Mayıs 2022’de Paris’te Louvre’un büyük bahçesinde, sözleştiğimiz üzere Selim Temo’nun uzaktan gelişini görüyoruz. Yaklaşınca, elindeki beyaz gülü Eylem’e uzatıyor; kucaklaşıyoruz. Herhalde yedi yıl önce gitarist oğlu Cem Şivan’la beraber, Sarıyer, Arıköy’deki evimize misafir gelişlerinden beri ilk buluşmamız.

“Nereye doğru gidelim?” diye soruyorum, hal hatır faslının ardından. “Siz’e gidelim,” diyor. Şaşkınlıkla, “Siz neresi?” diye sorunca sözünü gülerek tamamlıyor: “Nehir kenarına tabii. Bakın, ben o kadar Parisien olmuşum ki Seine nehrine bile ‘Siz’ diyorum artık.” Hemen ardından soruyor: “Peki, Asyak nerede?” Kızımızın sınavları yüzünden gelemediğini söylememize kalmadan,“Bir dahakine Asyak’ı getirmezseniz almam sizi Paris’e,”diye kestirip atıyor.

Yürürken Paris’e nasıl geldiğini anlatıyor. Fransa’nın güneydoğusundaki Montpellier’de bir üniversiteye çağrılışını, fakat daha uzun süre kalması mümkün olduğu halde ayrımcılığa uğrayarak altı ay sonra sözleşmesinin yenilenmediğini, bunun üzerine Paris’e geldiğini, yoğun dil kurslarına gittiğini, sınavlara girdiğini… Şimdi Hollanda’da Kraliyet Müzik Akademisi’nde eğitim gören oğlu Cem Şivan’ın yeteneğini ve başarılarını anlatırken gözleri parlıyor. Müzenin cam ve metalden oluşan kocaman piramitli bahçesinin çıkışındaki Âşıklar Köprüsü’ne geldiğimizde duruyor bir ân, “Shakespeare’i gördünüz mü?” diye soruyor.

Kastettiği, Shakespeare and Company (Co.), üst katında James Joyce’un kanepesinin olmasıyla ünlü kitapçı. Bu kitabevi birtakım hatalarla Ulyssess’in Fransa’da ilk basımını da yapmış. Notre Dame’ın tam karşısında, köprünün hemen dibinde. “İki gün oldu geleli, her gün uğruyoruz,” diyoruz. Yılın her günü turist akınlarına uğruyor zaten burası; önünde kuyruk var ve içeriye giriş sayıyla. Yıllar önce son görüşümüzden beri, yanındaki dükkânı da almışlar ve aynı adla kafe yapmışlar.

Nehir kenarındaki kitap standlarına baka baka kitabevini biraz geçiyor, ilk gördüğümüz birahaneye oturuyoruz. Sohbetle dedikodu karışımı, yılların eksiğini kapatmak derdindeyiz. Akşamüstü olunca kalkıyoruz. Belville ile Colonel Fabien duraklarının ortasındaki bir ara sokakta, Rue de Sambre-et-Meuse’deki Sezer ile Nihal’in meşhur restoranları, Restaurant Barak’a davetliyiz.

Nehri, büyük katedrali ve Hôtel de Ville’i geçip metroya biniyor, Nation hattı üzerinden Belleville’de iniyoruz. Metrodan çıkınca sola dönüp, sıra sıra müşteri bekleyen Uzakdoğulu hayat kadınlarının arasından geçiyor ve uzak olmayan bir mesafedeki meyhaneye varıyoruz.

Restaurant Barak’ın kuruluşu yirmi beş yıl geriye uzanıyor. Önce bir meyhaneymiş, sonra yan dükkânı da alıp büyümüşler. Bazı günler film gösterimleri, konserler, kitap imza günleri de yapılıyor. Anarşistlerin, sosyalistlerin, sanatçıların, yakındaki Amnesty (Af Örgütü) çalışanlarının uğrak yeri. Bir ara ünlü Fransız yönetmen Jean-Luc Godard her hafta gelirmiş (bunu birkaç yıl sonra öğrenmem ne hazindi, bilsem ânında atlar giderdim). Müşterileri tek tek tanıyorlar neredeyse; Nihal hünerini döktürüyor, Sezer serviste her geleni “Camarades” (Yoldaşlar) diye karşılıyor. Biraz sonra, balığı servis ederken üzerine alkol döküp kibriti çakacak ve balık masaya alevler içinde konacak.

