2023 yılına girerken dünyanın ve Türkiye’nin boğuştuğu problemlerin arttığı günlerde yalnızlaşan, çaresiz, acı çeken insanların yaşamlarının ne yazık ki daha da zorlaştığını görüyoruz. Toplumun ve bireyin eksenini kaybedip kendinden ve insancıllıktan uzaklaştığı zamanlarda edebiyat gibi bizlere insanı anlatan araçların önemi de artıyor aslında. Selçuk Baran gibi edebiyatında insanın içinden çıkması güç sorunları odağına alan, onu tüm ayrıntılarıyla anlamaya uğraşan yazarların ihtiyacımız olan bakış açısını yeniden kazandıracağını düşünüyorum.

Bu yazıda ilk kez 1992 yılında yayımlanan Arjantin Tangoları adlı kitabındaki “Ayak Sesleri” isimli öyküyü incelemeye çalışacağım. “Ayak Sesleri”nde baş kahraman olan Türkçe öğretmeni ile onun oğlu Hulki karşımıza çıkarken fon karakter olarak gölge/arabulucu konumunda iki anne ve kahramanın günlük yazarken iç diyalog ile konuştuğu Ali Naim Bey vardır. İki anne gölgede kalsalar da hikâyenin kurulumunda önemli bir işleve sahiptirler. Gölge/fon karakterlerin, baş kahramanların duygu ve düşünce dünyasını anlamamıza yardım eden ve onların kimliğini tamamlayan dost yahut aileden kişiler olduğunu en başta belirtmemizde fayda var.

Baran, insana dair pek çok meseleyi etraflıca masaya yatırır; acı, hüzün, mutsuz evlilikler, parçalanmış aileler, hayal kırıklıkları, çaresizlik, kayıplar, korku, ölüm gibi pek çok temayı ustaca ele alır. Yaşamı ve insanın trajedisini olduğu gibi anlatmayı tercih eder; yarattığı kahramanların duygu ve düşüncelerine yoğunlaşıp mutsuzluklarını, acılarını ve çıkış yollarının olmayışını kaleme alır. Aile, meslek ve arkadaş çevresine sıkışmış, kırılgan insanları resmeder. Kahramanların sessiz çığlıklarına ses olan yazar onlarla uyumlu bir anlatım benimser, bu da okuyucuda etkisi uzun sürecek farkındalığa sebep olur. Hikâyeler okurda yaşamaya devam ederken öykülerinde bir hazinenin saklı olduğunu hissederiz ve Baran’ı derinlemesine okuma isteği duyarız.

Oldukça duru ve içten bir Türkçeye sahip olan Baran, duygu ve düşüncelerini kapalı şekilde; semboller, metaforlar kullanarak yahut susarak dile getirir. Susma eylemini kimi zaman biçimsel olarak üç noktayla gösterirken kimi zaman da okurun dikkatini sustuğu, kapalı bıraktığı yerlere yoğunlaştırmasını ister. Öykü sona erdiğinde her şey bitmez, bilakis okurun bilgisi ve hayal gücü sayesinde yazacağı sonlar devreye girer. Okuruyla iletişim içinde olmak isteyen ve onun öykü konusundaki bilgisine güvenen bir yazar vardır karşımızda.

Baran’ın yalnızca kadına ve onun sorunlarına odaklanmadığına, bir erkeğin yahut bir çocuğun dünyasını anlamaya çalışırken topyekûn aile kurumunu masaya yatırdığına tanık oluruz. Erkeğe ve çocuğa bakarken onların dünyasındaki iletişimsizliği, gizleri, korkuları, baş etme becerisini ve sevgisizliği öykülerine taşıdığını görürüz. Kadın meselesindeki aksaklıkları tespit etmenin ailedeki tüm bireyleri irdelemeden mümkün olmayacağını düşünmüş incelikli bir yazardır o. Başka bir açıdan bakacak olursak kırılmış, yalnız kalmış, çaresiz insanları anlatmayı kendine görev edinir çünkü kimi zaman bir erkek yahut çocuk da içinden çıkamayacağı sorunlarla baş başa kalır; onların da sesine ses olmayı ister.

