
Köşker Salih’in kahveden bozma, kıytırık mekânına girerken upuzun boyuyla kof, yıkıldı yıkılacak bir kavak ağacını andırıyordu. Bedeni o kadar incelmişti ki buruştursan bakkal poşetine sığardı. Ellerinin titremesini önlemek için mi yoksa avucunun içindeki yitip gitmesin diye mi bilinmez, parmakları avuç içine doğru sıkı sıkıya kapanmıştı. Altları morarmış, ışıksız gözlerini mekânın içerisinde ürkekçe gezdirdi, hedefi bulunca da sarsak adımlarla ilerledi. Köşker Salih yazıhaneyi işaret edince hiç duraksamadan… Salih, baş ve işaret parmağını Abdülkerim’e doğru uzatıp sürtüştürünce, “getirdim abi” deyip kapalı avucunu gösterdi. Köşker, bütün kıyıcı adamların takındığı bilindik pozları takınıp burnunu da kırıştırarak, “Ya öncekiler?” diye sordu. “Getireceğim abi, namus sözü.” Köşker inanmazcasına bakınca oğlan işi küfre dayalı bir anlaşmaya dayandırdı, “Getirmezsem anamı bacımı siksinler abi.” Bu sözden sonra Köşker, çekmeden küçücük, şeffaf bir torba çıkartıp kibrit kutusuna koydu, uzattı. Abdülkerim’in avuçlarına kapanan parmakları açıldı, ortaya çıkanı saymadan çekmeceye attı Salih. “Geciktirme, yoksa olacakları biliyorsun,” diye tembihle tehdit karışımı sözünü söyledi, sonra da elinin tersiyle kışkışladı Abdülkerim’i. Yardakçıların, yancıların, ipsiz sapsızların arasından kimseye değmemeye dikkat ederek, ürkek adımlarla dışarıyı buldu. Alt sokakların birinden beyaz bir Toros belirdi, burnunu Abdülkerim’den yana kırdı, mekâna yanaştı. Abdülkerim arabayı ve içindekileri görmezlendi, araçtakiler de Abdülkerim’i… Sonra da, sırtında istediğini elde etmiş sırıtkan maymunuyla ırmak kenarındaki portakal bahçesine doğru yol aldı.
Ömer’i kolu taharet musluğunun üzerinde, yüzü çarpık bir gülüşle süslenmiş olarak Yeni Camiinin tuvaletine abdest almaya giren Malatyalı bir hacı bulacaktı. Ömer’in haberi daha mahalleye ulaşmadan Şoför Bülent, sırtından bir türlü indiremediği maymunu her yoksunluk krizinden sonra kendisine nispet yapar gibi sırtına daha bir yapışınca, oğlan, gururuna yediremeyip baba yadigârı Alman Çıplağının namlusunu ağzına sokacaktı. Abdülkerim portakal bahçesinin çitini aralayıp, sırtındaki arsız maymunuyla müptezellerin kutsal ağacına doğru yürümeye başladığında bu olanların üstünden iki yıl dört ay geçmişti.
Tenekeci lehim makinasının başında bir yandan soba helkesini yuvarlayıp tuzruhuna batırdığı havyayla bağlantı yerlerini lehimliyor diğer yandan oğlana bakınıyor. Neden sonra tuvalet için müsaade aldığını anımsayıp işine eğiliyor. Yine de tedirgin. Oğlu bu illete bulaştığından beri Tenekecide uyku hak getire. Kulakları nicedir karanlık kuyuların ürkünç sesleriyle dolu. Bitirdiği soba helkesini son bir kez kontrol edip havyayı kenara alıyor. Saçlarını örten takkesinin altında uğursuz bir kaşıntı, derin çizgilerle bölünmüş alnında incecik bir ter buğusu. Parmakları kaşıntının merkezinde. Alnında buğulanan ter önce domurlanıyor sonra da damla olup burnuna doğru süzülüyor. Kalbinde onulmaz bir sıkıntı var. Hiç hayra alamet değil bu sıkıntı. Hâlbuki oğlanı kaç kez tembihledi, kaç kez yalvardı, nice rekâtları şifası niyetine kıldı. Olmadı, belinden kemerini sıyırdı. Nafile, hep nafile. Bugün gibi hatırlıyor, doğduğunda mahallenin imamını çağrılayıp babasının ismini ünlemişlerdi kulağına. Sonra tosun yıkmışlardı yere, daracık, taptaze alnına bir damlacık kan sürmüş, karısıyla yanyana kıbleye durmuşlardı ardından. Ne de olsa üç kızdan sonra karısının uğruna yatır yatır gezdiği biricik, çükü çümbüllü gelen bebeleriydi. Dükkânın önüne çıktı, komşusu Marangoz Akif’le göz göze geldi. Bizimkini gördün mü manasında işmar çekti komşusuna. Akif, gözleriyle Köşker’in mekânını işaret etti. Tenekeci inanmazlandı bu işarete ya, burnunun ucunda büyüyen ter damlası kopup sessiz sedasız asfaltla buluştu.
