Türkçe şiirde üzerine en az konuşulan / düşünülen / yazılan dönemdir 90’lar. Dönemin sivrilmiş birkaç adının haricinde diğer adlar es geçilir nedense. Ama bu unutma / unutulma bahsinde bilinçli tercihler de vardır. 90’ların bazı şairleri bilerek bir kenara çekilmiş, kendi kabuğuna kapanmışlardır. Kimileri bir daha sahalara dönmez, kimileri de arada sırada şöyle bir görünüp tekrar suskunluğa bürünürler. Belki de 90’lardaki bu dağınıklıktır, dönem üzerine kalem oynatmayı zorlaştıran.

2000’lerin sonunda, bir arkadaşımla şiir üzerine konuşurken laf dönüp dolaşıp 90’ların kayıp şairlerine ve kalburüstü kitaplarına geldi. İkimizin de ağzından aynı anda kararan kitabı çıktı. 90’lar biterken Şiir Atı Yayınları tarafından basılan kararan, ikimiz için de efsaneydi açıkçası. Kitap, ilk şiirini 1992 yılında Sombahar dergisinde yayımlayan enderemiroğlu’nun ilk kitabıydı. İlk şiirle ilk kitap arasında tam yedi yıl vardı. enderemiroğlu beş yıl sonra ikinci kitabını çıkardı: lâ havle ve lâ kuvvete! Bu sefer aradaki mesafe iki yıl kısalmıştı. Kendi adıma üçüncü kitapta bu aranın daha da azalacağını, en azından aynı kalacağını düşünürken enderemiroğlu bir anda ortadan kayboldu. Benim açımdan sorun sadece enderemiroğlu’nun değil, şiirlerinin de ortadan kaybolmasıydı. Takip ettiğim dergilerde adına rastlamak neredeyse imkânsızdı.

İki kitap da arada bir çıkarıp okuduğum, şiir açlığımı gideren kitaplar oldular hep. Ama nedense yeni bir kitap gelmedi bir türlü. Aradan yıllar geçti. 2020’nin sonlarına doğru, çıkarmakta olduğumuz Ecinniler dergisinin mail adresine bir şiir düştü: “suya duvara toza toprağa!” Şiirin altında enderemiroğlu’nun imzası vardı. Tek bir his vardı hissettiğim: eski bir dostumla yıllar sonra yeniden karşılaşmak. Kendisiyle böyle tanıştım enderemiroğlu’nun. Sonrasında şiir ve edebiyat üstüne yaptığımız sohbetler geldi. Ama hiç yan yana gelmedik. Bu nedenle enderemiroğlu benim gözümde gizemini korumaya devam etti. Birkaç ay sonra yeni kitabını yayınevine teslim ettiğini duyduğumda çok sevindim. Neredeyse 15 yıl geçmişti ve bu süre zarfında ortaya çıkan birikimi merak ediyordum.

Ayrıntı Yayınları tarafından basılan travma terapi 2022 tarihini taşıyor. Beş bölümden ve 28 şiirden oluşan kitap 140 sayfadan mürekkep. Bu sayfa sayısının bir şiir kitabı için fazla olduğu düşünülebilir. Uzun soluklu ve hacimli şiir kitaplarını sevmem bir yana, bu durumu 15 yıllık suskunluğa bağlayabiliriz sanırım. travma terapi’nin çok belirgin bir özelliği var. Kitapta yer alan şiirlere baktığımızda sadece onları yazanın değil, bizzat şiirlerin de inzivaya çekildiğini görürüz. Buradan hareketle şunu sorabiliriz: Münzevi bir yaşamı tercih eden enderemiroğlu mu şiirlerini münzevi kılmıştır, yoksa doğasında münzevilik olan şiirler mi enderemiroğlu’nu böyle bir yaşama itmiştir? Bu iki önermenin geçişken bir yapıya sahip olduğunu ve birbirleriyle iç içe geçtiklerini düşünüyorum. Münzevilik, şair ve şiirleri arasında ortak bir payda, kolektif bir bilinç olmuştur bir bakıma. Burada akla şu sorular gelebilir: travma terapi çok konuşan bir kitap. Çok konuşmak ve münzevilik arasında nasıl bir paralellik olabilir? Çok konuşan bir özne aynı zamanda münzevi olabilir mi? Bu durum ilk başta bir olumsuzluk olarak görülebilir, bunu yadırgamıyorum. Fakat şiirlerin içine sızdıkça bambaşka bir durum çıkıyor ortaya. Münzevilik doğası gereği bir yalıtılmışlığı barındırır içinde; insanlardan uzak kalmayı, doğayla bütünleşik bir yaşamı seçmeyi, bütün dünyevî kaygılardan arınmayı. Ama bütün bunlar münzevinin yoğun bir şekilde düşünmesine ve kendi kendine konuşmasına engel değildir. travma terapi’ye biraz da bu açıdan bakmak gerekiyor. Kitapta yer alan bütün şiirleri, şairin kendi kendine yaptığı konuşmalar hatta yer yer sayıklamalar olarak okuyabiliriz rahatlıkla. Sanki bir zikir ayinindeymiş gibi (ki zikir sözcüğü kitapta birçok defa geçer) mırıldandığını duyarız enderemiroğlu’nun.