“Ayak Sesleri” öyküsüne dönelim; annesi öldüğünde Hulki 8 yaşındadır. Annesi dedesinin ismini ona verir. Kahramanlarına bilinçli tercihle nadiren isim veren Baran, iyi yaradılışlı, iyi ahlâklı anlamına gelen Hulki ismini özellikle belirtir. Baba bu adı vermeyi hiç istememiştir çünkü karısının kocasına değil de kendi babasına ait olduğunu düşünür ve bu duruma içerlenir. Âdeta, çocuğuna istemediği bir isim verildiği için onu sahiplenip sevmekte zorlandığıyla ilgili fikirler duyarız. En başından beri sevgisizliğe hazır bir duruş sergilemekle birlikte ikisinin çocuğu yalnızca annenin olarak kalır. Sevmek anneye mi mahsustur sorusunu ister istemez sorarız.

Öyküde ölen annenin/eşin ardındakiler yalnız ve iletişimsiz kalmış birer baba-oğuldur. Annenin yokluğu anlatımda kimi zaman gölgeye kimi zaman da arabulucuya dönüşür; yukarıda bu karakterin fon karakter olduğundan bahsetmiştik. Baba-oğul, arabulucuları hayatta olmadığından tatsızlıkla sonuçlanacak olaylar yaratmamaya çalışırlar, üstelik birbirlerini sevmeye hiç yanaşmazlar. Baran, okuru şaşırtmak istercesine bir alıntı kullanır: “(…) çocuk ebe tarafından, alışılmış biçimde, Kimsesiz Çocuklar Bürosu’na bırakıldı.” (s. 67)

Bu cümle ile Hulki’nin evlatlık olduğu ihtimali okura verilir. İlerleyen satırlarda Baran’ın kullandığı cümle bu ihtimalin gerçeğe dönüşmesini olanaklı kılar. “Bu oğlanın eve hırsız gibi girmesine, bir suçlu gibi yürümesine bozuluyorum.” Ancak Hulki öz evlat bile olsa aynı duyguları hissedebilecek bir baba figürüyle karşı karşıyayız. Baba-oğul ilişkisi anne üzerinden kurulduğu için, eşin/annenin kaybı ikisinin de dünyasında büyük boşluğa sebep olur. Evlatlık düşüncesiyle zihnimizi bulandıran Baran uzaklığı o kadar iyi kurgular ki, aralarındaki ilişkide geçmek bilmeyen iletişimsizlik, boşluk ve gölge sezdirilerek verilir. Bunları Selçuk Baran’ın oldukça uzun boylu irdelediğini düşünmekle kalmayız, üslûbuna da yansıtabildiğini görürüz.

Mutfak lavabosunda ellerini hiçbir zaman yıkamayan Hulki, annesinin koyduğu kuralları yerine getiren bir çocuktur. Anneyle kurulan yakınlık kurallara uyma biçiminde karşımıza çıkarken babayla olan bağ yahut yakınlığın olmaması ev içi kurallarında da kendini gösterir. Uyumaya çalışan baba, Hulki’nin radyo sesinden rahatsız olur. Oğlundan radyoyu kapatıp, uykuya daldığında dinlemesini istese de kapanmadığını babanın müzikle avunmasından anlarız. Gece yattığında yalnızlığı daha çok hissettiğini, istemediği sesin avuntuya dönüştüğü satırlarda çaresizlik gözler önüne serilir.

Selçuk Baran

Yalnızlık ve çaresizlik duygularını gösteren başka bir örnek daha vermek gerekirse; oğlunun geç kalsa bile eve gelmesine sevinen, yine de geldi ya diye kendini teskin eden bir baba vardır karşımızda. Hulki’nin bir gün evden gidecek olduğu bilgisiyle yaşadığını anlarız. Evlatlık olma ihtimalini hatırlarsak babasıyla yaşamak istemeyecek bir oğul tahayyülü vardır. Ancak bu ihtimal onları saran ve hiç geçmeyen kopuk ilişkilerinin temel problemi olan sevgisizlikten başka bir şeyde aranmaz. Baba bu eksikliği görse bile değiştirmeye uğraşmaz bilakis oğlunun gayret etmesini ister. “Ama birbirimizi sevmeye de hiç yanaşmadık. O biraz kolaylık gösterseydi…” (s. 67). Sevmese de oğlunun varlığına ihtiyaç duyan babanın ikiyüzlü olduğunu ancak başka bir açıdan bakıldığında sevilmeye ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.