Paf küfçülerin ıssız bahçelerde ve sahipsiz viranelerde kol kadar üçlüleri yamuk çemberler oluşturup, kaburgaları arasına sinmiş sırlı sıkıntıları duman duman ağızları ve burunlarından salıp, o sırlı sıkıntıları birkaç saatliğine unuttuğu zamanlardı. O vakitler esrarı bir tek Kekeç, bacakları dizden kesik Liceli ’ye getirtip satardı. El altından, kimseler görmeden. Fakat herkesler bilirdi, kim kimdir, ne ile teselli bulur. Ve bu kişiler iki elin parmaklarını geçmezdi. Dahası, Arabacı Süleyman’ın bakkaldan her sabah Uzun Samsun, kibrit ve harmanlığın başına vuran ağrısıyla şifa niyetine Gripin aldığı yalan kaldırmazdı. Sonrası, Kıranta Bedii’nin yeğeninin berber dükkânı önünde tokurdattığı Şam işi nargileye kubar kırıntısı serpiştirdiği de tüm mahallelinin malumuydu. Boğma rakı, sigara külü dökülmüş bira ve zil züğürtlerin zıkkımlandığı ispirto ise üç kuruşu bir araya getiremeyenlerin tesellisiydi. Fakat bunlar Abdülkerim ve diğerlerinin öyküsünden çok ama çok önceydi.
Abdülkerim ırmak kenarındaki o portakal bahçesine girerken kafasında tek bir şey vardı. Unutmak! Haki renkli avcı yelekleri giymiş, boyunları poşulu hemşerisi gençlerin suçlayan bakışlarını, kendisini davul, zurna ve dualar eşliğinde askere uğurlayan babasını, boynundaki bayrağı, esnaftan kalabalığın ve ergen çocukların “En büyük asker bizim asker!” bağırışlarını unutmak. Hem o istememişti ki oralara gitmeyi, MG3 nişancısı olmayı hele hiç! Kopan bacakları, kesilen kulakları, boka bastırılan suratları, çatıları çökük, duvarları yanık yuvalarına bakmalarına izin verilmeden yurtlarını çal çaput terk etmek zorunda olanları… Çiçekleri henüz açmış portakal ağacının altındaki kırık briketin üstüne oturdu, sırtını ağaca yasladı. Neredeyse çöp kadar kalmış bacaklarını uzattı, anası ve bacılarından gizli mutfaktan aşırdığı kaşığı pantolon cebinden çıkardı, sonra da Köşker’den aldığı kibrit kutusunu araladı. Poşetin içindekini kaşığa dikkatle boşalttı. Sonra da çakmağını kaşığın altına… Damarına zerk ettiği zıkkım henüz kolundan yukarılara tırmanırken maymun sırıtmaya başlamış ve şimdilik kollarını gevşetmişti. Şırınganın iğnesini damarından ayırdığında çıkış noktasında küçücük bir kan damlası topaklandı. Sonra da tüm o kopmuş bacaklar, dibinden kesik kulaklar, boklar, yanıp yıkılmış evler, hınçlı bakışlar yavaş yavaş zihninden silinmeye başladı. Zehir beyninin kıvrımlarını dolaşıp merkezi sinir sistemine ulaşınca da gözü gri bir sis perdesiyle kapandı, ardından da apak bulutlar belirdi. Bıraktı kendini o bulutların üstüne. Unuttu, kafasının içinde ne var ne yok sildi attı.