Münzeviliğin özellikle ülkemizde çoğu zaman yanlış algılandığını düşünüyorum. Gökdelenlerde ve deniz kenarına kurulmuş lüks yalılarda yaşayan, büyük kurumsal firmalarda çalışıp yaşam standartlarını yükseklere çeken birçok yazar sırf insan içine çıkmıyor, fotoğraf çektirmiyor ve edebiyat dünyasından uzakta duruyor diye münzevi addediliyor bu günlerde. Dünyanın nimetlerinden bu kadar faydalanıp dünyadan uzakta kalmak ne kadar mümkün bilmiyorum. Burada münzeviliğin ne olup olmadığını tartışmak değil niyetim. Ama en azından münzeviliğin ne olmadığını biliyorum okuduklarımdan. Açıkçası enderemiroğlu’nun kişisel yaşamına dair fazla bilgim yok. Sadece özgeçmişinde yazıldığı kadarını biliyorum. Ama şiirlerinden hareketle onun münzevi bir yaşamı tercih ettiğini çıkarabiliyorum.

travma terapi, daha ilk bölümünün başında bizi neyin beklediğini vurguluyor aslında. Bölümün ismi olan “melâme” bizi 8. yüzyılda Horasan’da ve İran’da ortaya çıkan Melâmilik inanışına götürüyor. Melâmilik çoğu kişi ve araştırmacı tarafından bir tarikat olarak kabul edilmiyor. Melâmilik, her şeyden önce bir felsefeyi ve bir duruşu işaret ediyor. Tanrıyla aralarına hiçbir kişi ve kurumu sokmayan Melâmiler, hurafelerle ve biatla donatılmış dine de savaş açıyorlar zaman içinde. Bu açıdan bakıldığında, Melâmilik’in tasavvufa dayalı bir görüş olduğunu söyleyebiliriz. enderemiroğlu da çıkış noktasını buradan alıyor travma terapi’de. İlk bölümün hemen başında yer alan “vardım ki yokum / öldüm oldum” dizeleri, bu tasavvufi yönelimi açıkça gözler önüne seriyor. İnsanın yaşarken hiç olduğu, ancak öldükten sonra tamamlanacağı, tam olacağı fikriyle açılıyor kitap. Tam da bir münzevinin mırıldanacağı türden cümleler bunlar.

