Benim çocukluğumda elektrikler çok sık giderdi. Gitmek neyse!? Cereyanlar kesilirdi. Gaz lambası, mum falan yakardık ve babaannem şahane bir hikâye anlatıcısıydı. Çocuk eylemeyi iyi bilirdi. Onu dinler sonra mumla tuvalete giderdik korka korka. Çok eksantrik bir yolculuk olurdu bu. Her tuvalette çay tabağı üstünde bir mum mutlaka bulunurdu. Elektriğin gelmesi geç olursa bizi yatağa götürürlerdi. Salonla odamız arasındaki kısa mesafede gölgeler bize babaannemin anlattıklarını görselleştirirlerdi. Gölgelerden kahramanlarımız olurdu. Gel ondan sonra uyu uyuyabilirsen. Hayatın içinde, gölgenin içinde, yatağın içinde ikimiz iki kardeş yatardık. Fısıltıyla yaptığımız konuşmalar genellikle korkumuzu dağıtmak için olurdu. İşte hayal kurmaktan başka çare olmadığını öğrendiğim geceler…

Tarhan Gürhan (Fotoğraf: Jülide Okkalı)

Hayal ile kırıklığı üzerine düşünmek insanı karamsar etmez. Gerçi arkadaşlarım bana “Amma da karamsarsın” derler sıkça, ama aldırmam. Hayali insan kuruyorsa kırıklığı da onun olacaktır. Önce bu kırıklığı, hayali gibi kabullenmezse, o kırık parçaları birleştiremez. İnsan her koşulda paramparça yanlarını tekrar eline alabilir. Onları yapıştırabilir. Elbette eskisi gibi olmaz ortaya çıkan, ama eksik ve gedikleriyle bir “yeni” çıkmıştır meydana.

İnsan, hayalleri kırıla kırıla da tecrübe edinebilir. Elindeki hayat hayallerini özenle koruyabilmek için bir fırsattır. Sanat da bu ve benzeri kırıklıklardan çıkar. Yazar ne kadar kendini gizlemeye çalışsa bile, bazı karanlıklar onu ele verir. Her insan hayalinin kırıklığından çıkar. O aralıktan… Her yeni kurulan hayal, öncekilerden doğar. Eskinin izlerinden doğar. “Vaooov ne roman ama!” dediğimiz şey kim bilir hangi kırıklıktan fışkırmıştır. Yazar yalnızlığı denen şey orada, o kırıkların yapıştırıldığı atölyede kendini yeniden inşa eder. Yeniden inşa edemezse, yazar ölür. O aynı insan bu defa elinde kalemi olmadan dolaşır sokaklarda. Diğer hayalleri kırıkların arasında. İşte biz sokaklarda yürürken “Aa bu bir sanatçı!” dediğimiz kişilerle karşılaşırız. Kırıkları benzer olanlar hemen birbirlerini tanırlar. Hatta hafiften gülümserler. Geçmişleri onları bu güne getirirken dudaklarının kenarına bir küçük tebessüm bırakmışlardır. O tebessümde bize çok yakın gelen, tanıdık gelen bir şey vardır: Bu evrenseldir. Bir küçük tebessüm için koskoca bir hayal kırılmış olabilir. Sanatçı bunu görür, çünkü sanat ertelenemez. Hemen şimdi üretilmelidir. Bu yüzden de sanat, üretilirkendir. Sonrası okurun işi, yazarı pek ilgilendirmez.

Paramparça Aşklar Köpekler filmi insanı perişan edebilir. Başkasının acısına bakmak da zordur. Ama o da geçer. Yeni aşklar gelir, köpekler gömülür. Artık hiçbir şey olmamış gibi yaşayamazsın. Ne yaşadığın yüzüne oturmaya başlar. Hüzünlü bakan insanların, melankoliklerin vs. yüz haritaları hemen kendilerini ele verirler. Artık yapacak bir şey yok. Olan olmuştur. Yüzündeki imza, filmin sonunda son yazması gibidir. Yine de hiçbir hayal kırıklığı tamamen bitmez. Kendini sızlatarak arada hatırlatır. Zaten sanat da bitmez, bitebilemez… Sadece sanatçı ölünce eserleri tamamlanmış sayılır. Öteki türlüsü hep yarımdır. Hayal kırıklığı gibi sanat da genetiktir. Melankoli yüzyıllardır var olagelmiştir, sanat da… Gelip geçici şeylerden hayal kurulmaz, gelip geçici şeylerle sanat yapılmaz.

Hayaliniz bir kere kırıldı mı, sanayide kimse sizi anlamaz. Anneniz bile anlamaz. Bu kırıkların arasından ancak kendi kendinizi çıkarabilirsiniz. Onun da bir sihri, formülü yoktur. Kırılan kırılmıştır, sen aklına sahip çık. Zamanla daha güzelini kurar, tekrar kırarsın. Dünya tarihi de kırılanlar ve kuranlarla doludur. Yeter ki hayal ile kırıklığı seni kolundan tutup uçuruma götürmesin. Çünkü uçmak da insanoğlunun en güçlü ve güzel hayallerinden biridir. Uçuvermek istersin birden. Kısa bir uçuş olur ve kimseye anlatamazsın. Burada kalman için ayakların yeterliydi, ama uçmak için kolların çaresiz. Sonra kartallar güler sana. Unutma; “Kendine güldürme” demişti annen. Uçma, hayal kur. Bırak bulutlara başkaları baksın. Onu da kiç haline getirdiler zaten. Her türlü popüler “şey”den uzak dur. Hayal defterini şöyle bir karıştır, eskilerden belki de tam olarak kuramadığın bir hayal göverir. Kim bilir… Hayat sonsuz olduğu için hayal de sonsuzdur, ama bu onun fiyatını düşürmez. Bir de anlamayacaklara hayallerinden bahsetme. Bırak onlar beş yıldızlı tatil kovalasınlar.

Herkesin dilinde bir “büyük resim”, “büyük resmi görün” lafları. Küçücük bir resmin içinde sıkışıp kalanlar büyük resmi nasıl görsün!? Zaten görmesi de pek istenmiyor. Bu yüzden hayal kurmak gittikçe daha önemli bir hale geliyor. Mesela hayalden haritalar çizmek ve onları yaşatmak ne şahane olurdu. Navigasyonsuz, kaybola kaybola gezsek içinde. Hemşerim, memleket nere!? İnsan sadece kendinin sahibi olmalı. Hatta becerebiliyorsa onu da bırakmalı. Türlü türlü hayaller kurup yollarda olmalı. Büyük resmi görmek için, büyük dolaşmalı. Öyle evde oturduğun yerde televizyon seyrederek görülmez büyük resim. Ancak mantarlarsın hep aynını yaparak. Oradan bir yol olmaz. Çık kendinden, gir hayaline, Orhan Veli de öyle yapardı, Dalgacı Mahmut’la.

Hayal kim oluyor, sen kim oluyorsun!? Umudun kadar konuş, umudun kadar yaz. İşte hepi topu bu sana düşen. Yazarlık ediyorsun diye kibirlenme ki hayallerini gerçekleştirecek umudun olsun. Tanrı’nın bile sanata ihtiyacı var. Hayale, yaratıcılığa… Kendi hayalini kırma da ne yaparsan yap.

Özgürlük dediğin kendi yaratıcılığınla sınırlıdır. Bu özgürlük işinin en güzel tarafı, onu senin yapacak olman. İnsanoğlu başına gelmeyince anlamıyor. Bazen başına gelse de anlamıyor. Hayalin başına gelsin! Bundan iyi dua mı olur!?

Tarhan Gürhan