O vakitler bizimki gibi mahallelerin hemen hepsinde bir furyadır başladı, gitti. Dal gibi fidanlar, çoluklu çocuklu adamlar, yoksulluğun çıplak gölgesinde pörsümüş memeleriyle etek kaldıran kadınlar, bodrum katlarında kumaş tozu yutan soluk yüzlü, çökük göğüslü genç kızlar… Umutsuzlar, görmezden gelinenler, sefiller, ötekiler… Üst üste attığı üç Sarı Kız’dan (roj) kafası trilyon olan Çingene Cabbar babasının kafasını satırla ikiye bölecek, ayıktığında salya sümük ağlayacak fakat iş işten geçmiş olacaktı. Siirtli Seko çektiği balinin etkisiyle uyduruk bir sebepten öpöz amcaoğlunun boğazına Bursa işi çakıyı saplamak suretiyle öldürecek, Nazif avuç avuç Aferin’i yutup, üstüne de kutu kola içip anasını boğmaya kalkışacak, Eczacı kalfası Sırık Kemal öksürük şurubu Tifüset’i olduğu gibi kafaya dikip kafa bulmayı yeni yeni keşfedecekti. Ve Müslüm dinleyip ince kollarına, cılız bağırlarına jilet atan kavruk çocukların o biçare eylemleri bütün bu yaşananların yanında hayli masum kalacaktı. Abdülkerim, bulutların üstünde zihnini zımparalayan o kötücül anıları unutmaya çalışırken bunların olmasına az bir zaman kalmıştı.
Haberi Zaza Osman’ın küçük oğlan getirdi. Yalınayak, üstü çıplaktı çocuğun. Abdülkerim’i ırmak kenarındaki portakal bahçesine rüzgârda salınıp kopmak üzere olan bir yaprak gibi girerken görmüştü. Tenekeci önce inanmazlandı, sonra da marangozdan taraf baktı. Bakışlarıyla dükkân sana emanet deyip, üstünde iş gömleğiyle ara sokaklardan ırmak boyuna doğru hızlı hızlı yürüdü. Tenekeci o yolu yürüdükçe kalbindeki sıkıntı büyüdü, aldığı nefes ciğerlerine yetmez oldu. Gömleğinden bir düğme açtı, sonra bir düğme daha. Olmadı, takkesini gömlek cebine… Oğlanı hangi ağacın altında bulacağını biliyordu, gövdesi en geniş, dalları en yerlerde olanın altında. Müptezellerin görünmez sığınağında. Bahçenin içlerine doğru yol alırken portakal çiçeklerinin baygın kokusuyla kusmuk, çiş ve sıçmık kokuları birbirine karışıyordu. İçinden, “Allah hepsini affetsin” diye geçirdi. Sık dalların arasından, kendini dışarıya kapatmış yeşil bir devi andıran o ağacı görmesiyle birlikte kalbi duracak gibi oldu. Giriş noktasını buldu, eğilip bir adım attı. Oradaydı. Oğlanı toza toprağa bulanmış, sol pazusunda lastik, sağ elinin gevşemiş parmaklarında dibine kadar bastırılmış şırıngayla, ölgün bir kavak ağacı gibi yatar görünce dizlerinin bağı kesildi. Nefesi göğsünde tıkandı, çıkmak bilmedi. Beyninin içinde kaynaşan jilet kadar keskin düşüncelerle oğluna seslenmek istedi. Yapamadı. Yeniden denedi. O yeni deneyişle birlikte kafasının içindeki jiletten düşünceler dilinin ucuna yuvarlandı, birkaç takla attı dilinin kayganlığında, sonra da bir anlık dalgınlıkta kayıp nefes borusundan ta aşağılara dek inip göğsünü ikiye böldü. Nefesi, ikiye bölünen göğsünden kurtuldu, Tenekeci ses verdi: Oğlum!
