Bilhassa pandeminin başından beri Türkçe öykülerde yavan bir tat var. Bunun sebebi benzer konuları benzer biçimlerde yine benzer bir üslupla ele aldıklarından olsa gerek. Bir ara, romantik köycülükten bıkmıştım. Hangi dergiyi açsam “otlu peynir kokusu” yahut “ninem” çıkıyordu karşıma. Kentli bireyin köyüne duyduğu özlem çokça işlendi. Son zamanlarda ise kentli bireyin bunalımı o kadar çok işlendi ki birçok öykü aynı tornadan çıkmış gibi. Benzer sahneler görüyoruz: İş mülakatı, televizyon programları, kenar mahallede yaşam, birahane, meyhane, metrobüs, aklınıza ne gelirse… Benzer sahnelere rastlamak gayet olağan bir durum olsa da benzer “içi boş” sahnelere rastlamak olağan dışı. Artık anladık, modern birey yalnızlık çekiyor, dünyaya atıldığını hissediyor, dikiş tutturamıyor, kaçamıyor, hapsolmuş durumda sisteme. Zaten bu sistem de bıktırdı. Adına kapitalizm mi dersiniz neo-liberalizm mi dersiniz milliyetçi diskur mu simülasyon mu şeffaflık toplumu mu dersiniz bilemem fakat biraz aklı başında olan herkesin bilincinde olduğu ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisine dayalı bir eşitsizlik söz konusu. Herkesin malumunun son derece didaktik, gözümüze sokarcasına temcit pilavı gibi farklı farklı tabaklarda okura sunulması usanç verici. Bunca öykü kitabını altını çize çize okumama rağmen hemen hemen hiçbirinden tek bir cümle dahi kalmadı aklımda. Zira çoğu metnin teması sanatsal yönünden ağır basmakta. Başka bir deyişle mesaj kaygısının yön verdiği öyküler söz konusu: Önce zarf mı mazruf mu? Kentli bireyin bunalımını sistem eleştirisi ekseninde ele alan öyküleri okuyun, gerçekten ne anlatıyor? “Otlu peynir” kokan öyküleri masaya yatırın, içlerinde ne var? Sanata dair bir şey yok. Burada isim vermeye, alıntı yapmaya gerek duymuyorum. Yetkin örneklerden bahsetmek daha doğru geliyor.

Türkçe yazında öykü deyince Cemil Kavukçu’nun ismi her daim zikredilir. Neden? Son kitabı “Boş Zamanlar” yakın zamanda yayımlandı. Temel mekân kasaba. Kasaba nostaljisi de var, sistem eleştirisi de var, aile ilişkileri de irdelenmiş, aydın bireyin bunalımı da var, kısaca yukarıda bahsettiğim aynı tornadan çıkmış öykülerde işlenen her unsura değinen ince bir kitap. Ancak çok temel farklara sahip: Birincisi mesaj kaygısı veya konu, sanat eyleminin önüne geçmemiş. Yazar, açmıyor, açıklamıyor, fâş etmiyor, göstermiyor ama sezdiriyor. Üsttekilerin aksine okuyanlara değil okurlara hitap ediyor. İkinci olarak, temas edilen tüm bu konulara rağmen temel bir sorunsalın peşinde Kavukçu ki bunu kitabın başındaki alıntıdan da anlayabiliriz, Peter Esterhazy’den: “Gerçek hikâyeler sadece uydurulan hikâyelerdir.” Buradan hareketle karşımızda gerçek-uydurma ilişkisini irdeleyen, edebiyatın ciddi sorunsallarından birine yine edebiyatla yanıt arayan, en önemlisi de bu yanıtı okura doğrudan vermeyen bir metin kurulu. Bu kurguda sobadan kediye, kediden masanın ayağına, masanın ayağından tahta