Babanın geçmişine gittiğimizde Ali Naim Bey ile yaptığı iç diyalogdan, Ali Naim Bey’in annesiyle aralarındaki gizi bir türlü çözemediğini öğreniriz. Sezdiği gizin onu annesinden soğuttuğunu ancak Ali Naim Bey’e bağladığını ve bunu tuhaf bulduğunu ekler. O ilişkide de iki erkek vardır; anne bir gölge ve arabulucu olarak kalır. Anneden soğuma, ondan nefret ettiği anlamına gelmese de bu ihtimal sezdirilir. Neden Ali Naim Bey’den soğumadığını sordurtur. Ancak yine de o ilişkiyle ilgili kafasında belirsiz şeyler kalmıştır. “Düşünüyorum da, size duyduğum anlaşılmaz yakınlık, ağırbaşlı öğütlerinize kulak vermemi engelleyecek kadar sarsıntılarla yüklüydü.” (s. 64)

Sık sık dile getirdiği dinginliğe kapılmaktan korkar kahraman; sevinmeyi birilerinin, belki de Ali Naim Bey’in ona yasaklamış olduğunu zihninden geçirir. Kahramanın, Ali Naim Bey’e duyduğu sevgi, saygıyla iç içe geçmiştir. Ali Naim Bey’e kendinden bahsederken dingin ve aylak olmadığının altını çizer. Saygı duyduğu kişinin takdirini kazanmak için adeta çırpınır, onu bir baba gibi gördüğünün izleri verilir. Üstelik rahatlamak için konuştuğu bu kişi çocukluk ve gençliğinden kalan biridir. Konuşacak kimsesinin olmaması yine onun ne kadar yalnız ve çaresiz olduğunu kanıtlar. Ali Naim Bey’in evinde şimdi kendi oturur. Kahramanın eski ev sahibine karşı beslediği duyguların vefadan çok sahip olduğu maddiyatta saklı olduğunu akla getirir. Ayrıca, Ali Naim Bey’le yaptığı iç diyalogda annesine dair neredeyse hiçbir şey yoktur. Bilinçli şekilde kenara itilen annenin akıbeti, Ali Naim Bey ile olan ilişkileri ve kahramanın zihninde annenin konumu muammadır.

Kahramanın geçmişini öğrendikten sonra konu kuşaklar arasındaki farka gelir. Türkçe öğretmeni olan kahramanın öğrencileriyle kurduğu sağlam köprünün yıkıldığı düşüncesi vardır. Kuşaklar arasındaki görüş ayrılıklarına rastladığımız iç içe geçen hikâyelerle Baran, “Ayak Sesleri” öyküsünü zenginleştirmekle kalmaz, bize üç kuşağın benzemeyişini, her bireyin kendi zamanına göre olayları yorumladığını hatırlatır. Edebiyat öğretmeni olan kahraman, öğrencileriyle arasındaki kopukluğu şu sözlerle dile getirirken gençlerin duygulara olan uzaklığına hayret etmekten kendini alamaz. “Sanki bir şiirde, bir öyküde insan hayatı, insana özgü duygular yok da, onlara yabancı gelen soyut bir uzay var.” (s. 66). Burada kahramanın belki de Edebiyat öğretmeni olması sebebiyle duyguları önemsediğine tanık oluruz; bu özelliğini iyi olarak belirtmemizde fayda var ancak yalnızca kendi bakış açısından baktığını, başkalarını yargılarken empati yapamadığını da eklememiz gerekiyor. Örneğin, oğlunun, öğrencilerinden bir farkı olmadığını söyleyen kahraman, annesi öldükten sonra onun ne güldüğünü ne de üzüldüğünü ekler. Bu sayede Baran’ın öykülerinde mutsuz kadınların haricinde sevinmeyi ve gülmeyi unutan bir çocukla karşılaşmış oluruz. Baba, oğlunun liseye başladığından beri sessizce, inat eder, öç alır gibi ders çalıştığını ekler. Bir gün, oğlunun defterinin arasında yazılmış şu dizelerle karşılaşır: “Sonra ölüm, sonra aşk, sonra dirim!”, “Bir kefen -kırmızı güllerden- ölümüm için…” (s. 66). Oğlunun hayattan bu yaşta böylesine tiksinmesi karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Bu dizelerle babanın düşüncelerinin aksine Hulki’nin büyük bir üzüntü ve yas yaşadığını, üstelik duygularını yaşından beklenilmeyecek bir olgunlukta dile getirdiğini görürüz.

