Edebiyat ortamımız, ülkemizin hali pür melalinden farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az vesaire. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Kağıt oyunu oynayanlar bilir, ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştık. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

Fatih Selvi

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Önceleri tam istediğim şekilde ilerleyen bir süreçti. Seksen dört yaşımda edebiyata atılmayı planlıyordum ve gencecik bir adam olarak önümde takriben elli altmış yıl kadar vardı. Bu geniş boşluğu doldurmak için türlü çeşit zırvayla uğraşmamda bir sakınca yoktu haliyle. Ziyaretime pek nadir gelen ilham perimin dürtmeleriyle ayda yılda bir şiirler yazıyor, hayatıma peygamberdevesi gibi devam ediyordum. Geriye kalan boşluklarda nasıl saçmaladığımı merak edenler kitabımı okuyabilirler. Oraya bazı ipuçları bıraktım. Sonra bana bir haller oldu, yüz göz seğirmeli nadir görülen sendromlardan bir sanırım. Yazar hastalıklarından olabilir. Kitaplardan fısıltılar geliyordu. Parmaklarım durduk yere klavyeye, kediye gidiyordu. Kaçtım ha kaçtım. Yo hayır, dedim, daha çok vaktim var, diye yalvardım iç monologlarda. Şimdi zamanı mıydı? Ne yapsam olmadı. Edebiyat harici uğraşlarda bir tat kalmadı. Elim gözüm kitaba değmezse yoksunluğa giriyordum. Terlemeler, titremeler… Direniyor ama kaçamıyordum.

Celine’in ilk kitabını bastırdığı yaşa epey yaklaştım o vaziyet. Günlerden bir gün, kayıp zamanın izinde olan bir kitap okudum. Astımlı bir Fransız’ın yazdığı. Geriye kalan tüm hayatımın aslında istediğim hayatın kapısında beklediğini anlatıyordu. Bir tür zaman avcısıymışım meğer ben de. Düpedüz bittiğimin resmiydi. Başlar gibiydim de. Dedim, ben o zaman gideyim. Gittim.

Yazma uğraşınızı neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdınız?

Faulkner’ın hipotezine uygun düşecek şekilde şiir yaşım geçmişti. Yılların hayalet şairi olarak tam yeni bir mısraya niyetlenmişken bir gülme alıyordu beni. Öyle böyle değil. Yazacak ne kalmıştı ki? Roman olsun dedim, bir havayla işe koyuldum. Tık, diye kayışlar attı yirminci sayfada. Kalemin ucunu serbest bırakınca yazdıklarım öyküye dönüşmeye başladı. 2021’in başlarıydı. Gün o gündür öykü yazıyorum.

Yayınevini nasıl belirlediniz? İlk kitabınızın yayımlanma sürecinde neler çektiniz?

Yayınevleriyle aramızda utangaç bir ilişki var. Daha çok benim utana sıkıla attığım dosyalara onların utanıp sıkılarak göndermedikleri yanıtlar üzerinden ilerleyen uzun bir sürecin sonunda Tarkan Toka’nın kabul mesajını aldım. Kendisi disiplinli ve yetkin bir isimdir. İhtilaflara düşmeden hızla bitirdik edisyon sürecini ve geldiğimiz noktada kafamız rahat, sırtımız pek.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde size yol gösteren, yardımcı olan bir editörünüz oldu mu?

Tarkan Toka’yla çalıştık. Abartmadan söylüyorum, kapak seçimi edisyon aşamasından daha zorlu ve uzun geçti. Birbirimizi iyi anladık ve kesinlikle her iki tarafın da beğenip uzlaştığı noktalara kolayca vardık.

İlk kitabınızla hayatınızda neler değişti? Neler ummuştunuz ne buldunuz?

Kitap çıktıktan sonraki gözlemlerime göre, gün batarken bulutları biçen yatay kızıl şeritlerin boyu bir parça daha uzadı sanki. Martı bakışlarındaki o daimî küçümsemenin azaldığını da ekleyebilirim. Umduklarımı bulmam içinse ömrüm yetecek mi, göreceğiz.

Telif aldınız mı?

Kolilerce.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Siz salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdiniz?

Edebiyat çevresi denilen oluşumla hiçbir bağı olmayan, sosyal medyayı hiç kullanmayan bir öykücü taslağı olarak bir mutfak olduğunu işitir işitmez Kasım 2021’de soluğu dijital edebiyatta aldım. Oggito’ya gönderdiğim öykü (Denizineğine Yakılan Ağıt) üç gün sonra yayımlandı. Amma matraktı. Denizineği fotoğrafına zırt pırt bakıp mutlu olmanın keyfini sürdüm bir süre. Peşinden sellere kapılmışçasına Parşömen Sanal Fanzin, İshak, Litera, Edebiyathaber, Mahal, Yük, Ecinniler, Altı Yedi, Asonans, Yedi İklim, Edebiyat Ortamı, Trendeki Yabancı, Artemis, Edebiyatist, Olası Olmayan, Öykü Seçkisi geldi. Açıkçası korkuyordum ilk zamanlar başıma bir iş gelecek, diye. Halime acıyıp gönlüm kalmasın diye mi yayımlıyorlar acaba, diye soruyordum kendi kendime. Sonunda birisinin çıkıp sen bu işi bırak kardeşim, git sahilde zargana peşine düş, demesinden ürküyordum. Öyle olmadı. Sağ olsunlar, yazdıklarıma çoğunlukla şefkatle yaklaşıldı.

Öykülerin akıbetini beklemek yıpratıcı ama yayımlandığını görmek çok keyifli. Kitaptan sonra da eğer izin verilirse mutfakta olmayı isterim.

Kitabınız yayımlandıktan sonra yakın çevrenizin, okuma-yazma uğraşınıza ilişkin tavırlarında değişiklik oldu mu? Yazıyla ilişkinizde ciddi olduğunuza ikna oldular mı? Kitap size bu anlamda bir özgürlük alanı kazandırdı mı?

Onlar aynı. Hâlâ pek umurlarında değilim. Buğulu sesimle, “Sevgili okur, ey okur!” diye sesleneceğim, şöyle üst kurmacalara dahil edebileceğim uyanık, gözleri velfecri okuyan bir okur kitlem olursa dert edilecek bir durum kalmaz ama.

Peki, bundan sonra?

Bundan sonra birkaç öykü kitabı daha gelir diye umuyorum. Kendimi tekrar ettiğimi hissedene kadar yazacağım.

Parşömen Edebiyat olarak bana bu söyleşi imkânını sunduğunuz ve öykülerimi birçok kez yayımladığınız için çok teşekkür ederim.