Salâh Birsel’in “Yapıştırma Bıyık” adlı deneme kitabından aynı adlı denemeyi tadımlık olarak sunuyoruz.

Erskine Caldwell, hemen hemen bütün öykücülerin zaman zaman, niçin tiyatro oyuncusu, bankacı ya da kundura satıcısı olmadıklarını kendi kendilerine sorduklarını söyler.

Bu, yazarlığın bankacılık, satıcılık ya da bahçıvanlık gibi çalışarak ve patlayıp puflayarak elde edilebilecek kantarsal bir nesne olduğu görüşüne çanak tutarsa da Caldwell’in gerçekte anlatmak istediği, yazarlığın, insanın ağız tavanını çökerten ya da ciğerlerini ağzına getiren bir iş olduğu ve yazarların bir yerde, yaptıkları işten bunalıp, “Yetişin bitiyorum” çığlıklarına yapıştıklarıdır.

Yazarlıkta ilk zorluk gözlemle başlar.

Gözlemin ne başı, ne sonu vardır.

Yürüyecek, oturacak, kalkacak, gerdeğe girecek ve boyuna gözlem atıştıracaksın. Hele işe, az biraz bilimsellik salçası da bulaştırmak istiyorsan, bir ıslık, havadarlarını toplayacak, takım çalışması döktüreceksin.

Çarliston marka bir uğraştır bu. Ama Sanchez’in Çocukları, İşte Hayat adlı kitapların yazarı Oscar Lewis bunun üstesinden gelmiştir. Hele ikincisini yazmadan önce yapıta girecek gerçek kişilerin (Porto Rikoluların) yaşamlarını aylarca –yardımcıları ile birlikte– incelemiş, öykülerini bir bir ses makinesine çekmiştir. Dahası var; yazarımız söz konusu kişilerin evlerindeki eşyaların, giyeceklerin, resimlerin, kitapların, evcil hayvanların tüm listesini de çıkartmıştır.

Aralıkta, komşu ve hısım ilişkileri, ailelerdeki iş bölümü, gelir ve giderler, politika, din ve dünya görüşleri de belgelere bağlanmıştır. Kendisine dışardan yardım edenler de çok olmuştur. Porto Riko Toplumsal Çalışmalar Okulu’nun bir öğretim üyesiyle öğrencileri ona alt-tabaka aile yaşamları üzerine birçok bilgiler aktarmışlardır. Bir şehirci ise, şehirleşme konusundaki bütün sorulara yanıtlar yetiştirmiş, bir uzman da Porto Rikoluların kalkınmalarıyla ilgili birtakım istatistikler sağlamıştır.

Nah sana guguk, edebiyat ürünü sadece gözlem de değildir.

O gözlemleri sıralamak, kabuklarını soymak, ayıklamak, tartmak, birbirleriyle karşılaştırmak da gerekir. Bir başka deyişle, gözlemler seçilir. Bu işin hartası, purtası olmadığından da herkes kendi gönlüne yatkın olana el atar. Virginia Woolf, bitmez tükenmez anlatımlara girişmemek için insanların konuşmalarını, olduğu gibi, kılçıklarına bile dokunmadan, yazılarına boca etmeyi yeğleyecektir. Nedir, insanların laf orucuna girdikleri yerde bu yöntem topu atar. Mayakovski, buna karşılık, gözlemleri tersyüz etmekten hoşlanır. Ilya Ehrenburg, onun “Çocukların nasıl öldüğünü seyretmeyi severim” dediği halde bir atın kırbaçlanmasına bile dayanamadığını anlatır.

Öte yandan, gözlemleri harmanlamak da, günlük yaşamda sık sık yinelenen bir sözle söyleyelim, çok el tutar. Yazarın zekâ ve duygu düzeni ise gözlemler üzerinde çokça oyalanmamak, kendi görüş ve düş gücünü egemen kılacak sonuca bir ayak önce varmak ister. Kaldı ki, dış algılara, doğada bulunmayan, salt sanatçının kafasında oluşan görünümler kazandırılmazsa gözlemler de beş para çalışmaz.

Gözlemlerin sırtına bu görünümleri geçiren ise yazarın dilidir. Buna, gözlemlere renk vurulması da denebilir. Gözlemlerin oluşturduğu bütün sözcükler yandım-alamadım basmaları gibi firuze mavisi, Türk yeşili, krom sarısı, üstübeç beyazı, açık turuncu, nar çiçeği, erguvan ve daha bilmem ne boyasına yatırılır.

Bir başlarına iken ağızlarını bıçak açmayan sözler dilin o kavurucu nefesini ense köklerinde duyar duymaz da bir canlılık, bir parlaklık denizinde yüzmeye başlarlar.

Burada Çehov’a bir çağrı çıkarmamız yerinde olacaktır.

Elsa Triolet, Çehov’un diyaloglarına arka-yazı adı verildiğinden açar ve onları yüksek sesle söylenen sözcüklerin berisinde sessiz sessiz akıp giden bir deniz altı akıntısına benzetir. Yapıtlara derinlik ya da üçüncü boyut kazandıran da arka-yazının ta kendisidir.

Bir de Cahit Sıtkı Tarancı’nın artık unutulmuş bir dizesine el atalım:

Paydos bundan böyle çılgınlıklara…

Bu dizede söylenen şeyler, hiç kuşku yok, başka kalıplarla da dile getirilebilir. Ama Tarancı, birçok deyiş biçimleri içinde bunu yeğlemiştir. Ona göre de bu, en üstün, en eksiksiz bir kalıptır. Ne var, şairimiz, bu dizeye en aykırı bir dizeden yola çıkmış, dilin, yani o arka-yazının o gizli ve büyülü kamçısını onun üstünde şaklatmıştır.

İtalyan şair-i mahirlerinden Ungaretti bu dil işine, bir de tinsel değişmeyi ekler. Ona bakarsanız bu, Dante’den gelen bir terimdir. İşte Ungaretti’nin sözleri:

– Dante, Şölen’inin ikinci kitabında Kutsal Kitapları yerinel (alegorik), töresel, yoruma yer vermeyen (anagojik) ve yorumsal olarak dört türe ayırırken, o tinsel değişmeyi –ki şiir dünyayı onunla ışıldatmaktadır– anlayanların sayısının pek az olduğunda bizi uyarır. Çünkü “en gizli işlerde, insanın arkadaşı pek yoktur.”

Bencesi, tinsel değişmeye de pek kulak asmamak gerekir. Çünkü onun yaptığı işi, yani dağınık sözcüklerden şiir çıkarma işini, dil de yapar. Hem dil, bunu yapmıyorsa, ne yapıyordur?

Lafı, buraya değin sürükledikten sonra bize yaraşan şey, dilin yaratıcı güçten başkası olmadığını fıslamaktır.

Kısacası, yazarlık yapıştırma bıyık değildir.

Yazarlar, günün yirmi dört saati, üst tetikte bulunarak pek hoşforoş kesilirler.

Adaaam, burada bir de Anatole France’ın bir sözüne perende attıralım:

– Yazı yazmadan mutlu yıllar yaşamıştım.

Salâh Birsel

Salâh Birsel’in Sel Yayınları tarafından yayımlanan kitaplarını incelemek için tıklayın.