artıkları çıkıyor kısmetlerine. Kediler bunlar için birbirleriyle amansızca çarpışıyor. Tekirler, Sarmanlar, gece kadar siyah olanlar birbirine karışıyor. Tıslamalar, sipsivri pençeler, tüyler, çizikler… Dövüş bittiğinde kedilerden geriye kızıl noktacıklar kalıyor. Kâğıt toplayıcıları uğramıyor sokağa. Sokağın caddeye bakan köşesinde kısa boylu, çiçek bozuğu yüzünde façalarıyla gençten bir oğlan duruyor. Yanına yöresine tetik, hangi otomobil nasıl yaklaşır, kim ne ister hep aklında. Kısacık hayat takvimini falçatayla çentik çentik koluna işlemiş. Elinde düşler, geçici mutluluklar, unutma bahçeleri dolu olan bir torba var. Evler nefes almamacasına yanyana, birbirine karışması gereken tavuklar çoktan yenmiş yutulmuş. Avlular, kurumuş asma yapraklarının ve bir sürü çerin çöpün, ya lazım olursa diye bekletilen yamru yumru eşyaların yurdu olmuş. Şehir buralara uzak, evlerin çoğu yamuk, sokaklar delik deşik, burada yaşayanlar yılkı atlarının insan biçimlerine bürünmüşler. Çalışacak kadar şehirde, yaşayacak kadar sürgündeler.

O sokaktaki evlerden biri. İki göz. Dışı derme çatma bir gecekonduyu andırsa da içerisi derli toplu. Dışarıyı gözleyen penceresinin perdesi yarı aralık. Bir soba gürül gürül yanıyor içeride. Sobanın yanaklarında kızıl gölgeler. Biri pencereye sırtını dayamış öteki sobanın karşısına konulmuş bej renkli çekyatlar var. Bir de kumaşı fitilli, rengi kahve tonunda tekli bir koltuk. Koltuğun ardında ince uzun, pencereleri sonuna dek açık, küçük odacıklardan müteşekkil kitaplık. Kitaplığın pencerelerinden danteller sarkıtılmış. Kitap sırtları okunacak biçimlerde alfabetik sırada. Yine koltuğun yanında ince uzun, yakıldığında okunanı aydınlatacak bir lamba. Tarif ettiğim yer salon mutfak bir. Mutfak düzenli, temiz, evye ovulmuş, tek parça bulaşık yok. Mutfak masası pir-ü pak. Yatak odasında üstten sarkıtılmış tüllerle kaplı bir karyola var. Tuvalet masasının önü kremler, maskaralar, fondötenler, renk renk rujlar ve koku şişeleriyle dolu. Komodinin üzerindeyse vazelin ve peçete. Oda pavyon ışıklarını andıran mor, limon sarısı ve çiğ yeşil ampullerle donatılmış. Yatağın üzerindeki çarşaf gergin. Odanın ne işe yaradığı hemencecik belli olsa da tuhaf bir dirliği var. Her şey ihtimamlı bir el tarafından düzenlenmiş. Yatak odasıyla salonun tezatlığı gün gibi ortada. Bir taraf kerhen ve mecburen yapılan mesleğin mekânıyken, diğer taraf insanlaşma çabası için kurulmuş. Evin sakini koltukta oturuyor. Saçları kuzguni, soluk esmerliği makyajla örtük. Gözleri koyu kahve, takma kirpikleri rimelle daha bi kararık. Gözlerinin altına, üstüne moru taşkın farlarla şeritler çekmiş. Geniş kalçalarını koltuğa, dolgun, diri memelerini göğsüne sermiş. İri bacaklarını açıkta bırakan kısacık, deri bir etek var üzerinde. İnce topuklu, janjanlı bir terlik geçirmiş büyükçe ayaklarına. Belinin kalınlığını örtecek bol, yakası açık, şeker pembesi gömlekle gelecek olanı bekliyor. Beklerken de boş durmayıp kırmızı kaplı defterine bir şeyler karalıyor.

Kitaplığın sol üst kenarından başımı uzattım ve birazdan size aktaracağım üzere her yazılanı noktası virgülüne kadar okudum. Kim miyim? Çoğunuzun yakından bildiği ama ismimi bir türlü öğrenemediği, evlerinizin duvarlarında, pencere kenarlarında, kapı kasalarının üstlerinde gezinen, zararsız, içi dışı şeffaf bir varlık: Ben, her şeyleri gören, duyan, kaydeden Süleymancık.