Büyüdükçe babasıyla iletişim sorunu yaşayan Hulki, ailedeki tüm bireylerin birbiriyle çatıştığını kanıtlar. “Ayak Sesleri”nde belki de anne öldüğü için geriye kalanlar mutsuz, sevgisiz ve iletişimsizdir. “İnanmazsınız ama baba-oğul gibi değil, iki düşman gibi yaşarız birlikte.” (s. 67) cümlesi kahramanın kabul ettiği bir gerçekliğe dönüşür. Yukarıda oğlunun eve gelmesine sevindiğinden bahsetmiştik. Sevinmenin de ötesinde kötü davranışlarını kontrol etmek ister; örneğin oğlunu bir süredir, elinden geldiğince az azarladığından bahseder. Hatta kimi iyi duygularının da açığa çıktığını şu cümleden anlarız: “Bir oğlum olduğunu, varlığının içimi ılıttığını, onsuz yaşamın bir anlamı kalmayacağını ancak o zaman anlarım.” (s. 68). Fakat öykünün sonunda, gece yatmaya giden, kendi başına kalan baba iyiden iyiye korku duymaya başlar. A. Mecit Canatak’ın Bir Solgun Resim: Selçuk Baran’ın Öyküleri kitabında belirttiği gibi, “Ayak Sesleri” adının hikâyeyle bağlantısını kurarız, kahramanın karanlık olduğunda duyduğu ayak sesleri onun korkularından başka bir şey değildir. İletişimsizlik, yalnızlık, çaresizlik onu korkularıyla baş başa bırakır.

Selçuk Baran

Bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir konu daha olduğunu belirtmeliyim. İlkin Cumhuriyet gazetesinde yazı dizisi olarak yayımlanıp daha sonra kitaplaştırılan Berat Günçıkan’ın Gölgenin Kadınları adlı kitabında yer alan kendisiyle ilgili bölüme Selçuk Baran’ın mektupla verdiği cevabın bir kısmını burada paylaşmak istiyorum. Selçuk Baran burada gölge olmayı kabul etmiyor:

“GÖLGEYİ SEÇEN KADINLAR yazı dizinizin önsözünü yeni okudum. Biraz üzüldüm. Lütfen, siz de beni biraz daha gölgeye itmeyin. Ben iki kitap yazmadım, sekiz kitap yazdım… Yazı yazmayı son iki yıldır bıraktım. Nedeni de Türk okuyucusuna bir türlü ulaşamamam, bu yüzden okunamamam… Demek ki ben, okuruma yakın olmayı beceremedim, bu yüzden çekilmeyi yeğledim… Dizinizde yanlış ya da eksik bir bilgiye yer vermemek için mektubumdan yararlanacağınızı umarım.”

Kendisinin de belirttiği gibi geç yazmaya başlamış, yazmak için yaşamı daha çok tanımayı, deneyimlemeyi tercih etmiş biri. Elbette aynı zamanda hukukçu, iki çocuk annesi ve ünlü opera sanatçısı Ayhan Baran’ın eşi. Tüm bu etkenler onun geç yazmaya karar vermesine yahut mecbur kalmasına sebep olmuş olabilir. Esra Dicle Başbuğ, Baran’ın 1950’lerde konu edilen varoluş meselelerini 1970’lerde devam ettirmesini okunmamasına gerekçe gösterir. Ayrıca o dönemde siyasi meseleleri konu alan yazarların okunduğunu ve Selçuk Baran’ın kişiliği ve tercihleri sebebiyle edebiyat çevresinde olmamayı, özgür kalmayı seçmesini de bu gerekçelere ilave eder.

Yazmaya geç başlaması, siyasi konulara mesafeli duruşu, edebiyat çevresine girmek istememesi ve okuruna ulaşamadığını düşünüp yazmayı bırakması… Sebep her ne olursa olsun hikâyelerine konu ettiği gölge karakterlere dönüşmek istememiş biri Selçuk Baran. Gölgede kalmayı kabullenmiyor, okuru tarafından anlaşılmak istiyor; kırılgan ve farkındalığı çok yüksek, tıpkı yarattığı karakterler gibi. Bize gölge değil aksine ışık olup çok şey anlatmaya devam ediyor.

Başak Çeliktemel

Kaynakça

Selçuk Baran, Arjantin Tangoları, Yapı Kredi Yayınları, 2.baskı, İstanbul, 2021.

A. Macit Canatak, Bir Solgun Resim: Selçuk Baran’ın Öyküleri, Birleşik Yayınları, Ankara, 2011.

Esra Dicle Başbuğ, Murat Yalçın, Selçuk Baran’ı Keşfetmek, Murat Yalçın’ın Esra Dicle Başbuğ ile Yapı kredi Kültür Sanat Yayıncılık kapsamında yaptığı söyleşi. Link.

Berat Günçıkan, Gölgenin Kadınları, Agora Kitaplığı, 2.baskı, İstanbul, 2008.

Ankara Öykü Günleri kapsamında düzenlenen “Selçuk Baran Öykücülüğü” panelinde Senem Dere’nin konuşması. Link.