Buralar haciz memurlarının çekine utana, sayaç okuyucularının tırsa korka, beyaz Torosların kurşungeçirmez camlarla dolandığı yerler. Kahvehane önleri işsiz güçsüzlerce kaynıyor, kaldırımlara tünemiş, kollarını dizlerinin üstünden sarkıtmış gencecik çocuklar yitik bir kuşağı imliyordu. Her sokağın başka bir sefillikle kesiştiği noktalardan naçar kalmış insanlar yaşamadıklarından bihaber gidip geliyorlardı. Ve o sokakların sağına soluna kümelenmiş bütün o yamuk yumuk evlerin içinden ucuz gazetelerin uyduruk başlıklarıyla servis edilen ve en fazla üçüncü sayfada bahsi geçecek dramlar sızıyordu. Yıkanamamaktan keçeye dönmüş saçları, her daim omuzlarına örttüğü kirli battaniyesiyle avenesi birkaç çocukla parklarda yatıp kalkan Naze, kendisini kıstıran üniformalıları yıldırmak adına haplı bünyesiyle falçatasını dudaklarının üstünden boynuna dek indirecek, eski tüfeklerden İdamlık Fahri’nin eşek gözlü oğlu çoluğu çocuğu boşlayıp, ne bulursa yutup gençliğini heder edecek, Dul Fatma’nın pepe kızı çakmak gazına dadanacak, Tinerci Sinan’ı bir takım karanlık sakallı kişiler üzerine benzin dökmek suretiyle yakacaktı. Bütün bunlara itiraz edip bir şeyler yapmaya çabalayan bir avuç çengel bıyıklı oğlanla, yeşil parkalı genç kadınlarsa beyaz Toroslarla köşe kapmaca oynayacak, bazen de kuytu, ara sokakların birinde kıpkırmızı karanfillerin solgun gölgelerini artlarına miras bırakıp yiteceklerdi. Tenekeci, oğlu Abdülkerim’in cılız bedenini boş bir çuval gibi sırtlanıp “Kurtaracağım seni, seni kurtaracağım oğlum” diye sayıklayarak kan ter içinde eve yollandığı gün yukarıda saydıklarım zaten oluyordu.
Oğlanı odaya kapatalı neredeyse bir hafta olmuştu. Bütün o esnaf kalabalığının ortasından, meraklı komşuların fısıltılarının kenarından, Köşker Salih’in mekânına hınçla bakarak, birkaç akrabanın cık cıklamasının yamacından aparıp, bedeni silme tere batmış olarak getirmişti Abdülkerim’i eve. Sonra da yüklüğün en altında duran emaneti sokuşturmuştu kemerine. Karısı olacağı anlayınca yerlere dökülmüş, kızlar babalarının bacağına sarılmıştı. Sonrasında kızların yalvarma yakarmalarına dayanamayarak diz çöküp ağlamış, mırıl mırıl yakarılar eşliğinde Tanrıya sığınmıştı. Tenekeci kararlıydı, biricik oğlunu bu illetten kurtaracak, onu onulmaz dert dedikleri bu yoldan öyle ya da böyle çekip çıkartacaktı. “Bu oğlan dışarı katiyen çıkmayacak!” dedikten sonra odanın anahtarını aldı, ağlaşan karısı ve kızlarının arasından çıkıp dükkâna gitti. Esnafın, komşuların, kahvede pinekleyenlerin bütün sorularını geçiştirip lal kesildi. Akşama kadar çalıştı, düşündü. Bitirmesi gereken işleri bitirdi, borçlarını dağıttı. Alacaklarına çizik çekti. Günün sonunda Akif’e bir süre dükkânı kapalı tutacağını söyleyip helallik istedi. Eve gelince de oğlanın odasının kapısının önüne çekti sandalyesini, beklemeye durdu. Abdülkerim’in her geçirdiği yoksunluk krizinde Tenekeci bir parça eridi, saçları tutam tutam beyaza kesti. Eliyle kaşık kaşık çorba içirdi, bakır leğen içinde, yuğdu, yıkadı oğlunu. Sabahlara kadar namaz kıldı, kurtuluşuna bir camış adadı. Tenekeci, doktor doktor dolandı. “Reşit bu oğlan, kendi rızası olmalı, yatıramayız” dediler yılmadı. Bankadaki azcık birikmişi tükenince memlekete haber saldı, babadan kalma bağı bahçeyi sattı. Didindi, uğrundu, yalvardı, yakardı, inandığı tüm kutsallara tutundu. Böyle böyle iki yılı, zorunlu olmadıkça oğlanın odasının kapısının önünden ayrılmadan, mahalleye, kahveye, hatta ve hatta camiye gitmeden geçirdi.
