Ara ara yayıncılık hatıralarımı karalarken, İstanbul’dan getirip yanımda taşıdığım evrak, belge, fotoğraf, mektup, vb. kolilerinin içinde sekize katlanarak bir kenara sıkışmış, 20 yıllık bir naylon poşet buldum. Kısmi beyaz zemin üzerine kırmızı rengin hakim olduğu, kitap formunda küçük turuncu şekillerin saçıldığı, alt kısmında “el placer de LEER” (okuma keyfi) yazılı, ince bir poşetti. Kenarında büyük harflerle “EVEREST” yazıyordu.

1999 yılı sonbaharıydı. Sistem Yayıncılık’ın genel yayın yönetmenliğinden ayrılmıştım ve Alfa Yayınları’na arka arkaya çeviriler yapıyordum. Yayınevinin sahibi Faruk Bey (Bayrak) beni kendi adlarına yayınlanabilecek kitap bakmak için Frankfurt Kitap Fuarı’na davet etmiş, hızlı trenle 50 dakika mesafedeki Mannheim’dan bir otelde kaldığımız Frankfurt’a gidip geldikten sonra da kendilerine yayın yönetmenliği yapmamı teklif etmişti.

Ayları yanlış hatırlamıyorsam, 2000 yılı ilkbaharı yöneticilerin nasıl bir yayınevi istedikleriyle ilgili toplantılarla geçti. Alfa Yayınları ağırlıklı olarak bilgisayar, anne-baba-çocuk ve self-help türü kitaplar yayınlıyordu çünkü. Ayrıca, dağıtımları ve matbaaları vardı. Faruk Bey, “Osman Bey, sizden bir Metis, bir Ayrıntı istiyoruz,” diyordu. Kardeşi Vedat, “Bizim de bir Mimar Sinan’ımız olsun istiyoruz,” diyordu.

Bu içerikte konuşmalar ve toplantılar yaparken, o sırada aynı sokakta (Cağaloğlu, Çatalçeşme Sokak) Gendaş Yayınları’nın editörü olan ve E Dergisi’ni çıkaran, Taşlıtarla’nın mahcup şairi Adnan Özer’e de benzeri bir teklif yaptıklarını öğrendim. Metin Celal’in yeni anı kitabı Bir Şiirdi Geçen Yıllar’da (Çolpan Kitap, 2022) andığı gibi, yeni bir proje olduğunda “Varım” demeye hazırdı herhalde yine Adnan. Dahası, Adnan’ın aynı yayınevinde çalışan Hasan Öztoprak’ı da beraberinde getirmek istediğini ve Alfa yönetiminin Hasan’ı veto ettiğini dinlemiştim. Patronajın bana teklifinden sonra başka editörlere de teklifte bulunurken aklından ne geçtiğini bilmiyorum; ama “ayinesi iştir kişinin” misali, ben işime bakardım. Onlar belli ki birinci lige çıkmak istiyorlardı. Benim kırmızı çizgimse, editoryal bağımsızlıktı. (Üç yıl boyunca işledi bu yapı; karıştıkları ânda da bitti.)

Toplantılar artık beşliydi: Yayınevi sahipleri olarak Faruk Bayrak ile kardeşi Vedat Bayrak, eski editör Ünal Bey, ben ve Adnan.

Benim önerim, ayrı bir marka ismiyle yeni bir yayınevi kurulması; kurulacak bu yeni yayınevinin edebiyat-siyaset-inceleme ağırlıklı olması ve Alfa Yayınları’ndan ayrı bir kulvarda koşmasıydı. Hatta, “Dilerseniz kendinizi Alfa Yayın Grubu olarak ilan eder, başka markalar da katarsınız. Batı yayıncılığında trend bu yönde,” diye ekliyordum.

Bu düşünce genel bir kabule dönüşünce, yeni yayınevine isim koyma tartışması başladı. Bir hafta on gün içerisinde; çoğu Çelik Gülersoy’un elinden geçmiş, devrin Fransa cumhurbaşkanı Mitterand’ın da kaldığı bir butik otel olan Yeşil Ev’in bahçesinde yapılan toplantılarda, şimdi bir tekini bile hatırlamadığım on beş-yirmi isim üzerinde durduk. Sanırım en çok üstünde durduğumuz, Adnan Özer’in önerisi olan Everest Yayınları’ydı. Belki diğer isimler daha çarpıcı değildi, belki de oylama yapmıştık. Sonuçta bu öneri kabul edildi.

Sonrası, rutin bir yayınevi kuruluş hazırlığıydı. Yine Adnan’ın tanıdığı olan, sonradan çok yakın dost olduğum ve ne yazık ki erken kaybettiğimiz Mithat Çınar yeni marka Everest’in bütün görsel konseptini hazırladı. İlk beşi 2000 yılı Eylül ayında yayınlanacak kitapları hazırladım. Bir telif ajansında tesadüfen rastladığım, sevgili Mehmet Harmancı’ya çevirttiğimiz Tariq Ali’nin Ayna Korkusu romanı ile yakın zamanda hayata veda eden Javier Marias’ın Ufkun Öte Yanı, ilk beş kitaptan ikisiydi. (Şimdi bakıyorum da, aradan 22 yıl geçmiş. O dönem terim olarak uydurduğumuz “etkileşimli editörlük”le, önce Adnan’ın, sonra da benim Haziran 2003’te ayrıldığımız yıllarda 200 civarında kitabı hazırlayıp yayınladık.)

2000 yılı sonbaharında Frankfurt’a ekip olarak gitmiştik bu defa. Bu fuar zamanı içerisinde bir ara, İspanyol yayınevlerinin bulunduğu pavyonda, tabeladan önce bir naylon poşet dikkatimi çekti. Üstünde “Everest” yazıyordu. Hemen bir tanesini aldım, sonra tabelaya baktım. “Editorial Everest” standıydı. Gülümsedim, poşeti çantama yerleştirdim.

Uçakta hiç bu konuya değinmedim; baş başa değildik ne de olsa. İstanbul’a döndükten sonra ofiste nihayet yalnız kalınca sordum Adnan’a, “Everest Yayınları ismini önermek nereden aklına geldi?” diye. “İşte, Everest dünyanın en yüksek dağı, tepe, görkem, heybet, erişilmezlik, bilirsin…” gibi şeyler söyledi.

Ben de güldüm. Usulca çantamdan, Frankfurt’ta aldığım poşeti çıkardım ve iki elimle tamı tamamına açıp karşısında gösterdim.

İspanyolca’yı çok sevdiğini söyleyen, İspanyolca’dan çeviriler yaptığını okuduğumuz, gençliğinde Çırak-Der yöneticisi olarak Küba’ya gidip çok etkilenmiş Adnan, yine o renkli ceketlerinden birinin içinde suçüstü yakalanmış gibi gözlerini kıstı, poşete baktı, sonra gülümseyip, “Aman ha, fazla karıştırmayalım istersen,” dedi.

Hola, Adnan!

Osman Akınhay