kurusuna kadar bütün göstergeler de bir işleve sahip. Konu çok sade gibi: Çoban olarak bilinen bir adam pavyonda çalışan platonik aşkını köyüne getirmek için bir pavyon açıyor. Tabii ki birçok yan karakter konuya müdahil. Ancak pavyonun açılışına dair herkes farklı bir hikâye anlatıyor. Kesin bir gerçeklik yok. Gerçeklik göreceli çünkü hayat bir laboratuvar değil. Anlatılanlar deney tüpünün değil hayatın içerisinde olduğu üzere de bilimsel gerçeklik yok, aksine insanın, insanların kendi gerçekliği, gerçeklikleri var. Bu gerçeklik de kadim çağlardan beri anlatıya dayalı. Yani aslında bizim gerçek sandığımız kurmacadan, uydurmacadan ibaret. Bunları okurken edebiyatın temel bir işleviyle hemhal oluyor okur: Şaşırtmaca. Kavukçu’nun öyküleri birbirleriyle ilintili olsa da müphem yapıları okuru şaşırtmayı başarıyor. Diğer öykülerde ise tepkim “Evet, biliyoruz.” yahut “Tamam, anladık.” cümlelerinden öteye geçmiyor çünkü vasatlar çünkü şahit olduklarını teknik bir kurguya, teknik bir üsluba yaslarken bir metnin çok katmanlı olması gerektiğini, çeşitli açılımlar doğurması gerektiğini ıskalıyorlar. Maalesef ki neo-cemaatçilik yahut kankacılık sayesinde “sen beni etiketle ben de seni” yahut “sen cama tırman ben sana hayran” düsturuyla sanal bir yer ediniyorlar. Biz de vasatın minima moraliasına ve estetik algısına maruz kalıyoruz. Teknikte, üslupta kusurlu olsa da okurda farklı pencereler açmaya meyilli pek çok metin ya yayımlanmıyor ya da düşük bütçeli yayınevlerinden yayımlanıyor. Düşük bütçeli yayınevinden çıkan kitaplar da dağıtım sorunundan reklam sorununa kadar birçok engele takılıyor. Üstelik, eleştiri yazılarına yer veren mecralar da reklam sayesinde var olduğundan bu metinlere dair inceleme yazıları görmek güç. Kankacılıkla birkaç haftada ikinci baskıya giren vasat kitapların yanında işbu metinler 30-40, şanslılarsa 80-100 satıyor. Rekabet şansı sıfır. Rekabet ortamı yok. Bu noktada aklıma Van Gogh örneği geliyor. Kimse beğenmiyor resimlerini. Sanat simsarı olan kardeşi dahi adını duyuramıyor. Neticede iki kardeşin vefatından sonra Van Gogh’un yengesi sayesinde tanınan resimlerine bugün paha biçilemiyor. Ancak hiper-iletişim çağında, bağımsız dijital mecraların olduğu bir dönemde bu tarz hazin öykülere rastlamanın gereği var mı, bilemiyorum. Belki de tam da bu sebeplerden dolayı vasatlığa teslim olmuş durumdayız, bunu da bilemiyorum.
Gelelim editör bahsine. Tashih hatalarına son zamanlarda giderek sık rastlar olduk. Öyle kitaplar var ki editör eli değmemiş gibi. Bırak editör olmayı dikkatli bir gözden kaçmayacak mantık hataları mevcut. Geçen gün bir kitap aldım elime, daha ilk öyküde üstelik aynı sayfada aynı kelime farklı yazılmıştı: Hanımefendi-hanfendi. Üslupta tutarlılık, kelime kadrosunda tutarlılık, kısaca dilde tutarlılık nerede? Üstelik buna benzer pek çok hataya rastlamakla birlikte aleni mantık hatalarına rastladım. Pek çok metin böyle. Acep nedendir?