Ben küçükken esmer kara kuru bir oğlancıktım. Yanaklarına gömülü pembe goncaları bir sır gibi saklayan, kuzgun karası saçlarına Mayıs çiçekleri takıştıran düzenli tertipli bir oğlancık. Herkesten sakladığı duygularını cebinde biriktiren, anlatamadıklarını yutkunan, yutkundukları ağzından burnundan gelen aklı karış karış havada, hülyalı bir çocukcağız. İçimde evrimini tamamlayamamış bir kız çocuğunun heyecanıyla girerdim yataklara. İçimdekileri birileri anlayacak, babam sezecek diye korkudan öleyazdığım geceler olurdu. On iki var yoktum. Ustam, “adam gibi uzat lan şu raspayı”, babam, “erkek gibi yürü orospunun doğurduğu” derdi. Ama yine de yakıştırmazdı, belki inanmak, kondurmak istemezdi. Önce annemin solgun yemenisine gömdüm başımı. Sonra da rujunu morarık dudaklarıma, sutyenlerini cılız göğsüme yakıştırdım. Ablam evliydi, uzaktı. Kel kocasının çipil gözleri aç cardonlar gibi kemirirdi her yerimi. Sevmezdim onu. Korkar, kaçınırdım bakışlarından. Fakat ne kadar kaçsam da, kendimi sakınıp, dikkat kesilsem de fayda etmedi: Kimselerin olmadığı bir gün annemlerin karyolasıyla yüklüğün orada ıhtırıverdi beni eniştem. Ihtığım yerde acıdan bayılakaldım.

Sonrası tez geldi. Duyan dayandı, o ötekine, öteki berikine seslendi. Benim düşlerimde kurduğum, yanaklarıma ateş, kalbime zelzele olacakları böyle tasarlamamıştım ama yine de sandalyelere yarım oturmayı öğrendim. Aslına bakarsanız herkes her şeyi bildi. Annem, ablam, mahalleli, bakkal, ustam. Kimseler ses etmedi. Annem ablamın yuvası yıkılmasın, ablam ağzının tadı bozulmasın diye sustu. Diğerlerini anlatmama gerek bile yok. Bir babam bilmedi. Zaten o bilmemeliydi. Bileydi, eniğinden cücüğüne herkesi dilim dilim ederdi. Çünkü ben onun biriciği, umudu, şerefi ve soyunu sürdürecek olandım.

Kara haber babama tez ulaşmadı. Ulaştığındaysa ben on dördümü yeni adımlıyordum. Bahçedeydim, annemin çiçeklerine eğilmiş, onlara içinde ebemkuşağının renkleriyle süslü masallar uyduruyordum. Birden büyük amcamın oğlu peyda oldu avluda, on sekizindeydi. Bana hınçla bakıp tek bir söz etmeden eve girdi. Çiçeklere anlattığım masalı kırp diye kestim. Kulağımı ev içine ayarladım. Babamın cinnetine sebep o zehirli cümle bugün gibi aklımda. “Oğlun top olmuş, orda şurda ardını dövdürüyormuş, babam dedi ki icabı neyse yapacakmışsın!” Yeğeninin daha cümlesi bitmeden dışarı seğirtti babam. Avluda bir soru işareti gibi duran beni görmedi bile. Dut kütüğünün üstünde duran tahrayı kaptığı gibi yel gibi içeri daldı. Sonrası evlerden ırak, tek hıhlamayla oğlanın omuzuyla boynunun birleştiği yere indirdi tahrayı. Mutfaktan salona dönen, dönüp de oğlanın boynunda tulumba sapı gibi asılı tahrayı gören annemin yemenisi boynuna yıkıldı. Gördüğü dehşeti çığlığına yüklemeye çalıştıysa da olduramadı. O çığlık kılçık misali boğazına takıldı. İkisini de son görüşümdü.

Sonrası hepinizin malumu. Cehennemin dibine kadar kaçmak. Kaçıp, içinde bir düşün sıcaklığına, anlaşılmanın, sevilmenin o tatlı masalını aranmaya çalışmak. Tek bir kez çıktı yolum o masala, o da bir kelebek ömrü kadardı. Ardında ölümcül bir umut ve bir dolu kitap bıraktı. Bir daha da öyle bir masala denk gelmedim. Sonradan âşık olduğum adamları sırf o ölümcül umut hatırına hep sıfırla çarptım.