Burada bir parantez açmak gerekiyor. enderemiroğlu kendi münzevi yaşamını şiirleri aracılığıyla bizim önümüze koyarken yanına bazı şeyleri de alıyor. Tasavvuftan başlamamın sebebi biraz da bu aslında. Nasıl ki kitabın bazı yerlerinde münzeviliğin en bilinen temsilcilerinden olan Henry David Thoreau’yu görüyor ve şairi onunla özdeşleştiriyorsak, bazı yerlerde de bir şairden çok bir dervişle karşılaşıyoruz. Sufiliğin baskın bir şekilde hissedildiği bu bölümlerde, münzevilik ile dervişlik arasında bir paralellik kuruluyor. Şairin bilinçli bir tercihi olarak gördüğüm bu durum, kitabın atmosferini oluşturan ana çatılardan biri. Bu dervişlik olgusunu baskın bir şekilde hissettiğimiz birçok yer var kitapta. “kalp krizi” şiirinin şu kısmı mesela: “derler ki saçlarına toz karışan yolların rızkı iki zeytin / bir somun ve bir tas su”. Bu dizeler bizi hem “bir lokma bir hırka” mantığıyla dervişliğe hem de tozlu yolları en az azıkla kat eden abdallara götürüyor. Bu da doğal olarak da aklımıza köy köy dolaşan, hikâyeler anlatan, iyi insan olmanın erdemlerinden bahseden dervişane gezginleri getiriyor. travma terapi’ye dikkatle bakıldığında Melâmilik, Bektaşîlik ve Mevlevîlik gibi inanışların izlerini görüyoruz ağırlıklı olarak. Semâzen, tekke, zikir, dergâh, enbiya, eren, kırklar kapısı gibi sözcüklerin varlığı, bu görünürlüğü daha da belirgin kılıyor. Özellikle ilk bölümün sonunda yer alan “kırk merdiven” şiiri bu açıdan bir anahtar niteliğinde. Dörtlüklerden kurulmuş 40 parçadan oluşan bu şiirin bütün dize sonları “olsaydım” sözcüğüyle bitiyor. Tekke şiiri ile çok güçlü bir bağ kuran bu şiir, yarattığı duygu itibariyle de münzevilik ile dervişlik arasında bir köprü kuruyor. “Olsaydım” tekrarlarının burada bilinçli olarak seçildiğini düşünüyorum. Bölümün hemen başında kullanılan ve yukarıda da değindiğim “vardım ki yokum / öldüm oldum” dizeleriyle birlikte düşünüldüğünde durum daha da açıklık kazanıyor. Şaire göre olmanın ancak ölmeyle tamamlandığı fikri, “kırk merdiven” şiirinde kendini bariz bir biçimde gösteriyor. Bu da dervişlikle münzeviliği eşitliyor bir bakıma.

Münzevilik denince akla gelen kavramlardan biri de doğadır kuşkusuz. Bir münzevinin doğayla kurduğu ilişkinin en uç noktası artık doğanın bir parçası hâline gelmesidir. travma terapi doğaya yüklediği anlamla da münzeviliğe kapı açıyor. Kendi adıma kitaptaki şiirleri okurken Thoreau’nun Walden Gölü deneyimlerini, Edward Abbey’nin çöl yaşamını ve Ralph Waldo Emerson’un doğa yürüyüşlerini anımsadım. Özellikle “orman sandığım”, “index.html”, “karnaval”, “panik atak” şiirleri ile 41 parçadan oluşan “dîvâne” bölümü, enderemiroğlu’nun doğayla kurduğu bağlantıyı güçlü bir şekilde önümüze koyuyor. Bu şiirlerden hareketle, münzevi öznenin her geçen saniye dünyayla, dünyevî olanla bağlarını kopardığına ve yavaş yavaş doğanın bir parçasına dönüştüğüne şahit oluyoruz. Kitapta bunu özetleyen çok güzel bir dize var: “suya duvara toza toprağa!” şiirindeki “bil ki kendiliğindendir eşya” dizesi. Her şeyin kendi olmasını, kendi olarak kalmasını vurgulayan bir dize bu. Modern çağda sadece nesnelerin değil, bütün canlıların da şekil değiştirdiği ve deforme olduğu hesaba katılırsa bu vurgu daha da önem kazanıyor. Enderemiroğlu’nun münzeviliğe dair getirdiği yorum da bu aslında. O, bir anlamda doğaya yani ilk hâle dönüşü savunuyor yazdıklarıyla. Bunu da dervişane bir tutum içinde yapıyor. Dünyanın kötülüğünden arınmanın tek yolunu doğaya sığınmada buluyor:

“bir çukur kazıp içine saklanıyorum rüyamda çitin arka tarafında
ellerimi göğsümde kavuşturup uzanıyorum toprağa
bu kötülük çok fazla
bu kötülük çok fazla
bu kötülük
çok fazla”

enderemiroğlu’nun münzevilik ve doğa ilişkisine dair düşüncelerini kitap boyunca görüyoruz. Bazen en olmadık yerlerde karşımıza çıkan bazı sözcükler, bizi gündelik yaşamın kargaşasından koparıp doğanın orta yerine bırakıveriyor. Kitapta bol bol toprak, hayvan, taş, su ve ağaç sözcükleri geçiyor. Burada özellikle toprak’a dikkat çekmek istiyorum. Doğanın en başat unsuru olan toprak, aynı zamanda ölüm kavramına da kucak açıyor. Şairin ölmek ve olmak arasında kurduğu ilişkiyi göz önüne aldığımızda toprak sözcüğünün bu kadar sık kullanılması da anlam kazanıyor. Toprak bir anlamda hem son veren hem de yeniden yaratan konumuna geliyor. Her şeyin nihayete erdiği ve her şeyin yeniden başladığı yer.