Selim’le Sezer’i tanıştırmayı özellikle istiyorum. Yan masada, elli yıl kadar önce Ragıp Zarakolu’yla beraber Stefanos Yerasimos’un Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye’sini çeviren Babür Kuzucu. Tanışmalar ve selamlaşmaların ardından masa sakinleşiyor; ben, Eylem ve Selim muhabbeti koyultuyoruz.

2007 yılında tanışmıştık Selim’le. Ortak arkadaşımız, Cihangir’de Akarsu Sokak’ta, merdivenlerde antikacı dükkânı olan Şafak’la (Orbay) beraber gelmişlerdi Agora’ya. Yayınevi o zaman Taksim’de, The Marmara’nın hemen arkasındaki Osmanlı Yokuşu’ndaki bir apartmanın birinci katındaydı.

Tanışma faslının ardından Selim konuya girdi. “Ben bir antoloji hazırladım,” dedi. “Tarihi boyunca Kürtçe şiirler ve Türkçe çevirileri. İkisi yan yana.”

“İlgileniriz elbette,” diye araya girdim.

“Hacimli bir kitap olur,” dedi Selim, “herhalde iki cilt.”

“Bizim için sorun olmaz.”

“Bir de,” diye ekledi, “söylemem gerekir. Ben bu dosyayı önce Avesta ve Metis’e götürdüm, bir süre onlarda bekledi. Neticede ortak bir noktada buluşamadık.”

Fazla bir açıklama yapmadı; ben de üstelemedim. Belki de sıkıntılı zamanlar geçirmişti onlardan cevap beklerken, belki teklifleri içine sinmemişti. Neticede başka yayınevleriydi; hepimiz kendi işimize bakıyorduk.

“Sorun değil,” dedim ve dosyayı nasıl teslim edebileceğini sordum.

“Disketler yanımda,” deyip uzattı.

Disketleri taktım bilgisayarıma ve dosyayı açtım. “Gerçekten hacimliymiş. 1.500 sayfa falan. Deli işi bu.” Şöyle bir bakar bakmaz büyük bir kitap yakalamış olduğumuzu anlamıştım:

O yüzden Selim, “Nasıl yaparız?” diye merakla sorunca ânında karşılık verdim: “Yüzde 99 tamam, yüzde 1’i yarın akşam saat 18’de İstiklal’de, Bekar Sokak’taki Süper Restoran’da buluşalım. Orada size cevabımı söylerim,” dedim.

Ertesi akşam edebi karargâhımız Süper’in dışındaki masalardan birine oturduk. Şimdi dağılmış olan Beyoğlu’ndaki sefil bohemyamızın şiirden sorumlu kişisi Bekir’in (Tarık) de olmasını istiyordum yanımızda, ama o meşguldü; Selim’le Bekir sonraki Cumartesi günü, Hüseyin Abi’nin işlettiği Metalurji Mühendisleri Lokali’nde buluştuğumuzda tanışacaklardı.

Ben ve Selim, biralarımızdan ilk yudumları aldıktan sonra yekten söze girip, “Tamam,” dedim Selim’e, “antolojiyi basarız.”

“Nasıl yani?” diye meraklandı. “Etraflıca bakıp incelemeyecek misin?” Kim bilir kaç sene ter döktüğü, başka yerlerde uzun süreler bekleyen antolojisi için, bir saniyede alınıp ertesi akşam teyit edilen ve meyhanede kadeh kaldırırken deklare edilen kararı şaşkınlıkla karşıladığı yüzünden belliydi Selim’in.

“Deli işi olduğu, müthiş bir emek verdiğin besbelli. Başka neyini inceleyeceğim? Hem devasa bir yayın olayı bizim açımızdan da!”

“Peki,” dedi Selim, “senin dün ihtiyat payı olarak söylediğin yüzde 1 neydi öyleyse?”

“Ben şartlı salıverildim. Bu kitabı yayınladığım için olur da ceza alırsam infazım yanar. Ama göze alıyorum, tamamdır,” diye açıkladım.

Sonra alacağı telif yüzdesi için bir oran söyledim. Selim, “Kitap senindir,” diye son noktayı koydu.

Ertesi ay 293 şairin 510 şiirinin Kürtçe-Türkçe olarak yer aldığı bu antolojiyi hızla hazırladık ve 2007’nin Eylül ayında Mithat’ın (Çınar) güzel kapak tasarımıyla iki cilt halinde, 1.610 sayfa olarak bastık. Antoloji o dönem büyük bir sükse yaptı. Birçok tanıtım yazısı çıktı ve Selim’le röportajlar yapıldı, çeşitli şehirlerde imza günleri düzenlendi. Daha önce bütçemiz müsait olmadığı için gidemediğimiz Diyarbakır TÜYAP’a ne yapıp edip katılmamıza vesile oldu. Fuarda Selim’e panel düzenledik, imza günü yaptık, şair dostu Şahin Altuner’le koyu sohbetlere daldık.