Adım? Adımın bir önemi yok. Bazen Rahşan oluyorum, kimi zaman Melisa, canım isterse de Ceren. Hem ne fark eder ki? Çocukluk ismim unutuş kuyusunun ta dibinde duruyor. Bir tek annem sesliyor o ismi, tabii ki rüyalarımda.

O masalın dışında benim yolum hep Atatürk Parkı civarı, Seyhan nehrinin kuytu kıyıları, otoban kenarları, ucuz otel odalarına çıktı. Hayatını kıçınla savunmak zor iş vesselam. Saçını tarayacak kuaför, evini kiralayacak ev sahibi, selamlaşacak komşu bulamazsın. Hep ürkek, tedirgin ve falçatana alesta duracak, resmi üniforma görünce sıvışacaksın. Yoksa maazallah Hortum Süleymanlar, Kabadiş Recailer kan alırlar tek sermayenden. Erkeklere eyvallahsız olup seksi görünecek, el âleme karşı cazgır ve yelloz olacak, durmadan yırtılan ruhunaysa cümlelerden mamul yara bantları yapıştıracaksın. O yüzden dışım el değmemiş bir ormanın yabanlığındayken içim hep gökkuşağı renkli bir düş dünyasıydı.

Babam? Cezaevinde yaşayan bir ölüymüş zaten. Ki sonra cansız bedenini yollamışlar anneme. O cinnetten sonra mahalleye de cenazesine de gidemedim. Çok sonra anneme inme inmiş. Önceleri ablam bir iki uğramış sonra nedense rabıtayı kesmiş. Yıllar var görmedim onu. Ama her ay düzenli yatırırım nafakasını.

Tutkunum çoktu. Çoğu evli barklı, çoluklu çocukluydu. Karılarının koynundan çıkıp çıkıp gelirlerdi. Niye, hangi doymazlığa koşarlardı, bilemezdim. Etimin diriliğine mi yanaşırlardı, yoksa yolun yolcusu olmuş kendi cinslerinden birini mi cezalandırırlardı, anlamazdım. Kerli ferli, kravat ceketliler de değerdi tenime, gurbete çıkmış soluk benizli, elleri nasırlı adamlar da, sarhoş kafayla ne üttüğünü bilmeyen emmiler de. Koynumdaki bu memeler, ameliyatım, onca lazer epilasyon emekli bir Albayın para dökmesiydi. “Seni bu hayattan çekip çıkartacağım” diye sayıklardı. Kıskançtı. Terinin üstüne ter düşsün istemezdi. Karısı ve çocuklarının duymasına kadar sürdü bu kıskançlık. Yitti gitti sonra. Birkaç şaşaalı yılın sonunda el mecbur taşındım bu mahalleye. Kadınların hasetle bakmasından, erkeklerin bitmez bir iştahla yalanmasından gayrı karışanım görüşenim yok. Arada arıza çıkarmaya çalışan olursa da çekiyorum falçatayı, basıyorum küfrü, oluyor bitiyor. Yalnız, karanlık bir takım tipler dolanıyor şimdilerde yönümde yöremde. Akılları sıra hem beleşe getirecekler o işi hem de avantalarını alacaklar. Tırsmıyorum desem yalan olur, tırsıyor fakat yine de kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum. Haber salmış onlardan biri, –sözde müşteri ayağına– “bu gece uğrayacağım” demiş. Hayırlısı bakalım.

Amma da yazdım ha! “Kalp taşarsa ağızdan taşar” derler ya, benimkisi kalem taşkınlığı sanırım. Neyse, kalkayım artık, bu uğursuz herif geldi gelecek. Ne olur ne olmaz, falçatayı el altında bir yere koymak gerek.

Patlak sokak lambasının altından bir gölge geçiyor. Gecenin incecik çinisini çatlatmayacak kadar dikkatli. Omuzlarındaki devetüyü palto dizden aşağısına dek uzanıyor. Gömleği dar kesim, pantolonu jilet. Kehribar tespihinin gümüş imamesi şakırtılar ortasında bir şavkıyor bir kayboluyor. Adamın ayağında çiğ beyaz, yumurta topuk kunduralar var, boyu ortadan kısa, gövdesi tıkız. Ayın sırtı hâlâ geceye dönük. El ayak enikonu çekilmiş. Kedilerden kalan kızıl noktacıklar silinmiş. Köşedeki, yüzü çiçek bozuğu oğlan gecenin ilerleyen saatine ve karanlığa güvenip caddeye yol almış. Adamın küt, etli eli turkuaz rengi bahçe kapısının tokmağında. Tokmağı çevirmeden önce sağı solu kolluyor, karanlık, sade karanlık. Kulaklarını dikiyor, çıt yok. Mahalleli sabah erkenden kalkmak için uyumuş. Sabah olunca pavyondan bozma dolmuşlara, tıkış tıkış belediye otobüslerine binecek ve ellerinde sefer taslarıyla şehrin duvarlarını aşacaklar. Akşamsa şehrin onları sürgün ettiği bu biçare mahalleye posalarından arta kalanlarla geri dönecekler.