Hafize abla, yıllarca o zıkkımı içmesin diye peşinden koşturduğu yetimini en son kedi ölüsü, koyun işkembesi, horoz kafasıyla dolu çöplükte bulunca yıkıldı ama yılmadı. Nereden duymuşsa duymuş, bu işlerde uzman bir şifa yuvasından haberdar olmuş, sonra da iki odalı derme çatma gecekondusunu satıp İstanbul’da bir Ermeni hastanesinin kapısını çalmıştı. –Hafize ablanın da oğlanın da akıbetleri hâlâ meçhuldü.– Yoksul Kürt gençlerinin, henüz sekizinde esnafa çırak duran Arap çocuklarının ve Çingen bebelerin şeffaf torbalara boşalttıkları baliyi, ona da güçleri yetmezse kırtasiyeden yalvar yakar aldıkları uhuyu çekip çekip boş arsalardaki araba ölülerinin içinde kendilerinden geçtikleri yahut da Taşköprü’ye dilenmeye durdukları zamanlar yakındı, çok yakındı. Fakat flakka, bonzai, lilika, ateş buz, sigara ucu, meth’ler, skank ve fare zehiri de dâhil her türlü kimyasalın hercümerç edildiği eroin çakmaları henüz yaygınlaşmamıştı. Ya da daha bizimki gibi semtlere ulaşmak için kaçak göçek laboratuvarlarda işlenmeyi bekliyor veyahut da yurdun çeşitli limanlarına yanaşmış bilumum gemilerde organize olmuş, kötülüğün aracılarını bekliyordu. Tenekecinin, oğlunun sırtına yapışıp kalmış maymununu kazıya kazıya çıkartmaya çabaladığı zamanlarda hal-i pürmelalimiz bu minvaldeydi.
Bir sabah erkenden arkasında melül melül bakan oğluyla çıkıp geldi dükkâna Tenekeci. Tam iki yıl bir aydır kapalı olan ekmek teknesine baktı, iç geçirdi. Oğlan gürbüzleşmiş, gözaltları rengini bulmuş, arınıp paklanmıştı. Yüzünde, iki yıl önce zihnini oyup duran bütün o kötücül anıların silinmiş, gözlerini yumduğunda karanlıklar içinde beliren bütün o kopuk uzuvların görüntülerinin kaybolmuş ve maymununu sırtından atmış olmanın huzuru vardı. Şimdilik her şey yolundaydı. Tenekeci ise zayıflamış, saçları tümden aklaşmıştı. Fakat Tenekecinin zayıflamış olmasını ve saçlarının beyaza kesmesini umursadığı yoktu. Yorgun gövdesinin üstünde dimdik duran başıyla, oğlunu yeniden kazanmanın ferah, doygun gülümsemesiyle bakıyordu etrafına. Marangozla sarıştı, diğerleriyle selamlaştı, bismillah çekip dükkânın darabasını kaldırdı. Temizliği bitiren oğluna, “Akif ustayla bana iki çay kap” diye seslendi. Oğlan kahveden tarafa yürümeye durunca, komşusunun başıyla “nasıl oldu?” sorusu üzerine oğlunun maymunsuz sırtına uzun uzun baktı, “İyi abisi iyi, yakında evereceğiz,” deyip gevrek gevrek gülmeye başladı.
Cabir Özyıldız
Muhteşem. Destansı. Tebrik ediyorum.
Çok teşekkür ederim Selman hocam. Var olun.
💐💐💐👏👏👏👏👏👏
Sevgili Öznur çok teşekkür ederim. Hep var ol.
Leziz bir dil, ustalikli bir anlatı. Tebrik ederim🍀
Çok teşekkür ederim Gaye hocam. Mutlu olduk.
Etkileyici, acıtıcı. Özenli dil. Kutlarım.
Çok teşekkür ederim Kamil hocam. Yorumunuzla gönendik. Sevgi, saygı ve selam ile.
Dil,anlatım,içerik alıp götürdü.Tebrik ederim.
Çok teşekkür ederim Selahattin hocam. Var olun.
Gecikerek okudum. Çok etkilendim. Bir öyküden daha fazla ne bekleyebiliriz? Gönlünüze, elinize sağlık.
Sizin gibi mütevazi, üretken bir edebiyat insanından bunları duymak beni ziyadesiyle onore edip yeni öyküler yazma noktasında şevklendirdi Nazmi hocam. Sevgi ve selam ile.
Yine harika bir Cabir öyküsü. Kaleminiz hep aksın 🍀🍀
Çok teşekkür ederim Meral hocam. Bilmukabele. 🌿