Yerleşik hayata geçilen günlerden beri, yönetim erkinin bireyi kontrol altında tutan en küçük birimi olarak tasarlanan, cinselliği güvence altına alan yasal sözleşmelerle korunmuş bir muamma olarak evlilik, ikili ilişkileri kendince estetize eden farklı tanımlara sahip. Bu tanımlar genellikle kişilerin kendi deneyimleri ve deneyimsizliklerinden öteye gidemiyor. Ya da her gün sanal dünyada, yazarlar ve terapistler tarafından sloganlaşmış kelimelerle bize pompalanan mutluluk yanılsamaları ve hayal kırıklıkları üzerine söylemlerle daraltılmış tweetlerin dışına çıkamıyor. Zamanın akış hızıyla dönüşen evliliklerde dönüşemeyen bireylerin, hazzın ve tutkunun eksildiği yeri toplumsal kabullerle ya da bir takım metalarla doldurduğu günümüzde Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, birlikteliklerin özüne psikolojik ve felsefi karşılaştırmalarla entelektüel bir bakış açısı sunmaya çalışıyor. Kitap, Julia Kristeva ve Philippe Sollers’le yapılan söyleşilerden oluşuyor. Uzun soluklu birlikteliklerini, var oldukları kültür, aldıkları eğitim ve bağımsız düşünce yapılarıyla besleyen bu iki entelektüel, evlilik ve evlilikle ilgili kavramlar üzerine deneyimlerini okurla paylaşıyor.

Julia Kristeva 1941 yılında Bulgaristan’da doğmuş, Sofya Üniversitesinde Dilbilim okumuş, Bulgar asıllı Fransız Psikanalizci, göstergebilimci ve denemecidir. 1965 yılında Fransız hükümetinin verdiği bursla Paris’e gittiği ilk yıllarda Lacan, Bahtin ve Chomsky gibi birçok kuramcının etkisi altında göstergebilimsel ve psikanalizci yöntemi birleştirmiş, daha sonraki yıllarda da feminist kuram ve yabancılık olgusu üzerine çalışmıştır.
Asıl adı Philippe Joyaux olan Philippe Sollers, 1936 yılında Bordeaux’da doğmuştur. 1960’ta Tel Quel dergisini, 1983’te L’Infini dergisini kurmuş bir editör ve altmıştan fazla kitabın yazarıdır.
Kristeva, evliliği bireyi yeniden yaratan bir gerçeklik olarak tanımlıyor. Bu gerçekliğin; vazgeçişlerin, fedakarlıkların, mahvetmelerin, kendi içinde ya da dışında bir anlık yeniden doğuşların acısını; hayvansal reflekslerimizi, zayıflıklarımızı ve de kesin olan ölümümüzü yok edemediğini belirtiyor. Bu durumda, “Olmam gereken yerde miyim?” sorusuna vereceğimiz cevabın, bizim bu gerçekliği anlamlı bir bağlılığa dönüştürmemize yardımcı olacağını vurguluyor.
Sollers, aşkın “modern duygusal meta” sosuna bulanmış tanımlarının tersine,ötekini bir öteki olarak kabul etmek olduğunu ifade ediyor:
“Kadın ile erkek arasındaki fark yok edilemez, bir karışım mümkün değildir. O halde söz konusu olan bir çelişkiyi sevmektir ve güzel olan da budur.” (s.15)
Kristeva ise aşkta kafa denkliği ve istikrar ihtiyacı ile arzunun insanı sadakatsizliğe götürebilen dramatik gerekliliğinin birbirinden ayrılmaz iki bileşen olduğunu belirtiyor.
Toplumsal olaylarla şekillenen günümüz aile kurumu içerisinde sadakat duygusu; ekonomik, düşünsel kısırlık ve hastalık riskleriyle yön değiştirmiş durumdadır. Bu noktada sadakat kavramı üzerine konuşan Philippe Sollers, sadakatsizliğin sistemli olarak cinsellik sorununa indirgenmesini kabul etmiyor; toplumun eskiden seksi çok şeytani bir şey olarak gördüğünü, şimdiyse onu mecburi olarak yapılan can sıkıcı bir şey haline getirmek üzere olduğunu vurguluyor. Asıl sadakatsizliğin çiftlerin ilişkisinin sertleşmesinde, ağırlaşmasında ve ciddiyetin bir hınca dönüşmesinde gerçekleştiğini belirtiyor.