Sonra da diğer kitaplarını bastık. İlk olarak bir tez ve araştırma kitabı olan Türk Şiirinde Taşra’yı (2010), daha önce ince ciltler halinde çıkmış şiirlerini topladığı ve bu vesileyle artık Türkçe şiir yazmayacağını ilan ettiği Jübile – Toplu Şiirleri’ni (2011), bir ay sonra da ilk Kürtçe şiir kitabı Sê Deng’i (2011), en son da yazılarından oluşan Ruhun Bedeni’ni (2014) yayınladık. Selim iki baskı sonra Kürt Şiiri Antolojisi’nde düzeltmeler, güncellemeler yaptı.

Ayrıca bir yayıncı olarak, Selim’in o yıllarda Everest Yayınları’ndan çıkan, “dünya edebiyatının ilk realist metni” diye adlandırdığı, Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn çevirisi ile Alfa Yayınları’ndan çıkıp, yine bir ‘deli’ işi olan, devasa hacimli araştırması Horasan Kürtleri’ni kıskanmamak mümkün değildi…

Vakit geç olunca, son treni kaçırmayalım diye Sezer’lerden izin isteyip kalktık. Biz metroyla yakın bir mesafede, eski devirlerin batakhaneler semti Pigalle’de, meşhur Moulin Rouge’a yüz metre kadar yakında bir pansiyonda kalıyorduk, ama Selim bizi bırakmadı. Gare du Nord’a dört-beş durak mesafedeki Groslay’de, Pink Floyd’un bütün plaklarının olduğu harika Paris manzaralı evinde ağırladı. Ertesi sabah, akademisyen arkadaşları Engin ve Fulya (Sustam) ile oğulları Loran’ın da katılımıyla nefis bir kahvaltı yaptık. Akşam sabah sohbet konumuz bu defa daha ziyade Selim’in yeni çalışmaları, tasarıları ve yaptığı yeni başvurularıydı. Atlar üzerine yazdığı yeni şiir kitabından büyük bir coşkuyla bahsetmişti mesela.

Söz buraya gelince işaret etmem gerekir ki, Selim yalnızca büyük bir şair değildir, aynı zamanda bir allâmedir. O sohbetlerimizde bunu bir defa daha gördüm. Engin bilgisi; şairliğinin yanında ‘etimolog’ titizliği; üstüne düştüğü meselelerin disiplinler arası niteliği; her yazısını merakla beklediğimiz, önce Radikal gazetesinde, sonra internet sitesi Gazete Duvar’da çıkan yazılarında tarih, edebiyat ile siyaseti kendine has bir yaklaşımla harmanlayarak kavrayışı… Siyaset deyince nadiren konu oraya geldiğinde ondan feyz aldığım yanı, siyasal tutum ve gelişmelerin sıradan insanlar üzerindeki etkilerini isabetle gözlemlemesini sağlayan sezgisiydi.

Öğlene doğru arabayla Paris’in dışında sayılabilecek bir yerdeki Rönesans şatosunu gezmeye gittik. Şatonun bahçe duvarlarından gepgeniş ovayı seyrediyorduk. “Van Gogh bu ovanın ilerilerinde bir yerdeki köyde yapmış resimlerinin çoğunu,” diye anlatıyordu Selim. Ben de sorum için uygun bir atmosfer olduğunu düşündüm o ânın. “Antoloji gelecek yıl tükenir ne de olsa. Ne düşünüyorsun devamı için?” diye sordum. Vereceği cevaptan için için korkuyordum da. Ne de olsa artık tüm eserlerini Dara Yayınları’nda topladığı için son söz ona aitti ve Kürt Şiiri Antolojisi hem tarihsel bir abide, hem de kataloğumuzun köşe taşlarından birisiydi. Ondan kopmak içimi parçalardı.

Neyse ki Selim hiç duraksamadan, “Antoloji benim değil sizindir, Agora’nın kitabıdır. Eğer kabul edersen ilk evinde kalsın,” dedi.

Ben de fazla renk vermemeye çalışarak, “Sağ ol,” deyip teşekkür ettim. Ama rahatlamam ve sevincim, orada bu teşekkürü usulca edişimden çok çok daha fazlaydı.

Osman Akınhay