Adamla birlikte soğuk ve gerilimli bir hava doluştu evin içerisine. Bir süre ev sahibiyle birbirlerini süzdüler, hem içeriye dolan soğuktan hem de bakışlarındaki sivrilikten salon buza kesti. Konuşmadan selamlaştılar, ev sahibi yana çekildi. Onlar öyle ağır çekim birbirlerine yoklama çekerken, ben, üşümüş kuyruğumu da takıp peşime kitaplığın arkasından yol aldım. Sonra da kısa fakat seri adımlarla doğrudan salona açılan giriş kapısının üstünde kendime yer tuttum. Sarışın kuyruğumu yaydım ve hiç kıpırdamadan olanları, olacakları kaydetmeye durdum.

Adam sobanın karşısındaki çekyata kuruldu. Ev sahibi tekli koltuğa. Üstü sarı mutfak beziyle örtük kırmızı defteri ayakucundaki sehpada. Adam paltosunu girişteki vestiyere değil de, oturduğu yerin soluna yıktı. Çekyatın önüne uzun bacaklı, dar bir sehpa kondu, üstüne de katran karası çay. Atmosfer bir hayli elektrikli. İkisinin de suratlarında güngörmüşlerin, feleğin çemberinden altı takla atmışların ifadesi var. Adam avını yormak istercesine suskun, kendine ve fendine güvençli. Karşısındakinin de ondan aşağı kalır yanı yok, müdanasız ve pervasız. Çekyatta oturanın bakışları bakış değil, aç cardonlar gibi bakıyor karşısındakine. O bakışlarda çocukluktan kalma bir anının izini sürüyor ev sahibi, fakat emin değil bundan. Sessizlik uzadıkça ev sahibinin huzursuzluğu minare boyuna uzadı, eteğini çekiştirip durdu. Karşısındakinin eteğini çekiştirip durduğunu gören adam, bıyık altı bir küçümseme saldı ortalığa. Ardından da tespihini avucunda toparlayıp, haydi işimize bakalım duruşuna geçti. Ev sahibi odaya yönelince adam eliyle dur yaptı. Sonra da, “Yatağa, yastığa ne hacet, burada görürüz işimizi” deyince, karşısındaki, göğsüne sırtı tırtıklı bir kasatura sokulmuş gibi gözlerini kirpiklerine dek açıverdi. Söylenen sözün ağırlığı altında sendelese de belli etmemeye çalışıp “Salonda olmaz, burası başka” dedi ve horoz misali diklendi. Beriki duymazlandı söyleneni. Fermuarını indirip zamazingosunu ortalık yere serdi. Sergilenen şeyi gören ev sahibinin az önce emin olamadığı şey kafasına dank etti. Emin olunca hınçlandı adama. Çok kısa bir an düşündü ve işaret parmağıyla adamınkini gösterip kahkahalarla gülmeye başladı. Sendeleme sırası şimdi adamdaydı. Dikildiği yerde kopmak üzere olan bir yaprak gibi sallandı. Fakat o da çok çabuk toparlanıp dakkasında elini göt cebine atınca. Şakk! Şaklamayı duymasıyla birlikte ev sahibinin kahkahası kırp diye kesildi. Gözlerinde orman yangınlarının yayılımlı aleviyle baktı adama. İşaret parmağı hâlâ adamın zamazingosuna dikiliyken geniş kalçasına iki pat pat, sonrasında da kapanış cümlesi: “O çakıyla bu karpuzu kesemezsin aslanım!”

Son gördüğüm şey ev sahibinin kırmızı defterinin üstünden sarı mutfak bezini kaldırdığı ve altındaki falçataya uzandığıydı. Olabilecekleri görmemek için bir çatlak bulup içine sıvıştım. O çatlakta ne kadar zaman kaldım bilmiyorum. Çıktığımda adam çekyatta, kehribar tespihi ve küçük bir et parçası avucundaydı. Sarı mutfak bezi tekli koltuğun kenarında, kırmızı defter ise yoktu.

Cabir Özyıldız