Diğer yandan Kristeva, sadakat hissinin çocukluğa ve çocuğun güven arzusuna uzandığını ifade ediyor. Aşk deneyimlerine psikanalitik bir bakış açısıyla yaklaşıldığında çocukluk döneminde dünyayla baş etmek üzere ihtiyaç duyulan iki figür (anne, baba) yani imagos ihtiyacından bahsediyor. Kendilerine sadık diyen ve gerçekten de sadakati temsil eden bir Epinal resmi görüntüsü veren çiftlerin çoğunun analık ya da babalıkta donup kaldığını iddia ediyor. Bu bağlamda, sevgi almak ve satmak üzerine kurulan bir sistemde anlamını yitiriyor. Nasıl ki anneler ve babalar çocuklarına baktıkları için onların da kendilerini sevmelerini bekliyorsa, evliliklerde de eşler birbirini diğeri olmadan yapamadığı için seviyorsa ve karşı taraftan aynı akdin gereği olarak bir sadakat bekliyorsa bu özgür olmayan bir sevgidir. Özgür olmayan sevgi ayrım yapamaz. Sevilen kişi sadece sımsıkı tutunulan bir nesne olarak önem taşır.
Kristeva ve Sollers’in, birine sahip olmadan ya da diğerine ait olmadan ayrı ayrı var olabilme, ötekini her şeyiyle sevebilme ve içsel deneyimlerini özgün bir dil aracılığıyla aktarabilme üzerine söylemleri çok önemli:
“Birbirinden farklı iki sosyal uzamı; birbirleriyle karışmayan ama birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olan özerk ve birbirinden ayrı iki psişik uzamı korumuş olmamız (…) bu değerli bağımsızlık bir yalnızlıktır aynı zamanda, bu akşamın başlığı olarak ilan edilen o gizem için gerekli, içsel deneyim için gerekli bir yalnızlık.” (s. 40)
Evlilik üzerine bütün öğretilerin parçalanıp yıkıldığı, yani birlikteliklerin mekan ve zamana bağımlılığından kurtarıldığı ve yeniden inşa edilme sürecinde araç olarak üreten çoğaltan bir dil kurulduğunda süresi ve şekli sorgulanmayan ilişkiler kurulabileceğini anlatan bu iki değerli insanın düşüncelerinin ve deneyimlerinin, bizleri kısır döngüyü körükleyen yok sayma eğiliminden arındıracağını düşünüyorum.
Züleyha Çelik
Kitaptan tadımlık bir bölüm
Le Nouvel Observateur: Öncelikle, aşkı nasıl tarif ederdiniz?
Philippe Sollers: Bu kelimenin her türlü modern duygusal meta sosuna bulanmış öyle kafa karıştırıcı bir kullanımı var ki, insan utanarak ya da reddederek tepki verebiliyor, Céline’in şu tepkisi mesela: “Aşk dediğin şey, sonsuzluğun kanişlerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir.” Ama öte yandan bu ciddi bir soru ve cevabı hak ediyor. Sevmediğim bir kelime var, “çift” kelimesi: Hiçbir zaman dayanamamışımdır. Nefret ettiğim bir edebiyatı hatırlatıyor. Julia ile ben, biz evliyiz, tamam ama her birimizin kendi kişiliği, adı, etkinlikleri, özgürlüğü var. Aşk, ötekini bir öteki olarak tam anlamıyla kabul etmek demektir. Eğer bu öteki size çok yakınsa, ki durum budur, bana göre esas olan farklılıkta uyuma dayanmaktadır. Kadın ile erkek arasındaki fark yok edilemez, bir karışım mümkün değildir. O halde söz konusu olan, bir çelişkiyi sevmektir ve güzel olan da budur. Hölderlin’in şu sözlerini düşünüyorum: “Dünyadaki uyumsuzluklar sevgililerin kavgalarına benzer. Barışma çatışmanın ortasındadır ve ayrı olan her şey birbirine kavuşur. Kalpte damarlar birbirinden ayrılır ve yeniden buluşur ve her şey hayattır, tek, sonsuz, ateşli bir hayat.”
Julia Kristeva: Aşkta birbirinden ayrılmaz iki bileşen vardır: Kafa denkliği ve istikrar ihtiyacı ile arzunun insanı sadakatsizliğe götürebilen dramatik gerekliliği. Aşk ilişkisi sadakat ve sadakatsizliğin bu incelikli karışımıdır. Edebiyattaki aşk ilişkileri çok çeşitlilik gösterir: Kibar saray aşkları ve romantik bakış açısından modern dönemin fazla açık ve yoğun keşiflerine kadar. Cinsel ve duygusal düşünceleri bakımından uygarlığımızı tanımlayan her şeyin temelinde sadakat-sadakatsizlik ikilisi yatar.