enderemiroğlu

Peki, teknolojinin bu kadar ilerlediği, yaşamın bir hengameye dönüştüğü bir çağda münzevi kalabilmek ne kadar mümkün? Bu soruyu hem şairin hem de şiirlerinin kendilerine sorduklarına eminim. Bu çağ, öfke çağı aynı zamanda. travma terapi’de bu öfkeyi bariz bir şekilde hissediyoruz. Gezi Direnişi’ni, kıyıya vurmuş göçmen cesetlerini, sokak ortasında vurulan kadınları, savaşlardan arta kalan yıkımları, patlayan bombaları görüyoruz şiirlerde. enderemiroğlu bazen açık açık kusuyor bunlara öfkesini. Bazen de derinden derine veriyor bu öfkeyi. Yaşama/dünyaya duyulan bu öfkeden münzeviliğe giden yolda çeşitli aşamalar çıkıyor karşısına şairin. Bu aşamaların başında da hastalıklar geliyor. Kitapta en dikkat çeken şiir isimleri de bunlar zaten. Kitaba da adını veren “travma terapi” şiiri ve “patoloji”, “kalp krizi”, “panik atak”, “delirium tremens” gibi şiirler sadece isimleriyle bile bir ipucu veriyorlar bize. Bunların haricinde şiirlerin içinde de hastalıklara dair göndermelere rastlıyoruz. Bireyin gittikçe yalnızlaşmasında ve münzevi bir yaşamı tercih etmesinde birer sebep olarak görebiliriz bu hastalıkları. Kötülüğün bireyler üzerinde yarattığı tahribat, ister istemez bilinçli bir yoksunluk tercihine götürüyor özneyi. Bu yoksunluk durumunun vardığı en uç nokta ise inzivaya çekilmek. “orman sandığım” şiirinde geçen “müthiş keyif alıyorum kaybolmaktan. ama kaybolabilsem keşke” dizesi münzeviliğe giden çetin yolu tanımlıyor aslında. Bu çağda münzevi olmanın başarılıp başarılamayacağı ikileminin şairin de kafasında soru işareti bıraktığını görüyoruz. Dünyaya sığamama, dünyada kendine yer bulamama durumu, şairi bu dünyadan uzaklaşmaya yönlendirirken aynı dünyanın şairin karşısına çıkardığı engeller, münzeviliğe giden yolu da engebeli hâle getiriyor. Hele ki şair “ardında koşulan bayraklardan nefret ediyorsa” yani kendini herhangi bir fikre ait hissetmiyorsa bu engebeli yol daha çetrefilli bir duruma bürünüyor. Belki de hastalıkların devreye girdiği yer burasıdır. Gitmek isteyip de gidememenin verdiği isyan duygusudur hastalıklara sebep: “insanlar ölüyor sokakta hınzırca yokluyor beni isyan”.

Münzevi şiir bulma ihtimali, münzevi şair bulma ihtimalinden daha az günümüzde. Bugün birçok münzevi şair/yazardan bahsedebiliriz ama ruhunda münzevilik bulunan şiirlere rastlamak gerçekten çok zor. enderemiroğlu’nun travma terapi’si bu açıdan diğerlerinden ayrılıyor. Münzevi bir şairin yazdıklarından ziyade münzevi bir şiir okuyormuş hissine kapılıyoruz. Bu durum da ister istemez şairin şiiriyle birlikte münzeviliğe kaydığı gerçeğini doğuruyor. Kitabın adına biraz da bu noktadan bakabiliriz. enderemiroğlu, travmaların tedavisini doğaya dönmekte ve inzivaya çekilmekte buluyor. Ama bunu yaparken de 68’in o meşhur “kişisel olan politiktir” şiarından yola çıkıyor. Yani söz konusu olan bireysel travmalar değil sadece. Toplumsal travmaların, kolektif travmaların da kurtuluşunun bu olduğunu savunuyor. Kısacası dünyanın toplu hâlde inzivaya çekilmesi gerektiğine inanıyor. Hatta daha da ileri giderek toplu bir yokoluşu ve yeniden varoluşu savunuyor:

“ama karıştırma ormanı bak. sadece
ormana bak izle. toprağa dön, toprak sana iyi gelecek
hükmetmeye çalışma. büyük değilsin ormandan
unutma. orman senin evin ağaç senin bedenin. ait ol / dahil ol ormanda ol orman ol

ölmeden ölmek seni sana, anlama getirecek”

Gökhan Arslan