9.Kasım.22
Gerek kitaplarda yer alan gerek dergilerde yayımlanan öykülerde baskın bir eğilim göze çarpıyor: Öyküler, birinci tekil anlatımıyla kuruluyor. Teknik anlamda yazarın kolayına gelen bir şey tabii bu, ama bir süre sonra okuyanı sıkmaya başlıyor. Hele hele her şeyin açık açık anlatıldığı (yani okura güvenmeyen, okurun zekasını hiçe sayan) öyküler, anı ya da otobiyografi okuyormuş hissini uyandırıyor. Öykünün anlatımında, yazarın dilinde ve üslubunda da bir fevkaladelik yoksa (ki genelde olmuyor) öykü okumak, giderek daha az kişinin ilgi alanına girmeye başlıyor haliyle. Ben Türkiye’de, kendisi öykü yazmadığı halde sıkı öykü okuru olan kaç kişi var cidden merak ediyorum. Hoş, ikinci baskıyı gören öykü kitaplarının başarılı sayıldığı bir yerde bu merak lüzumsuz çünkü rakamlar ortada duruyor. Moral bozucu, motivasyon kırıcı birtakım rakamlar.
Öyküde en belirgin olması gereken özelliği (anlatmaktan ziyade göstermeye dayanmasını) ara ki bulasın. Her şey anlatıldığı zaman erotizm kayboluyor, iş pornografiye dönüyor. Duyguların pornografisine.
12.Kasım.22
Berkun Oya’nın yazıp yönettiği Cici filmi, aile içi hesaplaşma, aile travmaları gibi konulara doyduğumuz için değil sadece, gereğinden fazla uzun ve sündürülmüş olduğu için, hiçbir sürpriz taşımadığı için, –yönetmenin “Bir Başkadır” adlı dizisinde olduğu gibi– karakterler derinleşmediği için de kötü.
Yine de, bir saat kadar daha kısa olsaydı, bazı kusurları örtülmüş olurdu. Daha cici bir film olabilirdi.

Öte yandan, Ferit Karahan’ın Okul Tıraşı filmi, hem meselesi hem de meselesini anlatışı bakımından çok iyi bir film. İyi yazılmış bir öykü gibi akıyor, tek bir yerde bile sarkmıyor, sünmüyor. Bütün ayrıntılar, anlatının derdine çok iyi hizmet ediyor. Okul, en büyük ve en güçlü tahakküm araçlarından biri. Birey biçme makinesi olarak okul.
13.Kasım.22
Claire Keegan’ın (Umay Öze çevirisiyle) Jaguar Kitap tarafından yayımlanan Böyle Küçük Şeyler adlı metni (novella ya da uzun öykü denebilir), Katolik Kilisesi ve İrlanda Cumhuriyeti işbirliğiyle işlenen korkunç bir felaketi, Magdalene Çamaşırhaneleri adıyla bilinen zulümhaneleri ele alıyor. Fakat hikayesini küçük bir hayatı olan, sıradan mı sıradan Bill Furlong karakteri üzerinden kuruyor. Birtakım sorular ortaya koyuyor metin: Tanık olduğumuz kötülükleri görmezden gelerek görece rahat ve huzurlu hayatlarımızı (hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi) sürdürmeye devam mı etmeli yoksa “küçük” de olsa bir şey mi yapmalı?