Sakıncalı bulduğum son bir husus daha var: Hassas konuları kişisel çıkar için kullanma edebiyatı. Feminizme dair unsurlar içeren yahut Kürt halkının ötekileştirilmesini konu edinen kitaplarda karşımıza çıkmakta. Teknik bakımdan kusurlu olan birçok eser feminizm kavramını işlediği için “eleştirilemez” kılınmakta. Zira bu tarz metinlere nesnel bir eleştiri yöneltilse dahi eleştirmen çoğunlukla linç yiyor. Hatırlıyorum, yazılarını beğendiğim bir kişi, bir kadının romanındaki ağız özelliklerinin yanlış kullanımına dair bir tamamen nesnel bir yazı kaleme almıştı. Şeytan taşlar gibi taşlandı adam… Benzer konuları işleyen birçok eserde mesaj kaygısının edebi kaygıyı körelttiğini de söylemek gerekir. Pek çok okur bir anda mistik bir uyanışla feminizm bilincine varan kadın karakterler anımsayacaktır. Hallelujah! Şimşek hızıyla aydınlanma, bu feminist aydınlanma sonucu da dünyanın toz pembe olması sıkça rastladığımız bir kurgu. Oysa Ursula K. Le Guin, Margaret Atwood gibi yazarlara baktığımızda öncelikli meselelerinin cinsiyetsiz bir dil kurmak olduğunu görmekteyiz. Bu dil üzerinden inşa edilen metinler de romantize edilen sahnelerden, idealize edilen karakterlerden, denemeye kaçan pasajlardan, zorlama bir üsluptan ve kompozisyon ödevi ayarındaki kurgulardan azade. Kabul etmek gerekiyor, feminist hareketi suiistimal eden, feminizm rüzgârıyla kendini eleştirilemez konumda gören birçok yazar var. Bu durumu analiz eden Avelina Lésper, “Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı” (Tellekt, 2022) kitabında şöyle yazmakta:
“Şayet eser feminist bir mesaj içeriyorsa vasatlığını dile getirmek tabu kabul edilir. Eseri meydana getiren unsurları safi sanatsal açıdan analiz eden eleştirmen kötülerin, erkek yardakçılarının, sansürcülerin, ezenlerin tarafında konumlandırılır.” (s.50)
Benzer bir durumu bu denli tepkisel olmasa da Kürt halkının ötekileştirilmesini ele alan öykülerde de görüyoruz. Kürt tiplerin veya karakterlerin romantize edildiği metinler de sık rastlanılan türden. Şehirde alın teriyle çalışan herhangi bir kimsenin Kürt kökenli olduğunun altını ısrarla ama ısrarla çizmek ve bunu bir mesaja dönüştürmek hem yazınsal bir kusurdur hem de beyhude bir çabadır. Bu konuya değinen sanatçılara baktığımızda bu tarz bir romantizme rastlamak imkânsız. Yılmaz Güney’in “Endişe” filmi mesela – ki senaryosu da gözden geçirilerek iki sene önce yayımlandı. Ezilen halkların saflığı, hüsnüniyeti üzerinde durmaz. Filmin girişindeki çocuklar, sinek vızıltısı ve kaval sesi bir araya gelerek bir tedirginlik yaratır. Tedirgin olan seyirci de kendini filme kaptırmayarak düşünme eylemini seyir boyunca sürdürür. Sadece bu da değil, Kürt toplumunun kendi içindeki açmazlarına da temas eder Güney: ağalık, kan davaları, töre…

Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ine bakalım. Sadece adı geçenlerden ibaret değildir şahıs kadrosu. Tabiat da bir karakter olarak karşımıza çıkar. Halkları sömüren sistemi anlatan belki en güzel sembollerden biridir çakırdikenlik. Nitekim, Memed başa geçtiğinde ilk işi zulmü, sömürüyü imleyen o dikenliği yakmak olur. Peki halk nasıldır? Genel anlamda güç sahibinin yanında olmaya teşne. Kısaca, ne romantik ne ütopik. Daha yeni eserlere bakalım. Anıl Mert Özsoy’un “Herkes Her Şeyin Farkında” kitabında çalışmak için şehre, bir hısmının yanına gelen Kürt bir gencin anlatıldığı bir öykü var. Bu genç, mahallenin kedilerini besleyen şehirli kadına, belki de bu kadının imgesine ilgi duyar. Orada o gencin kadına şehvetle karışık olan ilgisi, adamın kendi iç çatışmaları, kısaca şehir hayatında nasıl bocaladığıdır konu. Neticede adam, kadını etkilemek, onunla iletişim kurmak için kedilere süt vererek, yanlış hatırlamıyorsam sütteki parazit yüzünden, bütün kedilerin ölümüne sebep olur. İşte tam da orada, kadının ağzından çıkan kelimelerde görürüz ötekileştirmeyi. Özsoy, doğrudan vermez mesajı. Bir kadının ağzından öfkeyle dökülen kelimelerin arasına saklar koca bir siyasi meseleyi.
Uzun lafın kısası, aynı yahut benzer konulara yapışıp kalmak, hassas konuları kendi lehine yontmak vasat metinlerin mantar gibi yerden bitmesine, herkesin de profiline “yazar” yahut “writer” (“author” pek kullanılmıyor nedense) yazmasına sebebiyet vermekte. Zaten siyasi anlamda yüzümüzün gülmediği bir coğrafyada sığınacağımız tek liman sanat kaldı. Onu da vasat kültürüne çivilersek nasıl nefes alınır?
Metin Yetkin
Böyle eleştiri yazılarına ihtiyacımız vardı. Elinize sağlık.
Yazınızdan bir sürü ders çıkardık Metin hocam. Var olun.