The Wonder, Emma Donoghue’un romanından uyarlanan bir Netflix filmi. Yönetmen, kadınları odağına aldığı Gloria, A Fantastic Woman gibi filmlerle tanıdığımız, Şilili yönetmen Sebastian Lelio. Dünya, son yıllarda tanıdığım bazı genç Şilililerin sayesinde –misal, Zambra– biraz daha sevimli dönüyor sanki.
Film şu ön sözle başlıyor: “Hikayeler olmadan hepimiz birer hiçiz. O yüzden sizi bu hikayeye inanmaya davet ediyorum.”

Sadece izlemeye değil, özellikle inanmaya çağrıldığımız film, modern bir depoda başlayıp geri geri giden uzun bir yolculuktan sonra bizi İrlanda’nın yemyeşil kırlarına bırakıyor. Patates kıtlığı olarak da bilinen Büyük İrlanda Kıtlığından birkaç yıl sonrası, fakat kıtlığın etkileri halen devam ediyor. Oldukça dindar, küçük bir köy. Bataklık işçisi olan fakir ailenin kızı Anna (Kila Lord Cassidy) tam dört aydır yemek yememiş, buna rağmen sağlığı yerinde ve çoğunluk bunun Tanrı’nın bir mucizesi olduğuna inanıyor. Aralarında papaz ve doktorun da bulunduğu bir komite bu durumu araştırmaya karar verir, kızı sürekli gözlemlemeleri için bir hemşire ve bir rahibeyi vardiyalı olarak görevlendirir. Çünkü komitenin her üyesi, hayal ettiği sonucun çıkması için uğraşmaktadır. Papaz, küçük kızdan uzun süredir hasretini çektikleri bir azize çıkarma peşinde, doktor somut olmayan bir besin keşfetme derdinde, aile kızlarının seçilmiş olduğunu düşünmekte, kimisi de bu saçmalığı bir an önce bitirmenin derdinde. Gözlemlemek için seçilen rahibe ve hemşireye baktığımızda hikayenin bizi din-bilim karşılaştırması ve çatışmasının ortasına savuracağını bekliyoruz. (Din-bilim çatışması. Yüz yıllardır süren ama her seferinde dinin galip geldiği çatışma. En azından bizim topraklarda.) Görünüşte din-bilim çatışması gibi görünse de altından istismar, ensest gibi korkunç hikayeler de çıkıyor. Özellikle hemşire Lib Wright rolündeki Florence Pugh’un muhteşem oyunculuğu bizi hikayenin karanlık tarafına adım adım çekiyor. Lib Wright, Londra’dan çağrılmış bir hemşire. Kırım savaşında da bulunmuş, birçok askeri kurtarmış, birçoğu son nefeslerini verirken yanlarında bulunmuş, hikayelerini dinlemiş. Adeta bir Florence Nightingale. Neden Londra’dan çağrıldı, İrlanda’da hemşire yok muydu, bilmiyorum. Ama hikayenin akıl, sağduyu, vicdan kısmının İngiltere’den tedarik edilmesi İrlanda tarihi göz önünde bulundurulduğunda çok da sevimli durmuyor.
Çıktığımız yolda en iyi kılavuzumuz yine de hemşire Lib oluyor. Çünkü kendisinden istenilen gözlemleme işini daha da ileri götürerek olayın hasıraltı edilmeye çalışılan karanlığını gün yüzüne çıkarmaya çalışıyor. Paçalarından erillik akan komitenin tüm engellerine rağmen, bağnaz inançları uğruna çocuklarını ölüme sürükleyen aileye rağmen başarıyor da. Bunu yaparken bizi kendi acılı geçmişine de, ona yardım eden tek kişi olan gazeteci William Byrne’nin (Tom Burke) geçmişine de götürüyor.
Lib ile birlikte, İrlanda’nın rüzgarı yüzümüze çarpa çarpa, kasvetli karanlığında, yere yakın küçücük pencerelerinden sızan ışığı takip ede ede bizden saklanılanı bulmaya çalışıyoruz. Ve bulduğumuza inanmaya. Filmin açılış ve kapanış planları, yaşanılan hikayenin bir zamanı olmadığını, bunun sadece bir örnek olduğunu da aklımızda tutmamız gerektiğini hatırlatıyor. Tam dört defa oyuncularla göz göze geliyoruz ve aslında hikayenin dışında değil, bizzat içinde olduğumuzu da hissediyoruz.
Nitekim isimler yabancı, mekan yabancı ama hikaye çok tanıdık. Bağnazlığın insanları hapsettiği korkunç karanlığın çocukları nasıl yuttuğunu yakından defalarca gördük, izledik. İnançlı geçinen çevrelere emanet edilen çocukların yaşadığı toplu tecavüz ve istismarların, nasıl da cezasız kaldığını gördük. Bir çocuğun sadece bir çocuk olmasına tahammül edilmediğini, kabullenilmediğini, ailelerin, toplumun, devletin kendi bekası için mevcut tüm karanlığını onların zihnine nasıl boca ettiğini gördük. İnsanların omuzlarına yüklenilen inanç yüklerinin onları ve çevrelerini ne hale getirdiğini gördük. Dünyanın gün geçtikçe bilimden, bilime inanmaktan nasıl da uzaklaştığını gördük. Yüz yıllar önce, bir parça ışık için mücadele eden ve bu uğurda canını veren insanların mücadelesinin nasıl da hiçleştirildiğini ve her çağın aynı mücadeleleri yeni baştan başlatmak zorunda kaldığını gördük. Ve tıpkı Anna’nın oynadığı “içerde, dışarda” oyununda olduğu gibi kendimize sormamız gerekir belki de: Hikayenin neresindeyiz? Esas mucize nedir, nerededir?
Filmi izlerken sadece bir çocuğun değil aynı zamanda kadınların da sıkıştırıldıkları küçük alanlara şahit oluyoruz. Ve şahit olduğumuz her şey gibi bu da öfkelendiriyor bizi: Lib’in tüm profesyonelliğine rağmen komite üyelerince, “senin işin sadece gözlemek, başka şeylere karışma” diyerek ayar verilmesi, alttan alta sürekli küçümsenmesi, Anna’nın annesinin körkütük inancından dolayı kızını bile ölüme terk etmesi, Lib’in kaldığı evdeki kadının onca çocuğa bakmak zorunda kalması…
Ama filmin sonunda Lib ile Anna’nın yakınlaşmaları, birbirleriyle kurdukları sağlam bağ, yönetmenin önceki filmlerinden aşina olduğumuz kadının gücünü çok iyi çizen çizgisini hatırlatıyor.
Filmi izlerken merak ettiğim şeylerden biri de görüntü yönetmeni oldu. Sanırım Ari Wegner ismini uzun süre unutmayacağım. Filmin muhteşem görüntülerini de.
Roza Alkan