Kurumsallaşmış kötülüğü ancak örgütlü bir mücadele sonlandırabilir, doğru, fakat herkesin aslında bildiği, bilmezden geldiği bir kötülüğe tanık olduğumuzda ne yapacağız? Claire Keegan, büyük büyük laflar etmeden, bu meselenin ve soruların etrafında kurmuş hikayesini. Bill Furlong karakteri de çok iyi çizilmiş. Bill’in, Bill gibilerin “küçük” cesaretleridir belki de kötülüğün karşısına dikilecek olan.
Hepimizin bildiği gibi, örgütlü ve kurumsallaşmış kötülüklerle çevrili küçük adalarımızda yaşıyoruz. Bir kötülük deniziyle çepeçevre sarmalanmışken böyle yaşamaya devam mı edeceğiz? Edebilecek miyiz?
17. Kasım.22
Kırkıma yaklaşıyorum. Bugüne kadar memleketin tek bir gün aydınlık olduğunu, kaygısız geçen tek bir dönemi hatırlamıyorum. Fakat bu kadar karanlık da olmamıştı herhalde. İşin en kötü yanı, hiçbir umut ışıltısı yok. Bu ülkede yaşamak için umutsuzluğa şerbetli olmak gerekiyor. Çok şükür, öyleyiz.
***
İnsan kötülüğü öyle dizginlenemez, öyle önü alınamaz bir şey ki dünyada hiçbir şey onun sınırsızlığıyla yarışamaz. Tarih denen kurmacaya bakalım; savaşlar, katliamlar ve zulümle dolu olduğunu açıkça görürüz. Başka bir şey bulamazsınız orda. Milliyetçilik başta olmak üzere tüm ideolojiler insan kanı dökmüştür. Başka bir şeye yaradıklarını gören varsa beri gelsin.
Ya dinler? Dinler dediğimizde çok büyük bir küme karşılar bizi, hadi daraltalım kapsamı biraz, İbrahimi dinlerin metinlerine, kutsal metinlere bakalım. Bunların hiçbirinde insanı kötülük yapmaya teşvik eden bir şey bulamazsınız (anakronik okuma yapmamak şartıyla). Aksine, insan kötülüğünü dizginlemek, düzeni sağlamak, huzur getirmek için ortaya çıkmıştır dinler. İlk çıktıklarında her zaman devrimci olan dini inanışlar bir süre geçip kurumsallaştıkça, geleneklerle karman çorman oldukça organize kötülük makinesine dönüşürler. Fakat her metin türü gibi dini metinler de yoruma muhtaçtır. Sıkıntı burada başlar: yorumda. Peki, neden hep kötülük üretmek üzere yorumlanır dini metinler? Çünkü, tekrar edelim, insan kötülüğünün sınırı yoktur. O her şeyin, iyiliğe vesile olsun diye kendisinin yarattığı şeylerin bile altını oyar. Karamsar gelmesin söylediklerim, gerçek bu.
Hamiş: Milliyetçilikten kastım tüm milliyetçilikler. Hemşericilikten tutun etnik milliyetçiliğe kadar. Hiçbir milliyetçilik türü masum değildir. Ve kişiyi körleştirir. Büyük resim diye bir şey varsa gerçekten, işte onu görmeyi imkansız hale getiren en büyük şeydir milliyetçilik. Yoksulluğun, adaletsizliğin, hukuksuzluğun üstünü kalınca örter. Bayraklar en çok bunun için kullanılır.

Aziz Nesin’in “Geriye Kalan” kitabında okumuştum sanırım. Şu meşhur mutsuz palyaço hikayesi: Adamın biri psikoloğa gider. Çok mutsuzum doktor der, hayatın hiçbir anlamı yok. Yaşamak istemiyorum artık. Vesaire vesaire. Psikolog, adamı pencerenin önüne getirir, perdeyi açar. Bakın şu karşıdaki afişi görüyor musunuz diye sorar. Palyaço afişidir bu. Gidin, biraz gülün. Adam, doktor der, o palyaço benim.
***
Bir kötülük denizinde boğulduğumuzu unutmadan (yapılacaklar bellidir oysa, ama ona cesaretimiz olmaz her zaman), neler yapabiliriz? Sizi bilmem, hayat denen bu saçma oyunu anlamlı ve güzel hale getirmek için bir şeye, bir meşgaleye deli gibi tutunmak gerekir bence. Aksini düşünmek bile, dibi olmayan bir boşluğa düşüyormuş hissi uyandırıyor bende. Saçma da olsa bir uğraş edinmek. Zamanını hesapsızca ona vermek. Emeğini hiç sakınmadan sarf etmek. Benim naçizane çözümüm, kendi kusurlu yolum bu. Adım Hıdır, memnun oldum.
18. Kasım.22
Arkadaşlarımın artık neredeyse birer yetişkin olmuş çocuklarıyla konuşurken kendimi gözlemlemeyi ihmal etmiyorum elbette. Kendimi kendime hatırlatmak için aldığım notlar: Anı anlatmaya başlama hemen. Öğüt hele, hiç verme! Ya da öğüt vermenin uygunsuz bir şey olduğunu bildiğinden, örtülü öğütler (kimse anlamıyor sanki öğüt verdiğini, amma da zekisin!) saçma ortalığa sakın. “Bizim zamanımızda…” ile başlayan cümlelerden uzak dur.
Onur Çalı
Bilirizki sen bizim ulu avazımızı, taa buralardan yarının ötesine taşıyan;murç ile çekicin usta tutuşunu meslek edinen bilgemizsin.
Yolun açık olsun.
Sana nasihat haahhhh.Haddimize çok gelir.
Kendimize dair izler bulduk pek sevindik;) Ama anı dinlemekten çok hoşlanan bazı gençler de varmış bilgin olsun.